![]() |
YTYA 2012 |
Öncelikle niye gittik? Ne işimiz vardı Amerika'da? Nedir kuzum bu
YTYA? YTYA, yani “Young Turkey / Young Amerika” programı birkaç senedir
düzenlenen ve iki ülkenin, kendi deyimleriyle, “Genç Liderlerini” bir araya
getirip ikili ilişkileri hem sosyal ilişkiler, hem burada doğup yaşayacak yeni projelerle
güçlendirmeyi amaçlayan bir program. İki bacağı var; tahmin ettiniz bile; Amerika ve Türkiye. Geçtiğimiz
ay Türkiye Delegasyonu olarak biz Amerika’ya gittik, bahar aylarında ise
Amerikan Delegasyonu Türkiye’ye gelip bizim misafirimiz olacak, birlikte
Türkiye’de toplantılar yapacağız. Programın sponsoru ABD Dışişleri Bakanlığı.
Organizatörleri ise Atlantic Council ve Sabancı Üniversitesi İstanbulPolitikalar Merkezi. Bu güçlü program ortakları sayesinde kitaplarından ya da yorumlarından tanıdığımız bir çok yazar, iş insanı, akademisyen ve politikacı ile birebir toplantılar yaptık. Dünya politikasına yön veren
kişilere her aklımıza geleni sorabildik, merak ettiğimiz konularda en birinci
ağızlardan fikirlerini alabildik. Daha önce üzerine defalarca yazmış
olduğum Amerikan Ekonomisini yerinde görüp anlamak, neredeyse tüm girişimcilik
konferanslarında konuştuğumuz “sistem”i daha yakından gözlemlemek ve bazı dersler çıkarmak şahsen benim için önemli fırsatlardı.
Ama bence en önemlisi kariyer olarak çok ciddi benzerlikler gösterdiğimiz bence
her biri birbirinden kıymetli, yeni Türk ve Amerikalı arkadaşlar edindik ve
onlarla neredeyse hiç durmadan –geceli gündüzlü- beyin fırtınaları yaşadık.
Bu programa seçildiğimi öğrenir
öğrenmez internetten ciddi bir araştırmaya girdim ve çok
resmi ağızlardan yazılmış pek resmi metinler dışında pek de bir şey bulamadım
açıkcası. Bu satırların okuyucuları resmi metinlerle olan aşk-nefret ilişkimi
zaten gayet iyi bilirler. Bu yazıyı da hem bu güzel deneyimi paylaşmak, hem de merak edenlere bir
anlamda bir kaynak oluşturabilmek adına yazıyorum.
Bizim de programın Mart ayındaki
Türkiye ayağında yapacağımız gibi; esas amaçlardan biri politik sohbetler ve
oturumlar yapmanın yanında, her ülkenin diğer ülkenin kültürünü de
deneyimlemesi aslında. Bu nedenle görülmesi farz olan ve çok yoğun toplantılarımızın
olduğu New York ve Washington DC ’nin yanında üçüncü bir şehir de seçilmişti.
Bu şehir, Washington başkent olduğu, New York da dünyanın başka hiçbir yerine
benzemeyen nev-i şahsına münhasır bir şehir olduğu için, ortalama bir Amerikan
şehrini daha iyi anlayabilmemiz adına seçilmiş olan Minneapolis..
YAZI GÜLDÜRÜR, KIŞI SÜRÜNDÜRÜRMÜŞ : MINNEAPOLIS !
![]() |
Minneapolis - Skyway |
İlk durağımız Minneapolis oldu.
Uçaktan iner inmez, akşam yemeğine kadarki birkaç saatlik boşluğumuzda hemen
şehri az da olsa keşfetmeye çalışayım istedim. Otelimizin bulunduğu bölgeden
yaklaşık yarım saatlik yürüme çapında toplam 10 kişi gördüm sokakta! “Herhalde
bizim oraların Maslak’ı gibi bir yerde kalıyoruz, hep iş merkezleri ve plazalar
olduğu için bu saatlerde kimse yok” diye düşündüm. Meğer öyle değilmiş. Kış
mevsimi ciddi anlamda zor ve çetin geçen Minneapolis ’de eksi 30’ları bulan
soğuklar nedeniyle tüm şehri yukarıda resmini gördüğünüz “Skyway” adını verdikleri
geçitlerle örmüşler! Skyway’ler aracılığı ile neredeyse tüm binalar birbirine
bağlı ve ayağınızı sokağa değdirmeden, kilometrelerce yolu binaların içinden
geçerek yürüyüp gidebiliyorsunuz. Aynı bildiğimiz metro haritaları gibi “Skyway
haritaları” var ve hangi binadan hangi binaya geçiş yaparak gitmek istediğiniz
yere gidebileceğinizi planlayabiliyor, sincap misali binadan binaya sekerek
gideceğiniz yere varıyorsunuz! Sokaklarda kimsecikler olmamasının sebebi
meğerse buymuş! E kışın soğuktan koruyan Skywayler elbette yazın da sıcaktan ve
nemden koruyor. Gideceğin yere püfür püfür klimalar eşliğinde serin serin
gidiveriyorsunuz! Gerçi bu “klimalar” konusuna New York yazısında yeniden döneceğim! Şimdilik klimalara sempati duymaya devam. Ve ilk dersimizi çıkarıyoruz:
HER ŞEY İNSAN İÇİN!
Amerika’da daha önce bulunmuş
olmakla beraber, siyasi ve sosyo-ekonomik (böyle söyleyince çok sıkıcı oldu,
biliyorum ama bana güvenip okumaya devam edin) sistem hakkında bu kadar bilgiyi
en yetkili ağızlardan alabilme imkanım açıkcası olmamıştı. Hem yerel
yönetimlerde, hem daha sonra Washinton DC ’de
yaptığımız görüşmelerde en yetkili ağızlardan Amerika’nın bence tüm
dünyanın merak ettiği o meşhur “sistem”i hakkında bilgiler aldık. Örneğin Minneapolis,
sosyal güvenlik ve sosyal olanaklar açısından tüm ülkenin gurur duyduğu bir
örnek olmuş. Şehirdeki 3M, Best Buy gibi Fortune 100 firmalarının da etkisiyle
şehir yaşaması zevkli ve kolay bir şehir halini almış. Örneğin şehirde ilk
dikkatimi çeken ve hemen fotoğrafladığım “People Serving People” organizasyonu
gibi. Evsizler için gönüllüleri çalıştırdığını öğrendiğim, gerçekten örnek alınması
gereken harika bir model. İsminden anlaşıldığı gibi, insanlara hizmet eden
insanlar.. Sistem sadece bu imkanı sağlıyor. En çok etkilendiğim ise sosyal
yardımlaşmanın yanında, sosyal yardımlaşmayla gurur duyulması oldu. Şehrin
neresine baksanız bir sosyal yardım kurumu görüyorsunuz. Bu imkanların
oluşturulmasıyla şehir, geçmişte İskandinav ve Alman, şimdilerde ise başta
Somali ve Vietnamlıların artan göçlerine kucak açabilen, yaşam kalitesini
düşürmeyen, aksine yükseltebilen bir yapıya kavuşmuş. Şehirde ev sahipliği
oranı %72.9, Fortune 500 şirketlerinden tam 32 tanesi bu şehirde, kadınların
işgücüne katılma oranı %67.4 ve işsizlik oranı ülke ortalamasının bir hayli
altında: %7. Bu rakamlarla da karın kışın ortasında nasıl rahat bir yaşam
kurulduğu anlaşılıyor değil mi? Evsizlik varsa sosyal yardımlaşma var,
dondurucu soğuk varsa skyway’ler var. Burada her şey insan için!
Minneapolis’den bahsedip Amerika’nın
yerli halkı olan Kızılderililerden bahsetmemek mümkün değil tabii. Öncelikle
Minnesota eyaletinin ismi bile Kızılderililerden geliyor. Minnesota, Dakota
dilinde “bulutlu” anlamına gelen, kızılderilice bir söz. Minnesota bölgesine
ilk ayak basan “yabancılar” Fransızlar. Bölgedeki diğer Kızılderili kabilesi
olan Ojibway’lerin dilinde halen yer alan “Boozhoo” kelimesinin Fransızcadaki
“Bonjour”dan geldiğine inanılıyor. Fransızların başka diller konuşmama
konusundaki ısrarı düşünülürse, son derece olası bir iddia ;)
Bir ilginç bilgi
daha, Minnesota, telefon rehberinde en çok rastlanan ismin “Smith” olmadığı tek
Amerikan eyaleti. Smith yerine sarı sayfalarda en çok bulunan ismin “Peterson”
olması, İskandinav kökleri konusunda da ciddi bir bilgi veriyor! Bu arada biz
de kendisi Amerikan yerlisi soyundan gelen Profesör David Eugene Wilkins ’le
bir araya gelip bu müthiş kültür ve sistemdeki mevcut yeri hakkında merak
ettiklerimizi sorma fırsatı bulduk. Özetle, profesör kızılderili soyundan gelen
tüm entelektüellerin yapmaya çalıştığı gibi kültürlerinden ne kalmışsa koruma
konusunda çok hassas. Bu nedenle de arazi araçlarına, ya da futbol takımlarına
kızılderi kabilelerinin isimlerinin verilmesi konusuna daha dikkatli
davranılması gerektiğini düşünüyor. Kendimize de çok yakın bulduğumuz bu kültür
hakkında önemli bilgiler aldık ama içimizi kemiren “Kızılderililer Türk mü?” sorusunu sormadan kendisinden ayrıldık.
TAK ÇUBUĞA, BATIR YAĞA: MINNESOTA STATE FAIR!
İlk günden beri Amerikalı
meslektaşlarımızın içinde programımızda görünen “Minnesota State Fair”le ilgili
bir heyecan vardı ki sormayın.. “Minnesota State Fair” nedir diye sorarsanız,
“İzmir fuarının kovboycası” derim size. Dev bir fuar alanı; içinde lunaparktan
oyun alanlarına, yiyecek standlarından yarışmalara kadar her şey var. Ama bizim için en ilgi çekici
olan yiyeceklerdi! Burada her şey sopa ucunda ve her şey kızartılmış durumda.
Pizza bile çubuğun ucunda, bisküvi bile kızartılıp yeniyor. Tam bir “junk food”
çılgınlığı.. Yahu Oreo gibi şahane bir lezzet icad etmişsin, daha
onu neden kızartıyorsun? Ama kural öyle, burada her şey kızaracak, kaloriye
kalori eklenecek. Bir de her şey sopa ucunda olacak, hatta insanlar bile..
Bakınız:
Minnesota State Fair, inek
güzellik yarışmasından kongre adaylarının standlarına kadar ilginç bir deneyim
oldu bize. Burada en çok hoşuma giden şeylerden biri politikanın hayatın ve
eğlencenin de içinde olması.. Örneğin böyle bir fuarda adaylardan birinin
standı karşınıza çıkabiliyor, seçim ekibi size projelerini A’dan Z’ye sıkmadan
anlatabiliyor. Biz de Demokrat aday Jim Graves’in standı karşımıza çıkınca,
diğerlerinin de hakkı kalmasın diye Cumhuriyetçi ve bağımsız adayların
standlarını da bulup muhabbetimizi ettik. Türkiye’den geldiğimizi duyunca ciddi
ilgi gösterdiler. Aslında galiba Türkiye’den gelip kendilerine ilgi göstermemize daha da çok ilgi
gösterdiler! ;) Politikayı nasıl bu kadar eğlenceli hale getirdikleri konusuna seçimleri ve "convention"ları anlatırken döneceğim zaten.
Minneapolis seyahatimiz meşhur
fuar, görüşmeler, 11.000 kişilik dev 3M yerleşkesini ve pek çok yerel yöneticiyi
ziyaretle sona erdi, ver elini New York dedik.. Onu da bir sonraki yazıda
anlatıyor olacağım.
(Bir dahaki yazı: “Kalbim Ege’de,
ciğerim New York’da kaldı..”)
0 yorum:
Yorum Gönder