2 Ekim 2012 Salı

MACERA DOLU AMERİKA - I

Baştan söyleyeyim, bu bir ekonomi yazısı değil. Bir gezi yazısı değil. Bir politik analiz yazısı hiç değil.. Hepsinden biraz var, ama hiçbiri değil. Sadece geçtiğimiz ay  yaşadığımız Amerika serüvenini sizlerle paylaşacağım. Bunu da belki ilerde birileri film haklarını satın alır, trilyoner olurum düşüncesiyle "üçleme" olarak yazacağım... 

YTYA 2012
Öncelikle niye gittik? Ne işimiz vardı Amerika'da? Nedir kuzum bu YTYA? YTYA, yani “Young Turkey / Young Amerika” programı birkaç senedir düzenlenen ve iki ülkenin, kendi deyimleriyle, “Genç Liderlerini” bir araya getirip ikili ilişkileri hem sosyal ilişkiler, hem burada doğup yaşayacak yeni projelerle güçlendirmeyi amaçlayan bir program. İki bacağı var; tahmin ettiniz bile; Amerika ve Türkiye. Geçtiğimiz ay Türkiye Delegasyonu olarak biz Amerika’ya gittik, bahar aylarında ise Amerikan Delegasyonu Türkiye’ye gelip bizim misafirimiz olacak, birlikte Türkiye’de toplantılar yapacağız. Programın sponsoru ABD Dışişleri Bakanlığı. Organizatörleri ise Atlantic Council ve Sabancı Üniversitesi İstanbulPolitikalar Merkezi. Bu güçlü program ortakları sayesinde kitaplarından ya da yorumlarından tanıdığımız bir çok yazar, iş insanı, akademisyen ve politikacı ile birebir toplantılar yaptık. Dünya politikasına yön veren kişilere her aklımıza geleni sorabildik, merak ettiğimiz konularda en birinci ağızlardan fikirlerini alabildik. Daha önce üzerine defalarca yazmış olduğum Amerikan Ekonomisini yerinde görüp anlamak, neredeyse tüm girişimcilik konferanslarında konuştuğumuz “sistem”i daha yakından gözlemlemek ve bazı dersler çıkarmak şahsen benim için önemli fırsatlardı. Ama bence en önemlisi kariyer olarak çok ciddi benzerlikler gösterdiğimiz bence her biri birbirinden kıymetli, yeni Türk ve Amerikalı arkadaşlar edindik ve onlarla neredeyse hiç durmadan –geceli gündüzlü- beyin fırtınaları yaşadık.

Bu programa seçildiğimi öğrenir öğrenmez internetten ciddi bir araştırmaya girdim ve çok resmi ağızlardan yazılmış pek resmi metinler dışında pek de bir şey bulamadım açıkcası. Bu satırların okuyucuları resmi metinlerle olan aşk-nefret ilişkimi zaten gayet iyi bilirler. Bu yazıyı da hem bu güzel  deneyimi paylaşmak, hem de merak edenlere bir anlamda bir kaynak oluşturabilmek adına yazıyorum.

Bizim de programın Mart ayındaki Türkiye ayağında yapacağımız gibi; esas amaçlardan biri politik sohbetler ve oturumlar yapmanın yanında, her ülkenin diğer ülkenin kültürünü de deneyimlemesi aslında. Bu nedenle görülmesi farz olan ve çok yoğun toplantılarımızın olduğu New York ve Washington DC ’nin yanında üçüncü bir şehir de seçilmişti. Bu şehir, Washington başkent olduğu, New York da dünyanın başka hiçbir yerine benzemeyen nev-i şahsına münhasır bir şehir olduğu için, ortalama bir Amerikan şehrini daha iyi anlayabilmemiz adına seçilmiş olan Minneapolis..

YAZI GÜLDÜRÜR, KIŞI SÜRÜNDÜRÜRMÜŞ : MINNEAPOLIS !

Minneapolis - Skyway
İlk durağımız Minneapolis oldu. Uçaktan iner inmez, akşam yemeğine kadarki birkaç saatlik boşluğumuzda hemen şehri az da olsa keşfetmeye çalışayım istedim. Otelimizin bulunduğu bölgeden yaklaşık yarım saatlik yürüme çapında toplam 10 kişi gördüm sokakta! “Herhalde bizim oraların Maslak’ı gibi bir yerde kalıyoruz, hep iş merkezleri ve plazalar olduğu için bu saatlerde kimse yok” diye düşündüm. Meğer öyle değilmiş. Kış mevsimi ciddi anlamda zor ve çetin geçen Minneapolis ’de eksi 30’ları bulan soğuklar nedeniyle tüm şehri yukarıda resmini gördüğünüz “Skyway” adını verdikleri geçitlerle örmüşler! Skyway’ler aracılığı ile neredeyse tüm binalar birbirine bağlı ve ayağınızı sokağa değdirmeden, kilometrelerce yolu binaların içinden geçerek yürüyüp gidebiliyorsunuz. Aynı bildiğimiz metro haritaları gibi “Skyway haritaları” var ve hangi binadan hangi binaya geçiş yaparak gitmek istediğiniz yere gidebileceğinizi planlayabiliyor, sincap misali binadan binaya sekerek gideceğiniz yere varıyorsunuz! Sokaklarda kimsecikler olmamasının sebebi meğerse buymuş! E kışın soğuktan koruyan Skywayler elbette yazın da sıcaktan ve nemden koruyor. Gideceğin yere püfür püfür klimalar eşliğinde serin serin gidiveriyorsunuz! Gerçi bu “klimalar” konusuna New York yazısında yeniden döneceğim! Şimdilik klimalara sempati duymaya devam. Ve ilk dersimizi çıkarıyoruz:

HER ŞEY İNSAN İÇİN!

Amerika’da daha önce bulunmuş olmakla beraber, siyasi ve sosyo-ekonomik (böyle söyleyince çok sıkıcı oldu, biliyorum ama bana güvenip okumaya devam edin) sistem hakkında bu kadar bilgiyi en yetkili ağızlardan alabilme imkanım açıkcası olmamıştı. Hem yerel yönetimlerde, hem daha sonra Washinton DC ’de  yaptığımız görüşmelerde en yetkili ağızlardan Amerika’nın bence tüm dünyanın merak ettiği o meşhur “sistem”i hakkında bilgiler aldık. Örneğin Minneapolis, sosyal güvenlik ve sosyal olanaklar açısından tüm ülkenin gurur duyduğu bir örnek olmuş. Şehirdeki 3M, Best Buy gibi Fortune 100 firmalarının da etkisiyle şehir yaşaması zevkli ve kolay bir şehir halini almış. Örneğin şehirde ilk dikkatimi çeken ve hemen fotoğrafladığım “People Serving People” organizasyonu gibi. Evsizler için gönüllüleri çalıştırdığını öğrendiğim, gerçekten örnek alınması gereken harika bir model. İsminden anlaşıldığı gibi, insanlara hizmet eden insanlar.. Sistem sadece bu imkanı sağlıyor. En çok etkilendiğim ise sosyal yardımlaşmanın yanında, sosyal yardımlaşmayla gurur duyulması oldu. Şehrin neresine baksanız bir sosyal yardım kurumu görüyorsunuz. Bu imkanların oluşturulmasıyla şehir, geçmişte İskandinav ve Alman, şimdilerde ise başta Somali ve Vietnamlıların artan göçlerine kucak açabilen, yaşam kalitesini düşürmeyen, aksine yükseltebilen bir yapıya kavuşmuş. Şehirde ev sahipliği oranı %72.9, Fortune 500 şirketlerinden tam 32 tanesi bu şehirde, kadınların işgücüne katılma oranı %67.4 ve işsizlik oranı ülke ortalamasının bir hayli altında: %7. Bu rakamlarla da karın kışın ortasında nasıl rahat bir yaşam kurulduğu anlaşılıyor değil mi? Evsizlik varsa sosyal yardımlaşma var, dondurucu soğuk varsa skyway’ler var. Burada her şey insan için!

Minneapolis’den bahsedip Amerika’nın yerli halkı olan Kızılderililerden bahsetmemek mümkün değil tabii. Öncelikle Minnesota eyaletinin ismi bile Kızılderililerden geliyor. Minnesota, Dakota dilinde “bulutlu” anlamına gelen, kızılderilice bir söz. Minnesota bölgesine ilk ayak basan “yabancılar” Fransızlar. Bölgedeki diğer Kızılderili kabilesi olan Ojibway’lerin dilinde halen yer alan “Boozhoo” kelimesinin Fransızcadaki “Bonjour”dan geldiğine inanılıyor. Fransızların başka diller konuşmama konusundaki ısrarı düşünülürse, son derece olası bir iddia ;) 

Bir ilginç bilgi daha, Minnesota, telefon rehberinde en çok rastlanan ismin “Smith” olmadığı tek Amerikan eyaleti. Smith yerine sarı sayfalarda en çok bulunan ismin “Peterson” olması, İskandinav kökleri konusunda da ciddi bir bilgi veriyor! Bu arada biz de kendisi Amerikan yerlisi soyundan gelen Profesör David Eugene Wilkins ’le bir araya gelip bu müthiş kültür ve sistemdeki mevcut yeri hakkında merak ettiklerimizi sorma fırsatı bulduk. Özetle, profesör kızılderili soyundan gelen tüm entelektüellerin yapmaya çalıştığı gibi kültürlerinden ne kalmışsa koruma konusunda çok hassas. Bu nedenle de arazi araçlarına, ya da futbol takımlarına kızılderi kabilelerinin isimlerinin verilmesi konusuna daha dikkatli davranılması gerektiğini düşünüyor. Kendimize de çok yakın bulduğumuz bu kültür hakkında önemli bilgiler aldık ama içimizi kemiren “Kızılderililer Türk mü?” sorusunu sormadan kendisinden ayrıldık.


TAK ÇUBUĞA, BATIR YAĞA: MINNESOTA STATE FAIR!


İlk günden beri Amerikalı meslektaşlarımızın içinde programımızda görünen “Minnesota State Fair”le ilgili bir heyecan vardı ki sormayın.. “Minnesota State Fair” nedir diye sorarsanız, “İzmir fuarının kovboycası” derim size. Dev bir fuar alanı; içinde lunaparktan oyun alanlarına, yiyecek standlarından yarışmalara kadar  her şey var. Ama bizim için en ilgi çekici olan yiyeceklerdi! Burada her şey sopa ucunda ve her şey kızartılmış durumda. Pizza bile çubuğun ucunda, bisküvi bile kızartılıp yeniyor. Tam bir “junk food” çılgınlığı.. Yahu Oreo  gibi şahane bir lezzet icad etmişsin, daha onu neden kızartıyorsun? Ama kural öyle, burada her şey kızaracak, kaloriye kalori eklenecek. Bir de her şey sopa ucunda olacak, hatta insanlar bile.. Bakınız:


Minnesota State Fair, inek güzellik yarışmasından kongre adaylarının standlarına kadar ilginç bir deneyim oldu bize. Burada en çok hoşuma giden şeylerden biri politikanın hayatın ve eğlencenin de içinde olması.. Örneğin böyle bir fuarda adaylardan birinin standı karşınıza çıkabiliyor, seçim ekibi size projelerini A’dan Z’ye sıkmadan anlatabiliyor. Biz de Demokrat aday Jim Graves’in standı karşımıza çıkınca, diğerlerinin de hakkı kalmasın diye Cumhuriyetçi ve bağımsız adayların standlarını da bulup muhabbetimizi ettik. Türkiye’den geldiğimizi duyunca ciddi ilgi gösterdiler. Aslında galiba Türkiye’den gelip kendilerine ilgi göstermemize daha da çok ilgi gösterdiler! ;) Politikayı nasıl bu kadar eğlenceli hale getirdikleri konusuna seçimleri ve "convention"ları anlatırken döneceğim zaten.


Minneapolis seyahatimiz meşhur fuar, görüşmeler, 11.000 kişilik dev 3M yerleşkesini ve pek çok yerel yöneticiyi ziyaretle sona erdi, ver elini New York dedik.. Onu da bir sonraki yazıda anlatıyor olacağım.

(Bir dahaki yazı: “Kalbim Ege’de, ciğerim New York’da kaldı..”)

0 yorum:

Yorum Gönder