24 Aralık 2012 Pazartesi

Üniversite buluşmaları hız kesmiyor.. 1 hafta içerisinde 3 İstanbul ve 1 Bursa yaparak sanırım kendi rekorumu kırdım :) Haftasonunu, Bursa AIESEC 'in "Sürdürülebilir Başarı Platformu"nun konuşmacısı olarak Bursa'da geçirdikten sonra, 25 Aralık 2012 Salı günü Manivela Akademi'nin organizasyonunda İstanbul Üniversitesi "Endüstri ve Kalite Kulübü"nün davetlisi olarak Avcılar Kampüsü'nde olacağız.. Yine çok değerli konuşmacılarla birlikte paylaşımlarda bulunacağız.
Bekleriz..  

25 ARALIK SALI İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ'NDEYİZ..

Üniversite buluşmaları hız kesmiyor.. 1 hafta içerisinde 3 İstanbul ve 1 Bursa yaparak sanırım kendi rekorumu kırdım :) Haftasonunu, Bursa AIESEC 'in "Sürdürülebilir Başarı Platformu"nun konuşmacısı olarak Bursa'da geçirdikten sonra, 25 Aralık 2012 Salı günü Manivela Akademi'nin organizasyonunda İstanbul Üniversitesi "Endüstri ve Kalite Kulübü"nün davetlisi olarak Avcılar Kampüsü'nde olacağız.. Yine çok değerli konuşmacılarla birlikte paylaşımlarda bulunacağız.
Bekleriz..  

19 Aralık 2012 Çarşamba


Hiç hız kesmeden Üniversite konuşmalarına devam.. Bu hafta Yeditepe Üniversitesi'nde harika geçen ve devamını yapmayı kararlaştırarak bir kaç saatte ancak ayrılabildiğimiz buluşmadan sonra, 26'sında bu kez Beykent üniversitesi'ndeki arkadaşlarla buluşacağız.. Geçtiğimiz sene çok kıymetli ağabeyim Dr.Yaşar Erdinç hocanın ricası ile bankacılık derslerinde konuşmacı olmuştum ama bu kez sanırım daha kapsamlı bir buluşma olacak. 
Sabırsızlanıyorum..  

26 ARALIK ÇARŞAMBA GÜNÜ BEYKENT ÜNİVERSİTESİ 'NDEYİZ..


Hiç hız kesmeden Üniversite konuşmalarına devam.. Bu hafta Yeditepe Üniversitesi'nde harika geçen ve devamını yapmayı kararlaştırarak bir kaç saatte ancak ayrılabildiğimiz buluşmadan sonra, 26'sında bu kez Beykent üniversitesi'ndeki arkadaşlarla buluşacağız.. Geçtiğimiz sene çok kıymetli ağabeyim Dr.Yaşar Erdinç hocanın ricası ile bankacılık derslerinde konuşmacı olmuştum ama bu kez sanırım daha kapsamlı bir buluşma olacak. 
Sabırsızlanıyorum..  

15 Aralık 2012 Cumartesi

18 Aralık 2012 Salı günü Manivela Akademi ve Yeditepe Üniversitesi Girişimcilik Kulübü 'nün davetiyle Yeditepe Üniversitesi'nde yine öğrenci arkadaşlarla buluşacağız. Saat 12:00 - 14:00 saatleri arasında Üzeyir Garih Konferans Salonu'nda gerçekleşecek buluşmada Ufuk Açma Seansımızı bu kez de ilk kez gideceğim Yeditepe Üniversitesi'nde yapacağız. Hikayelerimizi anlatıp döneceğiz.. Keyifli bir organizasyon olacağını ümid ediyorum.. 


18 ARALIK SALI GÜNÜ YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ 'NDEYİZ..

18 Aralık 2012 Salı günü Manivela Akademi ve Yeditepe Üniversitesi Girişimcilik Kulübü 'nün davetiyle Yeditepe Üniversitesi'nde yine öğrenci arkadaşlarla buluşacağız. Saat 12:00 - 14:00 saatleri arasında Üzeyir Garih Konferans Salonu'nda gerçekleşecek buluşmada Ufuk Açma Seansımızı bu kez de ilk kez gideceğim Yeditepe Üniversitesi'nde yapacağız. Hikayelerimizi anlatıp döneceğiz.. Keyifli bir organizasyon olacağını ümid ediyorum.. 


3 Aralık 2012 Pazartesi


Size bu ay 36 yıl önce yapılmış tarihin en ballı spor anlaşmasını anlatacağım. Tekstil işiyle uğraşan iki kardeşin kurduğu bir basket takımı, yaptıkları tek bir anlaşma ve ömür boyu para sıkıntısı çekmeyecek olmalarının tuhaf hikayesi. Müthiş bir girişimcilik hikayesi mi sadece şans mı sonunda siz karar verin. “İnsan şansını kendini yaratır” lafına inanırım, ama bu sefer zarlar 7-7 gelmiş sanki? Buyrun siz karar verin..

1976 yılında o sıralar halen güç toplamaya çalışan şimdinin efsane Amerikan Basketbol Ligi NBA, bir başka basketbol ligi ile birleşme kararı alır. Bu lig American Basketball Association yani ABA’dır. İlginç bir ligdir çünkü, bugünkü basketbol oyununa üç sayılık çizgisini, All-Star oyunlarındaki smaç yarışmasını ve hatta alışıldık turuncu top dışında beyaz-mavi ve kırmızı renklerden oluşan topu hediye eden, işin gösteri kısmını çok iyi anlamış bir ligdir ABA. Lige şu an NBA’in en önemli takımlarından olan New York Knicks, Denver Nuggets, Indiana Pacers ve San Antonio Spurs da dahil. NBA’e alternatif olmak isteyen, pastadan pay almak isteyen, bunun için de oyunun ve gösterinin kurallarını değiştirmeyi bile göze alan bir ligdir.



İşte bu sıra dışı ama küçük ligin, NBA ‘e katılma kararı tüm takımlarda heyecan uyandırır. Virginia Squires ve Kentucky Colonels dışındaki 4 takım lige katılır. Lige katılamayan bir takım daha vardır: Ozzie ve Daniel Silna kardeşlerin sahip olduğu Spirits of St. Louis takımı.. İsmi bile film ismi gibi olan takımın gerçekten de film gibi olan hikayesi burada başlar işte. Lige katılamayan takımın sahiplerinin son derece mütevazı bir isteği vardır. Basit bir aritmetikle NBA’e şu öneriyi götürürler; kendi liglerinden NBA’e katılmış olan 4 takımın yayın gelirlerinin yedide birini NBA var olduğu müddetçe istemektedirler. O dönem için çok abartılı gelmeyen bu isteği NBA kabul eder ve ABA ile birleşir.

Ancak NBA’in abayı yaktığını görmek için sadece birkaç sene geçmesi kafidir. İlk sene Silna kardeşlerin kasasına bu anlaşmadan dolayı 521,000 dolar girer. Ancak gel zaman, git zaman NBA ‘in spor ve gösteri dünyasındaki yeri de büyükçe, işin rengi de değişmektedir tabii ki. Pazar gitgide büyür, getiriler artar. Sonuçta Silva kardeşlerin son 2010-2011 sezonunda parmaklarını kıpırdatmadan, şu anda ortada bile olmayan eski takımlarından dolayı, tamamen arkalarına yaslanarak kazandıkları para 17,4 milyon doları bulur! Bu dönem içerisinde hem NBA, hem diğer takımlar Silna kardeşlere son derece astronomik ve cazip teklifler götürürler. Ancak biraderlerin altın yumurtlayan tavuğu kesme gibi bir niyeti tabii ki yoktur!



36 yıllık hikayenin bu günlerde yeniden alevlenmesinin sebebi, açılmış olan bir dava. Hayır, diğer takımlar, bu takım artık ortada olmadığı için bu duruma itiraz ediyor değiller. Tam tersine davayı açanlar Silna biraderler. Spirits of St. Louis takımının eski sahiplerinin iddiası; 1976 yılında öngörülemeyecek olan sosyal medya, internet gibi yeni medya kanallarının da bu anlaşmanın içine katılması gerektiği. 36 yıl önce yapılmış olan anlaşmada günün şartlarıyla sadece ülke içi ve kablolu yayınlar belirtilmiş, ancak takımın sahiplerine göre “yeni medya” kanallarının tümü de bu anlaşmaya dahil edilmeli ve payları buna göre yeniden hesaplanmalı. Fikir vermesi açısından, NBA’in ESPN ve TNT kanalları ile son 8 yılda yaptığı yayın anlaşmasının toplam tutarı 7.4 milyar dolar! Evet, milyar.

Film tadındaki hikaye burada da bitmiyor. Silna kardeşler neredeyse tüm paralarını 2008 yılında patlak veren banker skandalıyla tanınan ve Amerika’nın Kastelli’si olarak bilinen Bernard Madoff’a kaptırıyorlar. Silna kardeşler Madoff’a tam olarak ne kadar kaptırdıklarını hiçbir zaman telaffuz etmeseler de, servetlerinin ciddi bir kısmından bahsediliyor. Neyse ki anlaşmalar devam ediyor, altın yumurtlayan ve şu anda kümeste bile bulunmayan tavuk Silna kardeşleri beslemeye devam ediyor. Konuyla ilgili olarak konuşmayı reddeden sadece Silna’lar değil, diğer takım yöneticileri de 36 yıl önceki olayı vahim bir hata olarak nitelendiriyor ve konu hakkında mahkemeler haricinde görüş bildirmemeyi tercih ediyor! Ara sıra da olsa konuşanlardan da durumun kendilerince vehametini anlamak pekala mümkün. Örneğin Indiana Pacers takımın başkanı Donnie Walsh, konu kendisine hatırlatıldığında “Bu konuyu her hatırladığımda kalbime bir hançer saplanıyor!” gibi abartılı bir ifadeyle cevap veriyor. Ne de olsa her sezon yayın gelirlerinin yedide birini birine yediriyor.  



Aynı olay Türkiye’de yaşansaydı sonuç ne olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Sanırım şöyle olurdu, Silna kardeşler birkaç sene bu geliri aldıktan sonra lig ince bir manevrayla NBA’den ÖzNBA’e devşirilirdi. Kanuni hakların yeni lig için oluşmaması sağlanır, herkes rahat bir nefes alırdı! Amerikalılar bu noktada bizim kadar yaratıcı olamamışlar ilginç bir şekilde! Ne de olsa bu coğrafyanın en sevdiği laflardan birisidir; demokrasilerde çare tükenmez!

      


TÜM ZAMANLARIN EN KARLI SPOR ANLAŞMASI


Size bu ay 36 yıl önce yapılmış tarihin en ballı spor anlaşmasını anlatacağım. Tekstil işiyle uğraşan iki kardeşin kurduğu bir basket takımı, yaptıkları tek bir anlaşma ve ömür boyu para sıkıntısı çekmeyecek olmalarının tuhaf hikayesi. Müthiş bir girişimcilik hikayesi mi sadece şans mı sonunda siz karar verin. “İnsan şansını kendini yaratır” lafına inanırım, ama bu sefer zarlar 7-7 gelmiş sanki? Buyrun siz karar verin..

1976 yılında o sıralar halen güç toplamaya çalışan şimdinin efsane Amerikan Basketbol Ligi NBA, bir başka basketbol ligi ile birleşme kararı alır. Bu lig American Basketball Association yani ABA’dır. İlginç bir ligdir çünkü, bugünkü basketbol oyununa üç sayılık çizgisini, All-Star oyunlarındaki smaç yarışmasını ve hatta alışıldık turuncu top dışında beyaz-mavi ve kırmızı renklerden oluşan topu hediye eden, işin gösteri kısmını çok iyi anlamış bir ligdir ABA. Lige şu an NBA’in en önemli takımlarından olan New York Knicks, Denver Nuggets, Indiana Pacers ve San Antonio Spurs da dahil. NBA’e alternatif olmak isteyen, pastadan pay almak isteyen, bunun için de oyunun ve gösterinin kurallarını değiştirmeyi bile göze alan bir ligdir.



İşte bu sıra dışı ama küçük ligin, NBA ‘e katılma kararı tüm takımlarda heyecan uyandırır. Virginia Squires ve Kentucky Colonels dışındaki 4 takım lige katılır. Lige katılamayan bir takım daha vardır: Ozzie ve Daniel Silna kardeşlerin sahip olduğu Spirits of St. Louis takımı.. İsmi bile film ismi gibi olan takımın gerçekten de film gibi olan hikayesi burada başlar işte. Lige katılamayan takımın sahiplerinin son derece mütevazı bir isteği vardır. Basit bir aritmetikle NBA’e şu öneriyi götürürler; kendi liglerinden NBA’e katılmış olan 4 takımın yayın gelirlerinin yedide birini NBA var olduğu müddetçe istemektedirler. O dönem için çok abartılı gelmeyen bu isteği NBA kabul eder ve ABA ile birleşir.

Ancak NBA’in abayı yaktığını görmek için sadece birkaç sene geçmesi kafidir. İlk sene Silna kardeşlerin kasasına bu anlaşmadan dolayı 521,000 dolar girer. Ancak gel zaman, git zaman NBA ‘in spor ve gösteri dünyasındaki yeri de büyükçe, işin rengi de değişmektedir tabii ki. Pazar gitgide büyür, getiriler artar. Sonuçta Silva kardeşlerin son 2010-2011 sezonunda parmaklarını kıpırdatmadan, şu anda ortada bile olmayan eski takımlarından dolayı, tamamen arkalarına yaslanarak kazandıkları para 17,4 milyon doları bulur! Bu dönem içerisinde hem NBA, hem diğer takımlar Silna kardeşlere son derece astronomik ve cazip teklifler götürürler. Ancak biraderlerin altın yumurtlayan tavuğu kesme gibi bir niyeti tabii ki yoktur!



36 yıllık hikayenin bu günlerde yeniden alevlenmesinin sebebi, açılmış olan bir dava. Hayır, diğer takımlar, bu takım artık ortada olmadığı için bu duruma itiraz ediyor değiller. Tam tersine davayı açanlar Silna biraderler. Spirits of St. Louis takımının eski sahiplerinin iddiası; 1976 yılında öngörülemeyecek olan sosyal medya, internet gibi yeni medya kanallarının da bu anlaşmanın içine katılması gerektiği. 36 yıl önce yapılmış olan anlaşmada günün şartlarıyla sadece ülke içi ve kablolu yayınlar belirtilmiş, ancak takımın sahiplerine göre “yeni medya” kanallarının tümü de bu anlaşmaya dahil edilmeli ve payları buna göre yeniden hesaplanmalı. Fikir vermesi açısından, NBA’in ESPN ve TNT kanalları ile son 8 yılda yaptığı yayın anlaşmasının toplam tutarı 7.4 milyar dolar! Evet, milyar.

Film tadındaki hikaye burada da bitmiyor. Silna kardeşler neredeyse tüm paralarını 2008 yılında patlak veren banker skandalıyla tanınan ve Amerika’nın Kastelli’si olarak bilinen Bernard Madoff’a kaptırıyorlar. Silna kardeşler Madoff’a tam olarak ne kadar kaptırdıklarını hiçbir zaman telaffuz etmeseler de, servetlerinin ciddi bir kısmından bahsediliyor. Neyse ki anlaşmalar devam ediyor, altın yumurtlayan ve şu anda kümeste bile bulunmayan tavuk Silna kardeşleri beslemeye devam ediyor. Konuyla ilgili olarak konuşmayı reddeden sadece Silna’lar değil, diğer takım yöneticileri de 36 yıl önceki olayı vahim bir hata olarak nitelendiriyor ve konu hakkında mahkemeler haricinde görüş bildirmemeyi tercih ediyor! Ara sıra da olsa konuşanlardan da durumun kendilerince vehametini anlamak pekala mümkün. Örneğin Indiana Pacers takımın başkanı Donnie Walsh, konu kendisine hatırlatıldığında “Bu konuyu her hatırladığımda kalbime bir hançer saplanıyor!” gibi abartılı bir ifadeyle cevap veriyor. Ne de olsa her sezon yayın gelirlerinin yedide birini birine yediriyor.  



Aynı olay Türkiye’de yaşansaydı sonuç ne olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Sanırım şöyle olurdu, Silna kardeşler birkaç sene bu geliri aldıktan sonra lig ince bir manevrayla NBA’den ÖzNBA’e devşirilirdi. Kanuni hakların yeni lig için oluşmaması sağlanır, herkes rahat bir nefes alırdı! Amerikalılar bu noktada bizim kadar yaratıcı olamamışlar ilginç bir şekilde! Ne de olsa bu coğrafyanın en sevdiği laflardan birisidir; demokrasilerde çare tükenmez!

      


26 Kasım 2012 Pazartesi

28 Kasım 2012 günü saat 12:00 'de Kadir Has Üniversitesi 'nin nazik davetiyle öğrenci arkadaşlarla buluşacağım. Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS) dersinde "Kurumsal Sosyal Sorumluluk" ve "Sosyal Sorumlu Liderlik" gibi konular üzerine konuşacağız. Buradan hep belirttiğim gibi, davet edildiğim okul toplantıları bana her zaman inanılmaz bir keyif veriyor, umarım keyifli ve ilginç bir ders olacak ve birbirimizden yeni şeyler öğreneceğiz yine..  


I’ll be the guest lecturer at Kadir Has University on 28th November 2012, Wednesday and will be lecturing about “Corporate Social Responsibility” and “Socially Responsible Leadership”. School meetings, conferences and lectures always give me great joy and excitement as well.
So I’m looking forward to meeting new students for interaction and inspiration.. as always.

KADİR HAS ÜNİVERSİTESİ'NDEYİZ..

28 Kasım 2012 günü saat 12:00 'de Kadir Has Üniversitesi 'nin nazik davetiyle öğrenci arkadaşlarla buluşacağım. Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS) dersinde "Kurumsal Sosyal Sorumluluk" ve "Sosyal Sorumlu Liderlik" gibi konular üzerine konuşacağız. Buradan hep belirttiğim gibi, davet edildiğim okul toplantıları bana her zaman inanılmaz bir keyif veriyor, umarım keyifli ve ilginç bir ders olacak ve birbirimizden yeni şeyler öğreneceğiz yine..  


I’ll be the guest lecturer at Kadir Has University on 28th November 2012, Wednesday and will be lecturing about “Corporate Social Responsibility” and “Socially Responsible Leadership”. School meetings, conferences and lectures always give me great joy and excitement as well.
So I’m looking forward to meeting new students for interaction and inspiration.. as always.

22 Kasım 2012 Perşembe



6 Ağustos günü akşam Twitter’da yer alan yalan bir haber inanılmaz büyüklükte bir ekonomik etkiye neden oldu! Rus İçişleri Bakanı Vladimir Kolokoltsev adına açılmış ve sonradan sahte olduğu anlaşılan hesaptan gelen "Esad’ın öldürüldüğü" haberi zincirleme bir etki yarattı. Haber yayıldı, 30 dakika içinde petrol fiyatları 90.82 dolardan 92 dolara çıktı! Kaldıraçlı ürünlerin sık kullanıldığı emtia piyasalarında bu değişikliğin ciddi büyüklüğünü ifade etmek bir hayli zor. Dahası uzmanlar ciddi bir şekilde, Twitter’ın spekülatif bir yöntem olarak yerleşmesinden korkuyor. 

Yani “Bebek’te kahve keyfi” tweetlerinin yerini yakında “Bebek’te spekülasyon keyfi” alırsa şaşırmayalım.. 

HASHTAG: #SPEKULASYON !



6 Ağustos günü akşam Twitter’da yer alan yalan bir haber inanılmaz büyüklükte bir ekonomik etkiye neden oldu! Rus İçişleri Bakanı Vladimir Kolokoltsev adına açılmış ve sonradan sahte olduğu anlaşılan hesaptan gelen "Esad’ın öldürüldüğü" haberi zincirleme bir etki yarattı. Haber yayıldı, 30 dakika içinde petrol fiyatları 90.82 dolardan 92 dolara çıktı! Kaldıraçlı ürünlerin sık kullanıldığı emtia piyasalarında bu değişikliğin ciddi büyüklüğünü ifade etmek bir hayli zor. Dahası uzmanlar ciddi bir şekilde, Twitter’ın spekülatif bir yöntem olarak yerleşmesinden korkuyor. 

Yani “Bebek’te kahve keyfi” tweetlerinin yerini yakında “Bebek’te spekülasyon keyfi” alırsa şaşırmayalım.. 

30 Ekim 2012 Salı


Bugüne kadar genellikle önemli girişimcilerin, dünyaca ünlü iktisatçıların ya da ekonomi gündemine yöne veren kişilerin hikayelerini okudunuz bu sayfalarda. Önemli başarılara imza atmış genellikle dünyaca tanınan ve alıştığımız anlamda “başarılı” kişilerin. Bu kez çok farklı bir hikaye paylaşacağım sizinle. İçinde girişimcilik, başarısızlık, karakter, başarı ve alınabilecek bir yığın dersle birlikte. Steve Jobs ’ın ya da Bill Gates ’in değil,  İçliköfteci Ali Topçuoğlu’nun hikayesini anlatacağım size..

Hikayemiz 1987 yılında Kahramanmaraş’ta başlıyor. Bakliyat ticareti yapan Ali Topçuoğlu, bir arkadaşının borcuna kefil olur. Arkadaşı borcunu ödemeyince varlıklı sayılabilecek bir tüccar olan Ali Bey tüm mal varlığını kaybeder. Gururu yüzünden artık daha fazla memleketinde kalamayacağını hissedince eşi Fatma hanımı alıp İstanbul’un yolunu tutar. Bir süre iş arar ancak kimi işleri kendisine göre bulmaz, kimi işler de onu beğenmez. Böyle arayış ve umutsuzlukla geçen ayların sonunda bir akşam, umutların tükenmeye başladığı bir anda eşi Ali amcaya hayatlarını değiştirecek o soruyu sorar: “İçli köfte yapsam, satar mısın?” Seyyar satıcılığı kendisine pak konduramasa da artık başka seçeneği olmadığını gören Ali amca eşinin bir gece önce yaptığı içli köfteleri bir sepete doldurarak Taksim İstiklal Caddesi ’nde satmaya başlar.

Sermayesi bir minik piknik tüpü ve biraz malzeme olan bu iş bir süre sonra maddi zorluklar nedeniyle Maraş’ta bırakmak zorunda kaldığı altı çocuğunu İstanbul’a getirebileceği bir duruma getirir Topçuoğlu ailesini. Mütevazı bir ev tutup çocuklarını da yanlarına alabilmenin mutluluğunu yaşarlar kısa bir zaman içinde. Bu sırada hem lezzetli içli köfteler, hem de çevredeki kahvehanelerde olanca nezaketi ile içliköftesini satan Ali amca, tertemiz kıyafetleri, boynunda kravatı, bembeyazönlüğü ile dikkat çekmeye başlamıştır. Çevre kahvehanelerin yerini restoranlar, kafeler, hatta geceleri klüpler almaya başlar. Ali amcanın Taksim’de giremediği mekan, içli köftesini tattırmadığı müşteri neredeyse kalmamıştır. En şık kafe ve gece klüplerinden, en sert rock barlara kadar öğlenden sonra ikide de, gecenin üçünde de  Ali amcayı elinde içli köftesi ve gülen yüzüyle görebileceğiniz günlerdir bunlar. Hem zarafeti, hem hikayesi ile, sohbet etmeyi pek sevmese de, ettiği herkesi etkileyebilen tertemiz bir amcadır Ali amca. İçli köftenin şöhreti dilden dile yayılır ve sadece Taksim’deki mekanlara değil, İstanbul’un dünyaca ünlü iki önemli zincir otel markasına da içli köfte vermeye başlar. Artık işler  büyümeye başlamıştır. İki otelin katılması işleri hızlandırırken, bir de kantin işletmesi alır Topçuoğlu ailesi ve eleleverip geceyi gündüze katarak çalışmaya devam eder.

Bu tempo ve çalışkanlıkla on beş seneye yakın bir zaman sonunda tüm borçlarını sıfırlayabilmeyi başarır Ali bey kaptanlığındaki Topçuoğlu ailesi. Ne Kahramanmaraş’tan süren borçlar, ne tefeci borçları, artık hiçbiri kalmamıştır. On beş sene geceli gündüzlü, bazen günde yirmi saatin üstünde çalışarak sonunda ömründe önlüğünün beyazlığında bir sayfayı açmayı başarmıştır Ali amca. Daha zengin olma hırsı değil ama yaşadıkları, çocuklarına sağlam bir gelecek kurması yönünde motive eder Ali amcayı ve 2004 yılında çocuklarıyla birlikte işletecekleri “Sabırtaşı” isimli restoranlarını açarlar. Sabırtaşı, senelerce Ali amcanın içliköfte sattığı minik tezgahının üzerinde yazan, adeta tüm hikayesini dokuz harfte anlatan bir kelimedir. "Sabırtaşı"..

Restoranı çocuklarına emanet ederek sokaklarda satış yapmaya devam eden Ali amca 2009 yılında vefat eder.Geride yirmi küsür sene süren inanılmaz bir çalışma temposu, el emeğiyle ödenmiş yüzbinler tutan borçlar, alın teriyle kurulmuş bir restoran ve girişimcilik günlerinde hırslı gençlerin hırsını biraz da olsa törpüleyebilmek için anlatılacak muhteşem hayat hikayesini bırakarak..  

Apple’ların, Virgin’lerin,muhteris girişimcilerin ve hırslı patronların hikayelerinin yanında Ali amcanın tevazu ve ders dolu “Züğürt Ağa” hikayesi, aslında başlı başına üniversitelerin girişimcilik derslerinde okutulabilecek türden gerçek bir “ders”! Hedefe yılmadan, terlemeden, düşsen de yeniden doğrularak koşmak gibi erdemli derslerin yanında, biz Türklerin pek meraklı olduğu “Kaç içli köfte satsan beş yüz bin lira eder?” gibi modern matematiğin konusuna giren dersler de var bu hikayede. Ama bence en önemlisi; herkesin Steve Jobs olmak istediği bir dünyada Ali Topçuoğlu olmayı istemek. 
Var mısınız? 

İÇLİ BİR GİRİŞİMCİLİK HİKAYESİ


Bugüne kadar genellikle önemli girişimcilerin, dünyaca ünlü iktisatçıların ya da ekonomi gündemine yöne veren kişilerin hikayelerini okudunuz bu sayfalarda. Önemli başarılara imza atmış genellikle dünyaca tanınan ve alıştığımız anlamda “başarılı” kişilerin. Bu kez çok farklı bir hikaye paylaşacağım sizinle. İçinde girişimcilik, başarısızlık, karakter, başarı ve alınabilecek bir yığın dersle birlikte. Steve Jobs ’ın ya da Bill Gates ’in değil,  İçliköfteci Ali Topçuoğlu’nun hikayesini anlatacağım size..

Hikayemiz 1987 yılında Kahramanmaraş’ta başlıyor. Bakliyat ticareti yapan Ali Topçuoğlu, bir arkadaşının borcuna kefil olur. Arkadaşı borcunu ödemeyince varlıklı sayılabilecek bir tüccar olan Ali Bey tüm mal varlığını kaybeder. Gururu yüzünden artık daha fazla memleketinde kalamayacağını hissedince eşi Fatma hanımı alıp İstanbul’un yolunu tutar. Bir süre iş arar ancak kimi işleri kendisine göre bulmaz, kimi işler de onu beğenmez. Böyle arayış ve umutsuzlukla geçen ayların sonunda bir akşam, umutların tükenmeye başladığı bir anda eşi Ali amcaya hayatlarını değiştirecek o soruyu sorar: “İçli köfte yapsam, satar mısın?” Seyyar satıcılığı kendisine pak konduramasa da artık başka seçeneği olmadığını gören Ali amca eşinin bir gece önce yaptığı içli köfteleri bir sepete doldurarak Taksim İstiklal Caddesi ’nde satmaya başlar.

Sermayesi bir minik piknik tüpü ve biraz malzeme olan bu iş bir süre sonra maddi zorluklar nedeniyle Maraş’ta bırakmak zorunda kaldığı altı çocuğunu İstanbul’a getirebileceği bir duruma getirir Topçuoğlu ailesini. Mütevazı bir ev tutup çocuklarını da yanlarına alabilmenin mutluluğunu yaşarlar kısa bir zaman içinde. Bu sırada hem lezzetli içli köfteler, hem de çevredeki kahvehanelerde olanca nezaketi ile içliköftesini satan Ali amca, tertemiz kıyafetleri, boynunda kravatı, bembeyazönlüğü ile dikkat çekmeye başlamıştır. Çevre kahvehanelerin yerini restoranlar, kafeler, hatta geceleri klüpler almaya başlar. Ali amcanın Taksim’de giremediği mekan, içli köftesini tattırmadığı müşteri neredeyse kalmamıştır. En şık kafe ve gece klüplerinden, en sert rock barlara kadar öğlenden sonra ikide de, gecenin üçünde de  Ali amcayı elinde içli köftesi ve gülen yüzüyle görebileceğiniz günlerdir bunlar. Hem zarafeti, hem hikayesi ile, sohbet etmeyi pek sevmese de, ettiği herkesi etkileyebilen tertemiz bir amcadır Ali amca. İçli köftenin şöhreti dilden dile yayılır ve sadece Taksim’deki mekanlara değil, İstanbul’un dünyaca ünlü iki önemli zincir otel markasına da içli köfte vermeye başlar. Artık işler  büyümeye başlamıştır. İki otelin katılması işleri hızlandırırken, bir de kantin işletmesi alır Topçuoğlu ailesi ve eleleverip geceyi gündüze katarak çalışmaya devam eder.

Bu tempo ve çalışkanlıkla on beş seneye yakın bir zaman sonunda tüm borçlarını sıfırlayabilmeyi başarır Ali bey kaptanlığındaki Topçuoğlu ailesi. Ne Kahramanmaraş’tan süren borçlar, ne tefeci borçları, artık hiçbiri kalmamıştır. On beş sene geceli gündüzlü, bazen günde yirmi saatin üstünde çalışarak sonunda ömründe önlüğünün beyazlığında bir sayfayı açmayı başarmıştır Ali amca. Daha zengin olma hırsı değil ama yaşadıkları, çocuklarına sağlam bir gelecek kurması yönünde motive eder Ali amcayı ve 2004 yılında çocuklarıyla birlikte işletecekleri “Sabırtaşı” isimli restoranlarını açarlar. Sabırtaşı, senelerce Ali amcanın içliköfte sattığı minik tezgahının üzerinde yazan, adeta tüm hikayesini dokuz harfte anlatan bir kelimedir. "Sabırtaşı"..

Restoranı çocuklarına emanet ederek sokaklarda satış yapmaya devam eden Ali amca 2009 yılında vefat eder.Geride yirmi küsür sene süren inanılmaz bir çalışma temposu, el emeğiyle ödenmiş yüzbinler tutan borçlar, alın teriyle kurulmuş bir restoran ve girişimcilik günlerinde hırslı gençlerin hırsını biraz da olsa törpüleyebilmek için anlatılacak muhteşem hayat hikayesini bırakarak..  

Apple’ların, Virgin’lerin,muhteris girişimcilerin ve hırslı patronların hikayelerinin yanında Ali amcanın tevazu ve ders dolu “Züğürt Ağa” hikayesi, aslında başlı başına üniversitelerin girişimcilik derslerinde okutulabilecek türden gerçek bir “ders”! Hedefe yılmadan, terlemeden, düşsen de yeniden doğrularak koşmak gibi erdemli derslerin yanında, biz Türklerin pek meraklı olduğu “Kaç içli köfte satsan beş yüz bin lira eder?” gibi modern matematiğin konusuna giren dersler de var bu hikayede. Ama bence en önemlisi; herkesin Steve Jobs olmak istediği bir dünyada Ali Topçuoğlu olmayı istemek. 
Var mısınız? 

23 Ekim 2012 Salı


(Kitap diliyle; "Geçtiğimiz ay katılmış olduğum ve Türkiye ve Amerika'dan seçilmiş 'Geleceğin Liderleri'ni buluşturan Young Turkey/Young America programı" ile ilgili izlenimlerimin ikinci bölümü..  Bana sorarsanız "Batının iyi yönlerini alalım" yazı serimin ikincisi.. Yazar, bu yazıda ana fikir olarak püskevite hitap etmekte ve "Anne bizde niye yok?!" demektedir.) 

KALBİM EGE’DE, CİĞERİM NEW YORK’TA KALDI..

İkinci durağımız New York’tu.. Bizim kültürümüzle de epeyce ilgilenen grubumuza MFÖ’nün “New York sokaklarında” şarkısını gönderdim ilk günün sabahında. Mazhar Ağabey’in dediği gibi de, “Memleketi düşündüm, New York sokaklarında.” New York başlı başına ciddi bir ihtişam tabii ki, dünyanın başkenti demek kesinlikle yanlış olmaz. Gerçekten Frank Sinatra’nın söylediği gibi uyumayan şehir. Yalnız Manhattan’da kaldığımız için sanırım, beni son derece bastı NY. Hep bir gökyüzü aradım ama en azından Manhattan’da gökyüzü yok. Sonsuza uzanan binalar var sadece.. Anladım ki ben gökyüzünü görmeden yaşayamam! (Yazar burada; balık burcu olmasının da avantajından faydalanarak romantik kadın okuyucuları hedeflemektedir.) 

Buralarda bi gökyüzü olacaktı?!?

Central Park büyük keyif. Şehrin ortasında bir vaha. Anlatmaya gerek yok, bir kısmınız benden çok daha iyi, biliyor New York’u, o yüzden genel bilgi vermektense kendi gözümden yazacağım. Kendi ciğerimden desem daha doğru olur aslında, çünkü ciğerimi New York’ta bıraktım. Hayır, kalbim Ege’de kaldı tarzı bir romantizm değil bahsettiğim. Amerikalıların klima ve Air Condition aşkı nedeniyle gerçekten ciğerimi NY’da bırakıp döndüm. Kapalı mekanlar gerçekten herhalde 10 dereceler civarında seyrediyordu. Sıcak-soğuk-sıcak-soğuk temposu beni ve birkaç arkadaşımı daha hasta etmeye yetti. Araçlarda klima, metroda klima, mekanlarda zaten klima.. canımıza okumaya yetti. Ben tam anlamıyla yataklara düştüm ama diğer taraftan da toplantıları kaçırma endişesi. Yine Mazhar ağabey’in dediği gibi “Vitaminler avuç avuç” moduna geçerek New York’u tamamlayabildim.

New York’ta benim borsa geçmişimden dolayı en çok ilgimi çeken görüşmelerden birisi New York Stock Exchange oldu. Burada seansın açılmasıyla birlikte “trading floor” yani işlemlerin yapıldığı kata girme şansımız oldu. Tabi hem yaz aylarında genelde piyasaların yavaşlaması, hem de artık (bizde de olduğu gibi) bilgisayarla işlemlerin direkt gönderilmesi nedeniyle işlem salonu hayli durgundu. Ağzından köpükler saçarak koşuşturan brokerlar görmeyi bekleyen arkadaşlarım bir miktar hayal kırıklığına uğramış olsa da, senelerdir merak ettiğim bir yeri daha görmek beni mutlu etti. Yine de Victoria’s Secret’ın işleme açıldığı ve meleklerin açılış gongunu çaldığı gün orada olmayı tercih ederdim tabii ki! ;)   


New York’taki en önemli duraklardan biri de Dünya Ticaret Merkezi’nin eskiden bulunduğu yerde saldırıdan sonra yapılmış olan 11 Eylül anıtıydı. Saldırıdan sonra binlerce proje arasından seçilmiş bu siyah havuz. Etrafında hayatını kaybedenlerin isimleri yazıyor. 


11 Eylül saldırıları hiç süphesiz ki tüm Amerikalılar için çok büyük bir travma. 9/11 bölgesinde dallarını demir halatlarla ve kalın iplerle tutturdukları bir ağaç dikkatimi çekti. Ağaç saldırıdan sonra göçüklerin altından canlı kurtulmayı başarmış! Onlar da bu ağacı umudun ve yeniden dirilişin simgesi olarak yaşatmayı ve güçlendirmeyi kafaya koymuşlar. 



“Survivor Tree” sökülüp başka bir yerde desteklenip adeta yeniden canlandırıldıktan sonra aynı yere dikilmiş. Onca karanlığın içinde yemyeşil duruyor.. Dallarına dikkatli bakınca tüm kırıkları, derin yaraları ile ne kadar çok hasar gördüğü görülüyor.

Metropolitan Müzesi, Central Park, NYSE, 9/11 Memorial gibi görülmesi şart olan yerlerini görüp dört güne sayısız toplantı sığdırdıktan sonra trene atlayıp 1 hafta kalacağımız Washington DC ‘ye geçtik..


Önemli PS: New York'ta bir de şu "Tip" meselesi belimizi büktü yahu. Tamam hizmet aldığınız kişinin motivasyonu çok önemlidir de, %20-25 bahşiş mi olur arkadaş?!

HER ŞEYİ BİLEN PAPYONLU ADAMLARIN MEMLEKETİ : WASHINGTON DC

NY’un ardından durağımız yolculuğumuzun en uzun ve en dolu kısmı olan Washington DC oldu. Washington DC bu üç durak arasında benim açık ara favorim oldu. Washington DC ‘yi tek cümleyle anlatmak gerekirse; “Her şeyi bilip hiç bir şeyi bilmiyormuş gibi yapan papyonlu kibar adamların şehri!” Özellikle NY’dan sonra DC’nin geniş caddeleri, kibarlıktan yıkılan şık insanları, tertemiz metroları, bence harika tabiatı bir hayli iyi geldi. Washington DC ile ilgili ilk anlatmam gereken şey; Washington’luların adeta kanayan yarası "Taxation without representation" yani temsil edilmeden vergilendirilme konusu.. Washington federal bütçeye vergi ödemesine rağmen kongrede temsil edilmiyor. Bunu dillendirmek adına da bu sloganı tüm araç plakalarında taşıyorlar. 2000 yılında alınan bir kararla tüm araçların plakalarında "Taxation without representation" ibaresi yer alıyor. O kadar ki bu konuya destek amacıyla saksafoncu Başkan Bill Clinton başkanlığı döneminde makam limuzininin plakasında bile bunu taşımış..

Benim DC izlenimlerime gelirsek.. Öncelikle burada yaptığımız görüşmelerden bir cümleyle bahsetmek gerekirse, tüm programın en üst düzey ve en dolu görüşmelerini burada yaptık. Kendi adıma, çok faydalandığımı söylemem gerek. Oralardan buralar nasıl görünüyor, Türkiye’nin gelecekteki önemi, oralardaki işleyişler.. tüm bunları üçlemenin son yazısına bıraktım. (“Az sonra!” durumu yani) Ama hayatım boyunca unutmayacağım insanlar dinleyip hayatım boyunca unutmayacağım laflar not ettiğimi söyleyebilirim. 30 sene sonra geri dönüp bakacağım notlarla döndüm.



Tüm DC seyahati boyunca aklımdan çok sevdiğim, hatta Facebook duvarımda da paylaştığım Bertrand Russell’ın  “Bilenler hep kuşku içindeyken, cahiller küstahça kendinden emindir.” lafı geçti durdu. Bilgiyi paylaşmanın ağırlığından mıdır, “çok bilenin hiç bilmediğini bilmesinden” midir bilmiyorum ama hayatta her zaman çok şey bilen insanların hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmaları beni burada da bir kez daha düşündürdü. Diğer yandan, bizim milletçe pek sevmediğimiz, hatta belki biraz da utandığımız “Bilmiyorum” kelimesinin aşağı yukarı diğer tüm kültürlerde bu kadar rahatça kullanılmasının da üstüne ciddi bir şekilde düşünülmesi gerekir bence.

Amerika’nın NY hariç tüm eyaletlerinde görüp kıskandığım bir diğer konu da bisikletleriyle olan ilişkileri. Gerek bu blogu okuyanlar, gerekse kariyer günleri konuşmalarını dinleyenler bisikletle medeniyet arasında var olduğuna inandığım birebir ilişkiyi bilirler. Buna artık tamamen emin oldum. Metrolarda, otobüslerde ve en önemlisi de yollarda bisiklet için daima bir yer var. Otobüse bisikletle binip içeride bisikletinizi asabiliyorsunuz. Daha önce Londra’da da kullandığım ve şimdilerde bizde de oluşmaya başlayan bisiklet kiralama sistemi de özellikle Pazar gezintilerimizin değişmezi oldular.


Beyaz Saray, programımızın daha yoğun bir kısmının geçtiği kongre binası ve DC’deki bir çok bina nispeten tarihi. Amerikalı arkadaşlarımızdan birisi “Sizlere bu binalar tarihi bina demek ayıp tabii, İstanbul’dakilerle kıyasla bunlar daha dün yapılmış gibi” diyerek durumu özetledi aslında. Ama bu binaların da hakkını yememek lazım, özenli mimariyle yapılmış güzel tarihi binalar bunlar. Bu binaların çoğunun mimarisinde Roma esintilerini görmek fazlasıyla mümkün. Örneğin Kongre binasına girer girmez kubbelerinden biri, Roma’daki Pantheon’un kubbesinin birebir aynısı olduğunu farkettim. Mimaride eski Roma’nın örnek alındığı apaçık.


Beyaz Saray’ın içi ise gerçekten hikayelerle dolu. 44 Başkan görmüş büyük beyaz ev ama içeride efsaneleşmiş John F. Kennedy ‘nin karizmasını halen hissedebilmek mümkün bence. Yağlı boya tablolardan, duvarlardaki resimlere ve bahçeye kadar JFK ve  Jacqueline ‘in izlerini ve karizmasını görmek mümkün. Mesela 44 başkanın tablosu içinde en farklı olanı değil, tek farklı olanı JFK’ninkiydi. İçeride fotoğraf çekmemiz mümkün olmadı ama sizinle bu çok beğendiğim yağlı boya tablonun en azından internetten bulduğum bir fotoğrafını paylaşmak istiyorum.

Gerek senatörler, gerekse Beyaz Saray ekibinden hiç kimsede “Küçük dağları ben yarattım” ifadesini görmemek şaşırtıcıydı. Özellikle de Tapu Kadastro Müdür Yardımcısı’nın odasına önünü kapatarak girmek ve çoğu zaman ayakta beklemek zorunda olan bir milletin evlatları için. Şimdi bu yazıyı yazarken ülkemizdeki bir futbol klübü başkanının yıldız futbolcuyu göndermesini meşrulaştırmaya çalışırken “Yanımda ayak ayak üstüne atıyordu!” demesini hatırladım. Diğer taraftan dünya siyasetini yönlendiren adamlara bacak bacak üstünde soru soran grubumuzdaki Amerikalı arkadaşlarımı. Obama’ nın 27 yaşındaki danışmanıyla olan bir fotoğrafı geçti gözümün önünden, koltukta yoğun bir günün  ardından ikisi de bacaklarını sehpaya uzatmış akşamki konuşma metnini okuyorlar.. Sonra bize döndüm. Avazım çıktığı kadar “Anne bizde niye yok!?!?” diye bağırdım.. :) Bunu yaparken ceketimin önünü kapatmayı tabii ki ihmal etmedim ama.     


Amerika’da siyaset keyifli. Hayatın içinde. Komik, eğlenceli ve renkli. O yüzden Washington DC de öyle. Ankara’mız gibi sisli, puslu, heyecansız ve gri değil. Belki de üstünde en çok düşünmemiz gereken budur. Ülkemdeki siyasetçi imajı da, gençliğin siyasete ilgi duyup ülkesi için -ya da inandığı ne varsa onun için- bir şeyler yapmak, elini taşın altına sokmak yerine herkesin sadece gemisini yürütmeye çalışmasının sebebi budur. Belki de en basit sivil toplum kuruşlarımızdan, en kallavi politik mevkilere kadar yapılması gereken budur: İşi yeniden renklendirmek, resmiyetten biraz uzaklaşmak, bu işlerin ciddiyetini değil ama bürokrasisini azaltmak. Renkleri görmek için griyi kaldırmak..

Neyse, dertleşme kısmını son yazıya bırakayım en iyisi.. 

MACERA DOLU AMERİKA - II


(Kitap diliyle; "Geçtiğimiz ay katılmış olduğum ve Türkiye ve Amerika'dan seçilmiş 'Geleceğin Liderleri'ni buluşturan Young Turkey/Young America programı" ile ilgili izlenimlerimin ikinci bölümü..  Bana sorarsanız "Batının iyi yönlerini alalım" yazı serimin ikincisi.. Yazar, bu yazıda ana fikir olarak püskevite hitap etmekte ve "Anne bizde niye yok?!" demektedir.) 

KALBİM EGE’DE, CİĞERİM NEW YORK’TA KALDI..

İkinci durağımız New York’tu.. Bizim kültürümüzle de epeyce ilgilenen grubumuza MFÖ’nün “New York sokaklarında” şarkısını gönderdim ilk günün sabahında. Mazhar Ağabey’in dediği gibi de, “Memleketi düşündüm, New York sokaklarında.” New York başlı başına ciddi bir ihtişam tabii ki, dünyanın başkenti demek kesinlikle yanlış olmaz. Gerçekten Frank Sinatra’nın söylediği gibi uyumayan şehir. Yalnız Manhattan’da kaldığımız için sanırım, beni son derece bastı NY. Hep bir gökyüzü aradım ama en azından Manhattan’da gökyüzü yok. Sonsuza uzanan binalar var sadece.. Anladım ki ben gökyüzünü görmeden yaşayamam! (Yazar burada; balık burcu olmasının da avantajından faydalanarak romantik kadın okuyucuları hedeflemektedir.) 

Buralarda bi gökyüzü olacaktı?!?

Central Park büyük keyif. Şehrin ortasında bir vaha. Anlatmaya gerek yok, bir kısmınız benden çok daha iyi, biliyor New York’u, o yüzden genel bilgi vermektense kendi gözümden yazacağım. Kendi ciğerimden desem daha doğru olur aslında, çünkü ciğerimi New York’ta bıraktım. Hayır, kalbim Ege’de kaldı tarzı bir romantizm değil bahsettiğim. Amerikalıların klima ve Air Condition aşkı nedeniyle gerçekten ciğerimi NY’da bırakıp döndüm. Kapalı mekanlar gerçekten herhalde 10 dereceler civarında seyrediyordu. Sıcak-soğuk-sıcak-soğuk temposu beni ve birkaç arkadaşımı daha hasta etmeye yetti. Araçlarda klima, metroda klima, mekanlarda zaten klima.. canımıza okumaya yetti. Ben tam anlamıyla yataklara düştüm ama diğer taraftan da toplantıları kaçırma endişesi. Yine Mazhar ağabey’in dediği gibi “Vitaminler avuç avuç” moduna geçerek New York’u tamamlayabildim.

New York’ta benim borsa geçmişimden dolayı en çok ilgimi çeken görüşmelerden birisi New York Stock Exchange oldu. Burada seansın açılmasıyla birlikte “trading floor” yani işlemlerin yapıldığı kata girme şansımız oldu. Tabi hem yaz aylarında genelde piyasaların yavaşlaması, hem de artık (bizde de olduğu gibi) bilgisayarla işlemlerin direkt gönderilmesi nedeniyle işlem salonu hayli durgundu. Ağzından köpükler saçarak koşuşturan brokerlar görmeyi bekleyen arkadaşlarım bir miktar hayal kırıklığına uğramış olsa da, senelerdir merak ettiğim bir yeri daha görmek beni mutlu etti. Yine de Victoria’s Secret’ın işleme açıldığı ve meleklerin açılış gongunu çaldığı gün orada olmayı tercih ederdim tabii ki! ;)   


New York’taki en önemli duraklardan biri de Dünya Ticaret Merkezi’nin eskiden bulunduğu yerde saldırıdan sonra yapılmış olan 11 Eylül anıtıydı. Saldırıdan sonra binlerce proje arasından seçilmiş bu siyah havuz. Etrafında hayatını kaybedenlerin isimleri yazıyor. 


11 Eylül saldırıları hiç süphesiz ki tüm Amerikalılar için çok büyük bir travma. 9/11 bölgesinde dallarını demir halatlarla ve kalın iplerle tutturdukları bir ağaç dikkatimi çekti. Ağaç saldırıdan sonra göçüklerin altından canlı kurtulmayı başarmış! Onlar da bu ağacı umudun ve yeniden dirilişin simgesi olarak yaşatmayı ve güçlendirmeyi kafaya koymuşlar. 



“Survivor Tree” sökülüp başka bir yerde desteklenip adeta yeniden canlandırıldıktan sonra aynı yere dikilmiş. Onca karanlığın içinde yemyeşil duruyor.. Dallarına dikkatli bakınca tüm kırıkları, derin yaraları ile ne kadar çok hasar gördüğü görülüyor.

Metropolitan Müzesi, Central Park, NYSE, 9/11 Memorial gibi görülmesi şart olan yerlerini görüp dört güne sayısız toplantı sığdırdıktan sonra trene atlayıp 1 hafta kalacağımız Washington DC ‘ye geçtik..


Önemli PS: New York'ta bir de şu "Tip" meselesi belimizi büktü yahu. Tamam hizmet aldığınız kişinin motivasyonu çok önemlidir de, %20-25 bahşiş mi olur arkadaş?!

HER ŞEYİ BİLEN PAPYONLU ADAMLARIN MEMLEKETİ : WASHINGTON DC

NY’un ardından durağımız yolculuğumuzun en uzun ve en dolu kısmı olan Washington DC oldu. Washington DC bu üç durak arasında benim açık ara favorim oldu. Washington DC ‘yi tek cümleyle anlatmak gerekirse; “Her şeyi bilip hiç bir şeyi bilmiyormuş gibi yapan papyonlu kibar adamların şehri!” Özellikle NY’dan sonra DC’nin geniş caddeleri, kibarlıktan yıkılan şık insanları, tertemiz metroları, bence harika tabiatı bir hayli iyi geldi. Washington DC ile ilgili ilk anlatmam gereken şey; Washington’luların adeta kanayan yarası "Taxation without representation" yani temsil edilmeden vergilendirilme konusu.. Washington federal bütçeye vergi ödemesine rağmen kongrede temsil edilmiyor. Bunu dillendirmek adına da bu sloganı tüm araç plakalarında taşıyorlar. 2000 yılında alınan bir kararla tüm araçların plakalarında "Taxation without representation" ibaresi yer alıyor. O kadar ki bu konuya destek amacıyla saksafoncu Başkan Bill Clinton başkanlığı döneminde makam limuzininin plakasında bile bunu taşımış..

Benim DC izlenimlerime gelirsek.. Öncelikle burada yaptığımız görüşmelerden bir cümleyle bahsetmek gerekirse, tüm programın en üst düzey ve en dolu görüşmelerini burada yaptık. Kendi adıma, çok faydalandığımı söylemem gerek. Oralardan buralar nasıl görünüyor, Türkiye’nin gelecekteki önemi, oralardaki işleyişler.. tüm bunları üçlemenin son yazısına bıraktım. (“Az sonra!” durumu yani) Ama hayatım boyunca unutmayacağım insanlar dinleyip hayatım boyunca unutmayacağım laflar not ettiğimi söyleyebilirim. 30 sene sonra geri dönüp bakacağım notlarla döndüm.



Tüm DC seyahati boyunca aklımdan çok sevdiğim, hatta Facebook duvarımda da paylaştığım Bertrand Russell’ın  “Bilenler hep kuşku içindeyken, cahiller küstahça kendinden emindir.” lafı geçti durdu. Bilgiyi paylaşmanın ağırlığından mıdır, “çok bilenin hiç bilmediğini bilmesinden” midir bilmiyorum ama hayatta her zaman çok şey bilen insanların hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmaları beni burada da bir kez daha düşündürdü. Diğer yandan, bizim milletçe pek sevmediğimiz, hatta belki biraz da utandığımız “Bilmiyorum” kelimesinin aşağı yukarı diğer tüm kültürlerde bu kadar rahatça kullanılmasının da üstüne ciddi bir şekilde düşünülmesi gerekir bence.

Amerika’nın NY hariç tüm eyaletlerinde görüp kıskandığım bir diğer konu da bisikletleriyle olan ilişkileri. Gerek bu blogu okuyanlar, gerekse kariyer günleri konuşmalarını dinleyenler bisikletle medeniyet arasında var olduğuna inandığım birebir ilişkiyi bilirler. Buna artık tamamen emin oldum. Metrolarda, otobüslerde ve en önemlisi de yollarda bisiklet için daima bir yer var. Otobüse bisikletle binip içeride bisikletinizi asabiliyorsunuz. Daha önce Londra’da da kullandığım ve şimdilerde bizde de oluşmaya başlayan bisiklet kiralama sistemi de özellikle Pazar gezintilerimizin değişmezi oldular.


Beyaz Saray, programımızın daha yoğun bir kısmının geçtiği kongre binası ve DC’deki bir çok bina nispeten tarihi. Amerikalı arkadaşlarımızdan birisi “Sizlere bu binalar tarihi bina demek ayıp tabii, İstanbul’dakilerle kıyasla bunlar daha dün yapılmış gibi” diyerek durumu özetledi aslında. Ama bu binaların da hakkını yememek lazım, özenli mimariyle yapılmış güzel tarihi binalar bunlar. Bu binaların çoğunun mimarisinde Roma esintilerini görmek fazlasıyla mümkün. Örneğin Kongre binasına girer girmez kubbelerinden biri, Roma’daki Pantheon’un kubbesinin birebir aynısı olduğunu farkettim. Mimaride eski Roma’nın örnek alındığı apaçık.


Beyaz Saray’ın içi ise gerçekten hikayelerle dolu. 44 Başkan görmüş büyük beyaz ev ama içeride efsaneleşmiş John F. Kennedy ‘nin karizmasını halen hissedebilmek mümkün bence. Yağlı boya tablolardan, duvarlardaki resimlere ve bahçeye kadar JFK ve  Jacqueline ‘in izlerini ve karizmasını görmek mümkün. Mesela 44 başkanın tablosu içinde en farklı olanı değil, tek farklı olanı JFK’ninkiydi. İçeride fotoğraf çekmemiz mümkün olmadı ama sizinle bu çok beğendiğim yağlı boya tablonun en azından internetten bulduğum bir fotoğrafını paylaşmak istiyorum.

Gerek senatörler, gerekse Beyaz Saray ekibinden hiç kimsede “Küçük dağları ben yarattım” ifadesini görmemek şaşırtıcıydı. Özellikle de Tapu Kadastro Müdür Yardımcısı’nın odasına önünü kapatarak girmek ve çoğu zaman ayakta beklemek zorunda olan bir milletin evlatları için. Şimdi bu yazıyı yazarken ülkemizdeki bir futbol klübü başkanının yıldız futbolcuyu göndermesini meşrulaştırmaya çalışırken “Yanımda ayak ayak üstüne atıyordu!” demesini hatırladım. Diğer taraftan dünya siyasetini yönlendiren adamlara bacak bacak üstünde soru soran grubumuzdaki Amerikalı arkadaşlarımı. Obama’ nın 27 yaşındaki danışmanıyla olan bir fotoğrafı geçti gözümün önünden, koltukta yoğun bir günün  ardından ikisi de bacaklarını sehpaya uzatmış akşamki konuşma metnini okuyorlar.. Sonra bize döndüm. Avazım çıktığı kadar “Anne bizde niye yok!?!?” diye bağırdım.. :) Bunu yaparken ceketimin önünü kapatmayı tabii ki ihmal etmedim ama.     


Amerika’da siyaset keyifli. Hayatın içinde. Komik, eğlenceli ve renkli. O yüzden Washington DC de öyle. Ankara’mız gibi sisli, puslu, heyecansız ve gri değil. Belki de üstünde en çok düşünmemiz gereken budur. Ülkemdeki siyasetçi imajı da, gençliğin siyasete ilgi duyup ülkesi için -ya da inandığı ne varsa onun için- bir şeyler yapmak, elini taşın altına sokmak yerine herkesin sadece gemisini yürütmeye çalışmasının sebebi budur. Belki de en basit sivil toplum kuruşlarımızdan, en kallavi politik mevkilere kadar yapılması gereken budur: İşi yeniden renklendirmek, resmiyetten biraz uzaklaşmak, bu işlerin ciddiyetini değil ama bürokrasisini azaltmak. Renkleri görmek için griyi kaldırmak..

Neyse, dertleşme kısmını son yazıya bırakayım en iyisi.. 

4 Ekim 2012 Perşembe

Dün Bloomberg TV 'de konuk olduğum ve sevgili Alper Kotaman ile sporun ekonomisini konuştuğumuz programı izleyemeyen ve izlemek isteyenler için linkini paylaşıyorum. Ekospor programının ilk bölümü ve ben de ilk konuğuydum. Bahtının açık, şansının bol olmasını diliyorum. Cidden son derece ilginç konularda ilginç sorular soruldu. NHL'den girdik, Alex'in piyasa değerinden çıktık, EA Sports'dan girdik, lokavttan çıktık.. Geçmişte "Dragon's Den" , "Sporaktif" gibi çeşitli programları başarıyla yapan Alper Kotaman sayesinde, bu programın da çok özel ve başarılı olacağına eminim. Merakla yeni bölümlerini bekliyor olacağız.. 
Buyrunuz:




BLOOMBERG 'DE "EKOSPOR"UN KONUĞUYDUM

Dün Bloomberg TV 'de konuk olduğum ve sevgili Alper Kotaman ile sporun ekonomisini konuştuğumuz programı izleyemeyen ve izlemek isteyenler için linkini paylaşıyorum. Ekospor programının ilk bölümü ve ben de ilk konuğuydum. Bahtının açık, şansının bol olmasını diliyorum. Cidden son derece ilginç konularda ilginç sorular soruldu. NHL'den girdik, Alex'in piyasa değerinden çıktık, EA Sports'dan girdik, lokavttan çıktık.. Geçmişte "Dragon's Den" , "Sporaktif" gibi çeşitli programları başarıyla yapan Alper Kotaman sayesinde, bu programın da çok özel ve başarılı olacağına eminim. Merakla yeni bölümlerini bekliyor olacağız.. 
Buyrunuz:




2 Ekim 2012 Salı

Baştan söyleyeyim, bu bir ekonomi yazısı değil. Bir gezi yazısı değil. Bir politik analiz yazısı hiç değil.. Hepsinden biraz var, ama hiçbiri değil. Sadece geçtiğimiz ay  yaşadığımız Amerika serüvenini sizlerle paylaşacağım. Bunu da belki ilerde birileri film haklarını satın alır, trilyoner olurum düşüncesiyle "üçleme" olarak yazacağım... 

YTYA 2012
Öncelikle niye gittik? Ne işimiz vardı Amerika'da? Nedir kuzum bu YTYA? YTYA, yani “Young Turkey / Young Amerika” programı birkaç senedir düzenlenen ve iki ülkenin, kendi deyimleriyle, “Genç Liderlerini” bir araya getirip ikili ilişkileri hem sosyal ilişkiler, hem burada doğup yaşayacak yeni projelerle güçlendirmeyi amaçlayan bir program. İki bacağı var; tahmin ettiniz bile; Amerika ve Türkiye. Geçtiğimiz ay Türkiye Delegasyonu olarak biz Amerika’ya gittik, bahar aylarında ise Amerikan Delegasyonu Türkiye’ye gelip bizim misafirimiz olacak, birlikte Türkiye’de toplantılar yapacağız. Programın sponsoru ABD Dışişleri Bakanlığı. Organizatörleri ise Atlantic Council ve Sabancı Üniversitesi İstanbulPolitikalar Merkezi. Bu güçlü program ortakları sayesinde kitaplarından ya da yorumlarından tanıdığımız bir çok yazar, iş insanı, akademisyen ve politikacı ile birebir toplantılar yaptık. Dünya politikasına yön veren kişilere her aklımıza geleni sorabildik, merak ettiğimiz konularda en birinci ağızlardan fikirlerini alabildik. Daha önce üzerine defalarca yazmış olduğum Amerikan Ekonomisini yerinde görüp anlamak, neredeyse tüm girişimcilik konferanslarında konuştuğumuz “sistem”i daha yakından gözlemlemek ve bazı dersler çıkarmak şahsen benim için önemli fırsatlardı. Ama bence en önemlisi kariyer olarak çok ciddi benzerlikler gösterdiğimiz bence her biri birbirinden kıymetli, yeni Türk ve Amerikalı arkadaşlar edindik ve onlarla neredeyse hiç durmadan –geceli gündüzlü- beyin fırtınaları yaşadık.

Bu programa seçildiğimi öğrenir öğrenmez internetten ciddi bir araştırmaya girdim ve çok resmi ağızlardan yazılmış pek resmi metinler dışında pek de bir şey bulamadım açıkcası. Bu satırların okuyucuları resmi metinlerle olan aşk-nefret ilişkimi zaten gayet iyi bilirler. Bu yazıyı da hem bu güzel  deneyimi paylaşmak, hem de merak edenlere bir anlamda bir kaynak oluşturabilmek adına yazıyorum.

Bizim de programın Mart ayındaki Türkiye ayağında yapacağımız gibi; esas amaçlardan biri politik sohbetler ve oturumlar yapmanın yanında, her ülkenin diğer ülkenin kültürünü de deneyimlemesi aslında. Bu nedenle görülmesi farz olan ve çok yoğun toplantılarımızın olduğu New York ve Washington DC ’nin yanında üçüncü bir şehir de seçilmişti. Bu şehir, Washington başkent olduğu, New York da dünyanın başka hiçbir yerine benzemeyen nev-i şahsına münhasır bir şehir olduğu için, ortalama bir Amerikan şehrini daha iyi anlayabilmemiz adına seçilmiş olan Minneapolis..

YAZI GÜLDÜRÜR, KIŞI SÜRÜNDÜRÜRMÜŞ : MINNEAPOLIS !

Minneapolis - Skyway
İlk durağımız Minneapolis oldu. Uçaktan iner inmez, akşam yemeğine kadarki birkaç saatlik boşluğumuzda hemen şehri az da olsa keşfetmeye çalışayım istedim. Otelimizin bulunduğu bölgeden yaklaşık yarım saatlik yürüme çapında toplam 10 kişi gördüm sokakta! “Herhalde bizim oraların Maslak’ı gibi bir yerde kalıyoruz, hep iş merkezleri ve plazalar olduğu için bu saatlerde kimse yok” diye düşündüm. Meğer öyle değilmiş. Kış mevsimi ciddi anlamda zor ve çetin geçen Minneapolis ’de eksi 30’ları bulan soğuklar nedeniyle tüm şehri yukarıda resmini gördüğünüz “Skyway” adını verdikleri geçitlerle örmüşler! Skyway’ler aracılığı ile neredeyse tüm binalar birbirine bağlı ve ayağınızı sokağa değdirmeden, kilometrelerce yolu binaların içinden geçerek yürüyüp gidebiliyorsunuz. Aynı bildiğimiz metro haritaları gibi “Skyway haritaları” var ve hangi binadan hangi binaya geçiş yaparak gitmek istediğiniz yere gidebileceğinizi planlayabiliyor, sincap misali binadan binaya sekerek gideceğiniz yere varıyorsunuz! Sokaklarda kimsecikler olmamasının sebebi meğerse buymuş! E kışın soğuktan koruyan Skywayler elbette yazın da sıcaktan ve nemden koruyor. Gideceğin yere püfür püfür klimalar eşliğinde serin serin gidiveriyorsunuz! Gerçi bu “klimalar” konusuna New York yazısında yeniden döneceğim! Şimdilik klimalara sempati duymaya devam. Ve ilk dersimizi çıkarıyoruz:

HER ŞEY İNSAN İÇİN!

Amerika’da daha önce bulunmuş olmakla beraber, siyasi ve sosyo-ekonomik (böyle söyleyince çok sıkıcı oldu, biliyorum ama bana güvenip okumaya devam edin) sistem hakkında bu kadar bilgiyi en yetkili ağızlardan alabilme imkanım açıkcası olmamıştı. Hem yerel yönetimlerde, hem daha sonra Washinton DC ’de  yaptığımız görüşmelerde en yetkili ağızlardan Amerika’nın bence tüm dünyanın merak ettiği o meşhur “sistem”i hakkında bilgiler aldık. Örneğin Minneapolis, sosyal güvenlik ve sosyal olanaklar açısından tüm ülkenin gurur duyduğu bir örnek olmuş. Şehirdeki 3M, Best Buy gibi Fortune 100 firmalarının da etkisiyle şehir yaşaması zevkli ve kolay bir şehir halini almış. Örneğin şehirde ilk dikkatimi çeken ve hemen fotoğrafladığım “People Serving People” organizasyonu gibi. Evsizler için gönüllüleri çalıştırdığını öğrendiğim, gerçekten örnek alınması gereken harika bir model. İsminden anlaşıldığı gibi, insanlara hizmet eden insanlar.. Sistem sadece bu imkanı sağlıyor. En çok etkilendiğim ise sosyal yardımlaşmanın yanında, sosyal yardımlaşmayla gurur duyulması oldu. Şehrin neresine baksanız bir sosyal yardım kurumu görüyorsunuz. Bu imkanların oluşturulmasıyla şehir, geçmişte İskandinav ve Alman, şimdilerde ise başta Somali ve Vietnamlıların artan göçlerine kucak açabilen, yaşam kalitesini düşürmeyen, aksine yükseltebilen bir yapıya kavuşmuş. Şehirde ev sahipliği oranı %72.9, Fortune 500 şirketlerinden tam 32 tanesi bu şehirde, kadınların işgücüne katılma oranı %67.4 ve işsizlik oranı ülke ortalamasının bir hayli altında: %7. Bu rakamlarla da karın kışın ortasında nasıl rahat bir yaşam kurulduğu anlaşılıyor değil mi? Evsizlik varsa sosyal yardımlaşma var, dondurucu soğuk varsa skyway’ler var. Burada her şey insan için!

Minneapolis’den bahsedip Amerika’nın yerli halkı olan Kızılderililerden bahsetmemek mümkün değil tabii. Öncelikle Minnesota eyaletinin ismi bile Kızılderililerden geliyor. Minnesota, Dakota dilinde “bulutlu” anlamına gelen, kızılderilice bir söz. Minnesota bölgesine ilk ayak basan “yabancılar” Fransızlar. Bölgedeki diğer Kızılderili kabilesi olan Ojibway’lerin dilinde halen yer alan “Boozhoo” kelimesinin Fransızcadaki “Bonjour”dan geldiğine inanılıyor. Fransızların başka diller konuşmama konusundaki ısrarı düşünülürse, son derece olası bir iddia ;) 

Bir ilginç bilgi daha, Minnesota, telefon rehberinde en çok rastlanan ismin “Smith” olmadığı tek Amerikan eyaleti. Smith yerine sarı sayfalarda en çok bulunan ismin “Peterson” olması, İskandinav kökleri konusunda da ciddi bir bilgi veriyor! Bu arada biz de kendisi Amerikan yerlisi soyundan gelen Profesör David Eugene Wilkins ’le bir araya gelip bu müthiş kültür ve sistemdeki mevcut yeri hakkında merak ettiklerimizi sorma fırsatı bulduk. Özetle, profesör kızılderili soyundan gelen tüm entelektüellerin yapmaya çalıştığı gibi kültürlerinden ne kalmışsa koruma konusunda çok hassas. Bu nedenle de arazi araçlarına, ya da futbol takımlarına kızılderi kabilelerinin isimlerinin verilmesi konusuna daha dikkatli davranılması gerektiğini düşünüyor. Kendimize de çok yakın bulduğumuz bu kültür hakkında önemli bilgiler aldık ama içimizi kemiren “Kızılderililer Türk mü?” sorusunu sormadan kendisinden ayrıldık.


TAK ÇUBUĞA, BATIR YAĞA: MINNESOTA STATE FAIR!


İlk günden beri Amerikalı meslektaşlarımızın içinde programımızda görünen “Minnesota State Fair”le ilgili bir heyecan vardı ki sormayın.. “Minnesota State Fair” nedir diye sorarsanız, “İzmir fuarının kovboycası” derim size. Dev bir fuar alanı; içinde lunaparktan oyun alanlarına, yiyecek standlarından yarışmalara kadar  her şey var. Ama bizim için en ilgi çekici olan yiyeceklerdi! Burada her şey sopa ucunda ve her şey kızartılmış durumda. Pizza bile çubuğun ucunda, bisküvi bile kızartılıp yeniyor. Tam bir “junk food” çılgınlığı.. Yahu Oreo  gibi şahane bir lezzet icad etmişsin, daha onu neden kızartıyorsun? Ama kural öyle, burada her şey kızaracak, kaloriye kalori eklenecek. Bir de her şey sopa ucunda olacak, hatta insanlar bile.. Bakınız:


Minnesota State Fair, inek güzellik yarışmasından kongre adaylarının standlarına kadar ilginç bir deneyim oldu bize. Burada en çok hoşuma giden şeylerden biri politikanın hayatın ve eğlencenin de içinde olması.. Örneğin böyle bir fuarda adaylardan birinin standı karşınıza çıkabiliyor, seçim ekibi size projelerini A’dan Z’ye sıkmadan anlatabiliyor. Biz de Demokrat aday Jim Graves’in standı karşımıza çıkınca, diğerlerinin de hakkı kalmasın diye Cumhuriyetçi ve bağımsız adayların standlarını da bulup muhabbetimizi ettik. Türkiye’den geldiğimizi duyunca ciddi ilgi gösterdiler. Aslında galiba Türkiye’den gelip kendilerine ilgi göstermemize daha da çok ilgi gösterdiler! ;) Politikayı nasıl bu kadar eğlenceli hale getirdikleri konusuna seçimleri ve "convention"ları anlatırken döneceğim zaten.


Minneapolis seyahatimiz meşhur fuar, görüşmeler, 11.000 kişilik dev 3M yerleşkesini ve pek çok yerel yöneticiyi ziyaretle sona erdi, ver elini New York dedik.. Onu da bir sonraki yazıda anlatıyor olacağım.

(Bir dahaki yazı: “Kalbim Ege’de, ciğerim New York’da kaldı..”)

MACERA DOLU AMERİKA - I

Baştan söyleyeyim, bu bir ekonomi yazısı değil. Bir gezi yazısı değil. Bir politik analiz yazısı hiç değil.. Hepsinden biraz var, ama hiçbiri değil. Sadece geçtiğimiz ay  yaşadığımız Amerika serüvenini sizlerle paylaşacağım. Bunu da belki ilerde birileri film haklarını satın alır, trilyoner olurum düşüncesiyle "üçleme" olarak yazacağım... 

YTYA 2012
Öncelikle niye gittik? Ne işimiz vardı Amerika'da? Nedir kuzum bu YTYA? YTYA, yani “Young Turkey / Young Amerika” programı birkaç senedir düzenlenen ve iki ülkenin, kendi deyimleriyle, “Genç Liderlerini” bir araya getirip ikili ilişkileri hem sosyal ilişkiler, hem burada doğup yaşayacak yeni projelerle güçlendirmeyi amaçlayan bir program. İki bacağı var; tahmin ettiniz bile; Amerika ve Türkiye. Geçtiğimiz ay Türkiye Delegasyonu olarak biz Amerika’ya gittik, bahar aylarında ise Amerikan Delegasyonu Türkiye’ye gelip bizim misafirimiz olacak, birlikte Türkiye’de toplantılar yapacağız. Programın sponsoru ABD Dışişleri Bakanlığı. Organizatörleri ise Atlantic Council ve Sabancı Üniversitesi İstanbulPolitikalar Merkezi. Bu güçlü program ortakları sayesinde kitaplarından ya da yorumlarından tanıdığımız bir çok yazar, iş insanı, akademisyen ve politikacı ile birebir toplantılar yaptık. Dünya politikasına yön veren kişilere her aklımıza geleni sorabildik, merak ettiğimiz konularda en birinci ağızlardan fikirlerini alabildik. Daha önce üzerine defalarca yazmış olduğum Amerikan Ekonomisini yerinde görüp anlamak, neredeyse tüm girişimcilik konferanslarında konuştuğumuz “sistem”i daha yakından gözlemlemek ve bazı dersler çıkarmak şahsen benim için önemli fırsatlardı. Ama bence en önemlisi kariyer olarak çok ciddi benzerlikler gösterdiğimiz bence her biri birbirinden kıymetli, yeni Türk ve Amerikalı arkadaşlar edindik ve onlarla neredeyse hiç durmadan –geceli gündüzlü- beyin fırtınaları yaşadık.

Bu programa seçildiğimi öğrenir öğrenmez internetten ciddi bir araştırmaya girdim ve çok resmi ağızlardan yazılmış pek resmi metinler dışında pek de bir şey bulamadım açıkcası. Bu satırların okuyucuları resmi metinlerle olan aşk-nefret ilişkimi zaten gayet iyi bilirler. Bu yazıyı da hem bu güzel  deneyimi paylaşmak, hem de merak edenlere bir anlamda bir kaynak oluşturabilmek adına yazıyorum.

Bizim de programın Mart ayındaki Türkiye ayağında yapacağımız gibi; esas amaçlardan biri politik sohbetler ve oturumlar yapmanın yanında, her ülkenin diğer ülkenin kültürünü de deneyimlemesi aslında. Bu nedenle görülmesi farz olan ve çok yoğun toplantılarımızın olduğu New York ve Washington DC ’nin yanında üçüncü bir şehir de seçilmişti. Bu şehir, Washington başkent olduğu, New York da dünyanın başka hiçbir yerine benzemeyen nev-i şahsına münhasır bir şehir olduğu için, ortalama bir Amerikan şehrini daha iyi anlayabilmemiz adına seçilmiş olan Minneapolis..

YAZI GÜLDÜRÜR, KIŞI SÜRÜNDÜRÜRMÜŞ : MINNEAPOLIS !

Minneapolis - Skyway
İlk durağımız Minneapolis oldu. Uçaktan iner inmez, akşam yemeğine kadarki birkaç saatlik boşluğumuzda hemen şehri az da olsa keşfetmeye çalışayım istedim. Otelimizin bulunduğu bölgeden yaklaşık yarım saatlik yürüme çapında toplam 10 kişi gördüm sokakta! “Herhalde bizim oraların Maslak’ı gibi bir yerde kalıyoruz, hep iş merkezleri ve plazalar olduğu için bu saatlerde kimse yok” diye düşündüm. Meğer öyle değilmiş. Kış mevsimi ciddi anlamda zor ve çetin geçen Minneapolis ’de eksi 30’ları bulan soğuklar nedeniyle tüm şehri yukarıda resmini gördüğünüz “Skyway” adını verdikleri geçitlerle örmüşler! Skyway’ler aracılığı ile neredeyse tüm binalar birbirine bağlı ve ayağınızı sokağa değdirmeden, kilometrelerce yolu binaların içinden geçerek yürüyüp gidebiliyorsunuz. Aynı bildiğimiz metro haritaları gibi “Skyway haritaları” var ve hangi binadan hangi binaya geçiş yaparak gitmek istediğiniz yere gidebileceğinizi planlayabiliyor, sincap misali binadan binaya sekerek gideceğiniz yere varıyorsunuz! Sokaklarda kimsecikler olmamasının sebebi meğerse buymuş! E kışın soğuktan koruyan Skywayler elbette yazın da sıcaktan ve nemden koruyor. Gideceğin yere püfür püfür klimalar eşliğinde serin serin gidiveriyorsunuz! Gerçi bu “klimalar” konusuna New York yazısında yeniden döneceğim! Şimdilik klimalara sempati duymaya devam. Ve ilk dersimizi çıkarıyoruz:

HER ŞEY İNSAN İÇİN!

Amerika’da daha önce bulunmuş olmakla beraber, siyasi ve sosyo-ekonomik (böyle söyleyince çok sıkıcı oldu, biliyorum ama bana güvenip okumaya devam edin) sistem hakkında bu kadar bilgiyi en yetkili ağızlardan alabilme imkanım açıkcası olmamıştı. Hem yerel yönetimlerde, hem daha sonra Washinton DC ’de  yaptığımız görüşmelerde en yetkili ağızlardan Amerika’nın bence tüm dünyanın merak ettiği o meşhur “sistem”i hakkında bilgiler aldık. Örneğin Minneapolis, sosyal güvenlik ve sosyal olanaklar açısından tüm ülkenin gurur duyduğu bir örnek olmuş. Şehirdeki 3M, Best Buy gibi Fortune 100 firmalarının da etkisiyle şehir yaşaması zevkli ve kolay bir şehir halini almış. Örneğin şehirde ilk dikkatimi çeken ve hemen fotoğrafladığım “People Serving People” organizasyonu gibi. Evsizler için gönüllüleri çalıştırdığını öğrendiğim, gerçekten örnek alınması gereken harika bir model. İsminden anlaşıldığı gibi, insanlara hizmet eden insanlar.. Sistem sadece bu imkanı sağlıyor. En çok etkilendiğim ise sosyal yardımlaşmanın yanında, sosyal yardımlaşmayla gurur duyulması oldu. Şehrin neresine baksanız bir sosyal yardım kurumu görüyorsunuz. Bu imkanların oluşturulmasıyla şehir, geçmişte İskandinav ve Alman, şimdilerde ise başta Somali ve Vietnamlıların artan göçlerine kucak açabilen, yaşam kalitesini düşürmeyen, aksine yükseltebilen bir yapıya kavuşmuş. Şehirde ev sahipliği oranı %72.9, Fortune 500 şirketlerinden tam 32 tanesi bu şehirde, kadınların işgücüne katılma oranı %67.4 ve işsizlik oranı ülke ortalamasının bir hayli altında: %7. Bu rakamlarla da karın kışın ortasında nasıl rahat bir yaşam kurulduğu anlaşılıyor değil mi? Evsizlik varsa sosyal yardımlaşma var, dondurucu soğuk varsa skyway’ler var. Burada her şey insan için!

Minneapolis’den bahsedip Amerika’nın yerli halkı olan Kızılderililerden bahsetmemek mümkün değil tabii. Öncelikle Minnesota eyaletinin ismi bile Kızılderililerden geliyor. Minnesota, Dakota dilinde “bulutlu” anlamına gelen, kızılderilice bir söz. Minnesota bölgesine ilk ayak basan “yabancılar” Fransızlar. Bölgedeki diğer Kızılderili kabilesi olan Ojibway’lerin dilinde halen yer alan “Boozhoo” kelimesinin Fransızcadaki “Bonjour”dan geldiğine inanılıyor. Fransızların başka diller konuşmama konusundaki ısrarı düşünülürse, son derece olası bir iddia ;) 

Bir ilginç bilgi daha, Minnesota, telefon rehberinde en çok rastlanan ismin “Smith” olmadığı tek Amerikan eyaleti. Smith yerine sarı sayfalarda en çok bulunan ismin “Peterson” olması, İskandinav kökleri konusunda da ciddi bir bilgi veriyor! Bu arada biz de kendisi Amerikan yerlisi soyundan gelen Profesör David Eugene Wilkins ’le bir araya gelip bu müthiş kültür ve sistemdeki mevcut yeri hakkında merak ettiklerimizi sorma fırsatı bulduk. Özetle, profesör kızılderili soyundan gelen tüm entelektüellerin yapmaya çalıştığı gibi kültürlerinden ne kalmışsa koruma konusunda çok hassas. Bu nedenle de arazi araçlarına, ya da futbol takımlarına kızılderi kabilelerinin isimlerinin verilmesi konusuna daha dikkatli davranılması gerektiğini düşünüyor. Kendimize de çok yakın bulduğumuz bu kültür hakkında önemli bilgiler aldık ama içimizi kemiren “Kızılderililer Türk mü?” sorusunu sormadan kendisinden ayrıldık.


TAK ÇUBUĞA, BATIR YAĞA: MINNESOTA STATE FAIR!


İlk günden beri Amerikalı meslektaşlarımızın içinde programımızda görünen “Minnesota State Fair”le ilgili bir heyecan vardı ki sormayın.. “Minnesota State Fair” nedir diye sorarsanız, “İzmir fuarının kovboycası” derim size. Dev bir fuar alanı; içinde lunaparktan oyun alanlarına, yiyecek standlarından yarışmalara kadar  her şey var. Ama bizim için en ilgi çekici olan yiyeceklerdi! Burada her şey sopa ucunda ve her şey kızartılmış durumda. Pizza bile çubuğun ucunda, bisküvi bile kızartılıp yeniyor. Tam bir “junk food” çılgınlığı.. Yahu Oreo  gibi şahane bir lezzet icad etmişsin, daha onu neden kızartıyorsun? Ama kural öyle, burada her şey kızaracak, kaloriye kalori eklenecek. Bir de her şey sopa ucunda olacak, hatta insanlar bile.. Bakınız:


Minnesota State Fair, inek güzellik yarışmasından kongre adaylarının standlarına kadar ilginç bir deneyim oldu bize. Burada en çok hoşuma giden şeylerden biri politikanın hayatın ve eğlencenin de içinde olması.. Örneğin böyle bir fuarda adaylardan birinin standı karşınıza çıkabiliyor, seçim ekibi size projelerini A’dan Z’ye sıkmadan anlatabiliyor. Biz de Demokrat aday Jim Graves’in standı karşımıza çıkınca, diğerlerinin de hakkı kalmasın diye Cumhuriyetçi ve bağımsız adayların standlarını da bulup muhabbetimizi ettik. Türkiye’den geldiğimizi duyunca ciddi ilgi gösterdiler. Aslında galiba Türkiye’den gelip kendilerine ilgi göstermemize daha da çok ilgi gösterdiler! ;) Politikayı nasıl bu kadar eğlenceli hale getirdikleri konusuna seçimleri ve "convention"ları anlatırken döneceğim zaten.


Minneapolis seyahatimiz meşhur fuar, görüşmeler, 11.000 kişilik dev 3M yerleşkesini ve pek çok yerel yöneticiyi ziyaretle sona erdi, ver elini New York dedik.. Onu da bir sonraki yazıda anlatıyor olacağım.

(Bir dahaki yazı: “Kalbim Ege’de, ciğerim New York’da kaldı..”)

6 Ağustos 2012 Pazartesi


Geçtiğimiz günlerde tüm dünyada ekonomi gündeminin en önemli konularından birisi dünyanın en büyük şirketlerinden ve en popüler markalarından biri olan Facebook’ un halka arz edilmiş olmasıydı. Dünya üzerinde 900 milyon kişinin üye olduğu dev bir grup, sevilen tanımla pek çok devletten daha büyük bir devlet. Geçen ay içerisinde borsaya açıldı Facebook. Tahmin edilebileceği gibi borsalarla ilgili olsun olmasın, tüm dünyanın gözü bu halka arzın üzerindeydi. Sonuç mu? Piyasalar Facebook’u pek de “like” etmedi.



900,000,000 ademoğlu yanılmış olamaz, Facebook güzel icat. Terlikli bir üniversite öğrencisinin kızlarla sosyalleşmek gibi ulvi bir amaç için birkaç arkadaşıyla birlikte kurduğu bir “site”, sekiz sene içinde 104 milyar dolarlık bir şirket, bir pazarlama fenomeni, bir girişimcilik efsanesi halini aldı. Bu halka arzın da gerçekleştirildiği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin teknoloji borsası şeklinde çok basitçe tanımlanabilecek olan Nasdaq ‘ın CEO’su Robert Greifeld, Facebook halka arzını “İnsanlık tarihinin en büyük halka arzı” olarak tanımlıyor.

Aslında hiçbir aşaması normal gelişmedi Facebook halka arzının. Adeta Facebook’un kuruluş hikayesinin anlatıldığı Social Network filminin ikincisine bol malzeme çıkarmayı kendine amaç edinmiş, koskoca Amerikan Nasdaq borsasının yüzüne gözüne bulaştırdığı, yatırımcıların mutsuz olduğu bir halka arz gerçekleşti. Önce her bir hisse için belirlenen fiyat değiştirildi. Hisse başı 24-35 dolar aralığı belirlenmişken, bu fiyat 34-38 dolar aralığına yükseltildi ve hisse 42 dolardan açıldı. Gelen talep sadece hisse fiyatını değil, halka arz edilen hisse miktarını da artırdı. Planlanan 337 milyon hisse adedi iken bu rakam 421 milyona çıktı. Hiçbir şeyin planlandığı gibi gitmediği Facebook halka arzında en tatsız sürprizle tabii ki yatırımcılar karşılaştı. Hisse birkaç seans içinde % 25 civarında değer kaybetti.

Piyasa profesyonellerinin ve analistlerin genel görüşü Facebook’un hisse fiyatı belirlenirken aşırı değerli hesaplanmış olduğu yönünde, ki bu maalesef tüm dünya borsalarında, her halka arzda rastlanabilen önemli bir soru işaretidir. Bireysel yatırımcının pek de bilmesi mümkün olmayan bu hesaplar, havalı finans kurumlarının gözlük dereceleri birbirleriyle yarışan analistlerinin aylar süren hummalı çalışmalar sonucu belirledikleri fiyatlar küçük yatırımcı için, ileri finans eğitimi yoksa, kapalı bir kutu gibidir. Sonuçta bir hisse fiyatı açıklanır, küçük yatırımcılar pazarlama mı yoksa yatırım önerisi mi olduğundan asla emin olamadıkları uzman tavsiyeleri sonucu hisse seçimi yaparlar. Bu hisse seçiminin doğru ya da yanlış olduğu halka arzı takip eden günlerde fiyatın piyasada dengeye oturmasıyla ortaya çıkar, yatırımcıyı güldürür ya da üzer. Nitekim değerli okurlar, Facebook bu kez güldürmedi.

Şirketlerin borsalardaki performansları, özellikle ilk açıldıklarında, en fazla yatırımcılardaki yatırım iştahına bağlıdır. Bu iştahın oluşmasında pek çok etken rol alır, hissenin hikayesi, şirketin durumu, piyasanın o anki koşulları gibi. Facebook halka arzında, yatırımcının risk iştahını ziyadesiyle kaçıran bazı  gelişmeler de olması değil. Örneğin Morgan Stanley, halka arzdan kısa bir süre önce Facebook ‘un gelir projeksiyonları ile ilgili şüpheleri bulunduğunu açıklamıştı. Morgan Stanley internet şirketleri analisti Scott Devitt’e göre Facebook’un reklam gelirlerinde ciddi düşüşler beklenmeli, çünkü sosyal ağların kullanımı hızla bilgisayarlardan mobil cihazlara kayıyor ve mobil cihazlardaki reklam çözümleri kendi ifadelerine göre henüz hazır değil. Sebep ne olursa olsun ortada bir gerçek var ki o da şirket hisselerinin yüksek değerlenip yatırımcıyı zarara uğrattığı.

Halka arzın finansal yönleri bir yana finans magazini diyebileceğimiz yönleri de var. Filmi izleyenlerin yakından hatırlayacağı ortaklardan Eduardo Saverin ‘in durumu mesela. Saverin Facebook’ un %4 hissesine sahip. Halka arz sonrası bu küçük(!) payından dolayı ödemek durumunda kalacağı vergi 600 milyar dolardı. Saverin bu tutarı ödememek için ilginç bir yola başvurdu, daha fazla vergi mükellefi olmamak için ABD vatandaşlığından çıktı! Saverin’in hayatının son birkaç yılını geçirdiği Singapur’da sermaye piyasaları ürünlerinden vergi alınmaması dolayısıyla servetini buraya kaydıracağı söyleniyor.

Dikkat ederseniz, yazının başından bu yana bu halka arz operasyonu için hiç “başarısız” demedim. Çünkü her ticari ilişkinin kaybedenleri olduğu gibi karşı tarafta kazananları da oluyor. Bu hikayenin kazananı hiç şüphe yok ki terlikli oğlan Mark Zuckenberg! Sürekli olarak piyasa değeri hesaplanan, ancak nakde dönüşmeyen şirketinden hiç azımsanamayacak miktarlarda nakit girişini nihayet kasasında gördü. Son derece bilimsel hesaplamalara göre “yedi ceddine yetecek kadar parası” bulunan Zuckenberg, gelmiş geçmiş en önemli girişimcilik hikayelerinden birinin baş kahramanı olarak çoktan tarihe geçti. Halka arzın bir başka faydası da işin magazine pek meraklı olan medyanın hiç eskimeyen “Mark Zuckenberg’in serveti” haberlerini artık daha kolay ve verilere dayandırarak yapabilecek olmaları. Başka bir deyişle Mark’ın parası züğürdün çenesini artık daha kolay yoracak!      

Piyasaları poke’lamak..


Geçtiğimiz günlerde tüm dünyada ekonomi gündeminin en önemli konularından birisi dünyanın en büyük şirketlerinden ve en popüler markalarından biri olan Facebook’ un halka arz edilmiş olmasıydı. Dünya üzerinde 900 milyon kişinin üye olduğu dev bir grup, sevilen tanımla pek çok devletten daha büyük bir devlet. Geçen ay içerisinde borsaya açıldı Facebook. Tahmin edilebileceği gibi borsalarla ilgili olsun olmasın, tüm dünyanın gözü bu halka arzın üzerindeydi. Sonuç mu? Piyasalar Facebook’u pek de “like” etmedi.



900,000,000 ademoğlu yanılmış olamaz, Facebook güzel icat. Terlikli bir üniversite öğrencisinin kızlarla sosyalleşmek gibi ulvi bir amaç için birkaç arkadaşıyla birlikte kurduğu bir “site”, sekiz sene içinde 104 milyar dolarlık bir şirket, bir pazarlama fenomeni, bir girişimcilik efsanesi halini aldı. Bu halka arzın da gerçekleştirildiği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin teknoloji borsası şeklinde çok basitçe tanımlanabilecek olan Nasdaq ‘ın CEO’su Robert Greifeld, Facebook halka arzını “İnsanlık tarihinin en büyük halka arzı” olarak tanımlıyor.

Aslında hiçbir aşaması normal gelişmedi Facebook halka arzının. Adeta Facebook’un kuruluş hikayesinin anlatıldığı Social Network filminin ikincisine bol malzeme çıkarmayı kendine amaç edinmiş, koskoca Amerikan Nasdaq borsasının yüzüne gözüne bulaştırdığı, yatırımcıların mutsuz olduğu bir halka arz gerçekleşti. Önce her bir hisse için belirlenen fiyat değiştirildi. Hisse başı 24-35 dolar aralığı belirlenmişken, bu fiyat 34-38 dolar aralığına yükseltildi ve hisse 42 dolardan açıldı. Gelen talep sadece hisse fiyatını değil, halka arz edilen hisse miktarını da artırdı. Planlanan 337 milyon hisse adedi iken bu rakam 421 milyona çıktı. Hiçbir şeyin planlandığı gibi gitmediği Facebook halka arzında en tatsız sürprizle tabii ki yatırımcılar karşılaştı. Hisse birkaç seans içinde % 25 civarında değer kaybetti.

Piyasa profesyonellerinin ve analistlerin genel görüşü Facebook’un hisse fiyatı belirlenirken aşırı değerli hesaplanmış olduğu yönünde, ki bu maalesef tüm dünya borsalarında, her halka arzda rastlanabilen önemli bir soru işaretidir. Bireysel yatırımcının pek de bilmesi mümkün olmayan bu hesaplar, havalı finans kurumlarının gözlük dereceleri birbirleriyle yarışan analistlerinin aylar süren hummalı çalışmalar sonucu belirledikleri fiyatlar küçük yatırımcı için, ileri finans eğitimi yoksa, kapalı bir kutu gibidir. Sonuçta bir hisse fiyatı açıklanır, küçük yatırımcılar pazarlama mı yoksa yatırım önerisi mi olduğundan asla emin olamadıkları uzman tavsiyeleri sonucu hisse seçimi yaparlar. Bu hisse seçiminin doğru ya da yanlış olduğu halka arzı takip eden günlerde fiyatın piyasada dengeye oturmasıyla ortaya çıkar, yatırımcıyı güldürür ya da üzer. Nitekim değerli okurlar, Facebook bu kez güldürmedi.

Şirketlerin borsalardaki performansları, özellikle ilk açıldıklarında, en fazla yatırımcılardaki yatırım iştahına bağlıdır. Bu iştahın oluşmasında pek çok etken rol alır, hissenin hikayesi, şirketin durumu, piyasanın o anki koşulları gibi. Facebook halka arzında, yatırımcının risk iştahını ziyadesiyle kaçıran bazı  gelişmeler de olması değil. Örneğin Morgan Stanley, halka arzdan kısa bir süre önce Facebook ‘un gelir projeksiyonları ile ilgili şüpheleri bulunduğunu açıklamıştı. Morgan Stanley internet şirketleri analisti Scott Devitt’e göre Facebook’un reklam gelirlerinde ciddi düşüşler beklenmeli, çünkü sosyal ağların kullanımı hızla bilgisayarlardan mobil cihazlara kayıyor ve mobil cihazlardaki reklam çözümleri kendi ifadelerine göre henüz hazır değil. Sebep ne olursa olsun ortada bir gerçek var ki o da şirket hisselerinin yüksek değerlenip yatırımcıyı zarara uğrattığı.

Halka arzın finansal yönleri bir yana finans magazini diyebileceğimiz yönleri de var. Filmi izleyenlerin yakından hatırlayacağı ortaklardan Eduardo Saverin ‘in durumu mesela. Saverin Facebook’ un %4 hissesine sahip. Halka arz sonrası bu küçük(!) payından dolayı ödemek durumunda kalacağı vergi 600 milyar dolardı. Saverin bu tutarı ödememek için ilginç bir yola başvurdu, daha fazla vergi mükellefi olmamak için ABD vatandaşlığından çıktı! Saverin’in hayatının son birkaç yılını geçirdiği Singapur’da sermaye piyasaları ürünlerinden vergi alınmaması dolayısıyla servetini buraya kaydıracağı söyleniyor.

Dikkat ederseniz, yazının başından bu yana bu halka arz operasyonu için hiç “başarısız” demedim. Çünkü her ticari ilişkinin kaybedenleri olduğu gibi karşı tarafta kazananları da oluyor. Bu hikayenin kazananı hiç şüphe yok ki terlikli oğlan Mark Zuckenberg! Sürekli olarak piyasa değeri hesaplanan, ancak nakde dönüşmeyen şirketinden hiç azımsanamayacak miktarlarda nakit girişini nihayet kasasında gördü. Son derece bilimsel hesaplamalara göre “yedi ceddine yetecek kadar parası” bulunan Zuckenberg, gelmiş geçmiş en önemli girişimcilik hikayelerinden birinin baş kahramanı olarak çoktan tarihe geçti. Halka arzın bir başka faydası da işin magazine pek meraklı olan medyanın hiç eskimeyen “Mark Zuckenberg’in serveti” haberlerini artık daha kolay ve verilere dayandırarak yapabilecek olmaları. Başka bir deyişle Mark’ın parası züğürdün çenesini artık daha kolay yoracak!      

24 Temmuz 2012 Salı


(Ağustos 2011 - Esquire yazımdan..)

Amerikan ekonomisi  kendi yarattığı fırtınadan büyük hasarlarla da olsa çıkmayı başardı. Sular durulmaya ve küresel ekonominin taşları yeniden yerlerine oturmaya başladı diyorduk ki bu sefer de kriz Avrupa’dan, hem de göstere göstere geliyor. Zaten çatırdayan birlik içerisinde zor duruma düşen üyeler, yardım için “kendilerinden daha eşit” üyelerin onayını bekliyorlar. Aman birarada olalım, aman birlikten kuvvet doğar diyen Avrupa’nın bu sefer hem ekonomisi, hem birliği, hem para birimi çok ciddi şekilde sorgulanıyor.



Euro Bölgesi’nde krizin artık bangır bangır duyulan ayak sesleri öncelikle Yunanistan ekonomisi’nin sallanmaya başlamasıyla gelmişti. Akdeniz ikliminin ve karakteristiğinin gereği olan esnek çalışma saatleri, fazlaca hoşgörülü sosyal sigorta sistemi, çalışmamaya özendiren işsizlik ve emeklilik maaşları küresel krizle, bir de üstüne yine Akdeniz tipi diyebileceğimiz “mutluluk çubuğu” gibi yolsuzluklarla birleşince zaten sağlam temelleri olmayan Yunanistan ekonomisi kağıttan bir kule gibi sallanmaya başladı. Komşumuz Yorgo’lardaki krizi hatırlarsınız, sebepleriyle, sonuçlarıyla incelemiş, bu sayfalarda masaya yatırmıştık.

Aslında Yunanistan krizinin patlak vermesinden çok daha önce, ABD merkezli küresel krizde Avrupa Bölgesi pek iyi bir sınav verememişti. ABD ekonomisi zaten hızla su alıyordu ve gözler Avrupa’nın vereceği tepkideydi. Ancak herkes kendi derdine o kadar düşmüştü ki Birlik, bu konularla ilgili olarak biraraya bile gelemedi. Düşünün apartmanda yangın çıkıyor, herkes zaten kendi canının ve kendi dairesinin derdine düşmüş. Böyle bir ortamda biri çıkıp “Durumu enine boyuna değerlendirmek için Apartman Yönetimi toplantısı yapalım!” dese hali nice olurdu. Nitekim kimse bunu söylemedi, herkes kendi dairesini kurtarmaya çalıştı. İşte kendi hesaplarını toparlayıp birlik ne alemde diye dönüp baktıklarında iş işten geçmiş, küçük ve yardıma daha çok ihtiyacı olan ekonomiler durumu çoktan yüzlerine gözlerine bulaştırmışlardı bile.

Veba yayıldı, zaten son krizlerin tümünde ekonomik krizlerin ne kadar korkunç bir yayılma hızı olduğunu hep birlikte gördük. Yayılan kriz, İtalya, İspanya ve Portekiz’i de farklı şiddetlerde sallamaya başladı. Sonuçta ilk gelecek olan dalgada kimlerin kıyıya vuracağı daha net bir şekilde görülmeye başlandı. "İyiyi düşün ki iyi olsun" diyeceğiz, ama iyiyi düşünmeye de pek imkan vermiyor maalesef ekonomistler. Çoğunluk Euro Bölgesi borç krizinin bu kez kolay kolay altından kalkılamayacak bir durum olduğunda hemfikir. Yapılan her yeni araştırma, çıkan her yeni rapor moralleri daha da çok bozuyor.

Örneğin Avrupa Bankacılık Otoritesi (EBA) ’nin Avrupalı bankalara için yaptığı stres testi. Test, makro ekonomik iki senaryoda neler olabileceği, Avrupalı bankaların çeşitli durumlara ne tepki vereceğini ölçmeyi hedefliyor. Stres testinin sonuçlarının aslında pek kimsenin duymayı istemeyeceği şekilde çıkacağı aşağı yukarı tahmin ediliyordu. O kadar ki, Uluslararası Finans Enstitüsü, sonuçların yayımlamasının piyasalarda kaygıyı şiddetlendirebileceğini, yayınlanmaması gerektiğini söylüyordu. Stres testine 25 banka ile İspanya, 13 banka ile Almanya, 6 banka ile de Yunanistan katıldı. Test sonuçlarına göre 90 bankadan, 8’i testte başarısız olurken, 16 banka sınırı zor geçti. Başarısız olan 8 bankadan 5’i İspanya, 2’si Yunanistan ve biri Avusturya bankası oldu.  Ancak test halen eleştirilmeye devam ediyor. Eleştirenler haksız da sayılmaz aslında, zira 2010 yılında yapılan ve aynı özellikleri taşıyan stres testinde İrlanda bankaları, testten geçer not almış, ama daha üzerinden  birkaç ay geçmeden Avrupa Birliği ve Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından kurtarılmak durumunda kalmıştı.

Avrupanın belalılarından biri de artık kredi derecelendirme kuruluşları. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının ardarda Avrupa ülkelerinin kredi notlarını, hem de birkaç kademe düşürünce Avrupa bu işten pek hoşlanmadı ve bir anda bu kuruluşların varlıklarını sorgulamaya başladı. Yıllar yılı ülkemize ve diğer gelişmekte olan ülkelere yatırım yaparken -ya da yapmazken- başucu eseri olan kredi derecelendirme kuruluşları bir anda ve hızlıca tu kaka mertebesine düştüler. Bu kuruluşların derecelendirme yaparken alfabenin harflerini tüketip artık “değersiz”, “çöp” gibi nitelendirmeler kullanmaları Avrupa’nın pek hoşuna gitmemiş olacak haliyle.  Avrupa Komisyonu başkanı Manuel Barosso bu konuda sert tepki gösterenlerin başında geliyor. Yunanistan ve Portekiz ekonomi yetkilileri ise bu kuruluşları “kerameti kendinden menkul” diye değerlendiriyor. Neticede güvenilir olsun olmasın, ortada çok net bir kaç gerçek var. Birincisi Avrupa ekonomisinin baş aşağı gidişini görmek için kredi derecelendirme kurumu olmaya gerek olmadığı, ikincisi ise yıllarca bu kuruluşların raporlarını bahane ederek Türkiye ekonomisini eleştirenlerin şimdi aynı kıstaslarla beğenilmediklerindeki saldırgan tavırları. Ne demişler, alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste.           

Wall Street Journal yazarı Irwin Stelzer, adı geçen Avrupa ülkeleriyle ilgili olarak yaşananların ismi ne kadar yumuşatılırsa yumuşatılsın bir iflas olduğunu söylüyor. Avrupalıların bu kelimeyi duymaya tahammülünün olmadığını ancak gerçekçi olmak gerektiğini belirten Wall Street Journal yazarı,  sırf Euro projenizi korumak için bu ülkelere gereğinden fazla destek vermeyin, yani bir anlamda, dikkat edin, elinizi verip kolunuzu kaptırmayın diyor.

İsmine ister yeniden yapılanma deyin, isterseniz ısınma ortada bir gerçek var ki o da Avrupa ekonomisinin daha uzunca bir süre eski gücüne kavuşamayacak olması. Meşhur Euro projesi yerle bir olabilir, bazı az gelişmekte olan bazı ülkelerin(!) nedense hala girmeye çalıştığı AB tümüyle yok olabilir. Ama ekonomide özellikle de yükselmekte olan doğu kültürlerinin öğrettiği bir gerçek var. Yeni düzende tembele ekmek yok! Bu da yaşlı Avrupa’nın çalışma kültürü de dahil olmak üzere köklü değişikliklere gitmesi gerektiğini, artık en zengin de dahil olmak üzere siesta yapmaya kimsenin ama kimsenin tahammülü olmadığını gösteriyor.     

NO MORE SIESTA!


(Ağustos 2011 - Esquire yazımdan..)

Amerikan ekonomisi  kendi yarattığı fırtınadan büyük hasarlarla da olsa çıkmayı başardı. Sular durulmaya ve küresel ekonominin taşları yeniden yerlerine oturmaya başladı diyorduk ki bu sefer de kriz Avrupa’dan, hem de göstere göstere geliyor. Zaten çatırdayan birlik içerisinde zor duruma düşen üyeler, yardım için “kendilerinden daha eşit” üyelerin onayını bekliyorlar. Aman birarada olalım, aman birlikten kuvvet doğar diyen Avrupa’nın bu sefer hem ekonomisi, hem birliği, hem para birimi çok ciddi şekilde sorgulanıyor.



Euro Bölgesi’nde krizin artık bangır bangır duyulan ayak sesleri öncelikle Yunanistan ekonomisi’nin sallanmaya başlamasıyla gelmişti. Akdeniz ikliminin ve karakteristiğinin gereği olan esnek çalışma saatleri, fazlaca hoşgörülü sosyal sigorta sistemi, çalışmamaya özendiren işsizlik ve emeklilik maaşları küresel krizle, bir de üstüne yine Akdeniz tipi diyebileceğimiz “mutluluk çubuğu” gibi yolsuzluklarla birleşince zaten sağlam temelleri olmayan Yunanistan ekonomisi kağıttan bir kule gibi sallanmaya başladı. Komşumuz Yorgo’lardaki krizi hatırlarsınız, sebepleriyle, sonuçlarıyla incelemiş, bu sayfalarda masaya yatırmıştık.

Aslında Yunanistan krizinin patlak vermesinden çok daha önce, ABD merkezli küresel krizde Avrupa Bölgesi pek iyi bir sınav verememişti. ABD ekonomisi zaten hızla su alıyordu ve gözler Avrupa’nın vereceği tepkideydi. Ancak herkes kendi derdine o kadar düşmüştü ki Birlik, bu konularla ilgili olarak biraraya bile gelemedi. Düşünün apartmanda yangın çıkıyor, herkes zaten kendi canının ve kendi dairesinin derdine düşmüş. Böyle bir ortamda biri çıkıp “Durumu enine boyuna değerlendirmek için Apartman Yönetimi toplantısı yapalım!” dese hali nice olurdu. Nitekim kimse bunu söylemedi, herkes kendi dairesini kurtarmaya çalıştı. İşte kendi hesaplarını toparlayıp birlik ne alemde diye dönüp baktıklarında iş işten geçmiş, küçük ve yardıma daha çok ihtiyacı olan ekonomiler durumu çoktan yüzlerine gözlerine bulaştırmışlardı bile.

Veba yayıldı, zaten son krizlerin tümünde ekonomik krizlerin ne kadar korkunç bir yayılma hızı olduğunu hep birlikte gördük. Yayılan kriz, İtalya, İspanya ve Portekiz’i de farklı şiddetlerde sallamaya başladı. Sonuçta ilk gelecek olan dalgada kimlerin kıyıya vuracağı daha net bir şekilde görülmeye başlandı. "İyiyi düşün ki iyi olsun" diyeceğiz, ama iyiyi düşünmeye de pek imkan vermiyor maalesef ekonomistler. Çoğunluk Euro Bölgesi borç krizinin bu kez kolay kolay altından kalkılamayacak bir durum olduğunda hemfikir. Yapılan her yeni araştırma, çıkan her yeni rapor moralleri daha da çok bozuyor.

Örneğin Avrupa Bankacılık Otoritesi (EBA) ’nin Avrupalı bankalara için yaptığı stres testi. Test, makro ekonomik iki senaryoda neler olabileceği, Avrupalı bankaların çeşitli durumlara ne tepki vereceğini ölçmeyi hedefliyor. Stres testinin sonuçlarının aslında pek kimsenin duymayı istemeyeceği şekilde çıkacağı aşağı yukarı tahmin ediliyordu. O kadar ki, Uluslararası Finans Enstitüsü, sonuçların yayımlamasının piyasalarda kaygıyı şiddetlendirebileceğini, yayınlanmaması gerektiğini söylüyordu. Stres testine 25 banka ile İspanya, 13 banka ile Almanya, 6 banka ile de Yunanistan katıldı. Test sonuçlarına göre 90 bankadan, 8’i testte başarısız olurken, 16 banka sınırı zor geçti. Başarısız olan 8 bankadan 5’i İspanya, 2’si Yunanistan ve biri Avusturya bankası oldu.  Ancak test halen eleştirilmeye devam ediyor. Eleştirenler haksız da sayılmaz aslında, zira 2010 yılında yapılan ve aynı özellikleri taşıyan stres testinde İrlanda bankaları, testten geçer not almış, ama daha üzerinden  birkaç ay geçmeden Avrupa Birliği ve Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından kurtarılmak durumunda kalmıştı.

Avrupanın belalılarından biri de artık kredi derecelendirme kuruluşları. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının ardarda Avrupa ülkelerinin kredi notlarını, hem de birkaç kademe düşürünce Avrupa bu işten pek hoşlanmadı ve bir anda bu kuruluşların varlıklarını sorgulamaya başladı. Yıllar yılı ülkemize ve diğer gelişmekte olan ülkelere yatırım yaparken -ya da yapmazken- başucu eseri olan kredi derecelendirme kuruluşları bir anda ve hızlıca tu kaka mertebesine düştüler. Bu kuruluşların derecelendirme yaparken alfabenin harflerini tüketip artık “değersiz”, “çöp” gibi nitelendirmeler kullanmaları Avrupa’nın pek hoşuna gitmemiş olacak haliyle.  Avrupa Komisyonu başkanı Manuel Barosso bu konuda sert tepki gösterenlerin başında geliyor. Yunanistan ve Portekiz ekonomi yetkilileri ise bu kuruluşları “kerameti kendinden menkul” diye değerlendiriyor. Neticede güvenilir olsun olmasın, ortada çok net bir kaç gerçek var. Birincisi Avrupa ekonomisinin baş aşağı gidişini görmek için kredi derecelendirme kurumu olmaya gerek olmadığı, ikincisi ise yıllarca bu kuruluşların raporlarını bahane ederek Türkiye ekonomisini eleştirenlerin şimdi aynı kıstaslarla beğenilmediklerindeki saldırgan tavırları. Ne demişler, alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste.           

Wall Street Journal yazarı Irwin Stelzer, adı geçen Avrupa ülkeleriyle ilgili olarak yaşananların ismi ne kadar yumuşatılırsa yumuşatılsın bir iflas olduğunu söylüyor. Avrupalıların bu kelimeyi duymaya tahammülünün olmadığını ancak gerçekçi olmak gerektiğini belirten Wall Street Journal yazarı,  sırf Euro projenizi korumak için bu ülkelere gereğinden fazla destek vermeyin, yani bir anlamda, dikkat edin, elinizi verip kolunuzu kaptırmayın diyor.

İsmine ister yeniden yapılanma deyin, isterseniz ısınma ortada bir gerçek var ki o da Avrupa ekonomisinin daha uzunca bir süre eski gücüne kavuşamayacak olması. Meşhur Euro projesi yerle bir olabilir, bazı az gelişmekte olan bazı ülkelerin(!) nedense hala girmeye çalıştığı AB tümüyle yok olabilir. Ama ekonomide özellikle de yükselmekte olan doğu kültürlerinin öğrettiği bir gerçek var. Yeni düzende tembele ekmek yok! Bu da yaşlı Avrupa’nın çalışma kültürü de dahil olmak üzere köklü değişikliklere gitmesi gerektiğini, artık en zengin de dahil olmak üzere siesta yapmaya kimsenin ama kimsenin tahammülü olmadığını gösteriyor.     

27 Haziran 2012 Çarşamba


Efsanevi  Steve Jobs’ın ölümüyle birlikte daha da popülerleşen Apple şirketinin fikir aşamasından kurulumuna, büyümesinden ortaklık yapısına kadar tüm detayları daha fazla merak edilmeye ve bir bir ortaya serilmeye başladı. Tüm bu başarı hikayesi içinde öyle şaşırtıcı bir başka hikaye var ki, diğerlerinden bir hayli farklı ve ilginç. Apple’ın üçüncü ortağı Ronald Gerald Wayne’den bahsediyorum.   

1976 yılının 1 Nisan’ında Steve Jobs ve  Steve Wozniak yüzyılın en efsanevi markalarından birisi olacak Apple Computer’i  kurduklarında yanlarında bir kişi daha vardı. Bu kişi yaşca onlardan bir hayli büyük, tecrübe ve olgunluğuyla şirkete ciddi katkısı olması beklenen Ronald Gerald Wayne’di. İki Steve’in 25’lerinde maceracı tipler olmasına rağmen Wayne, 42 yaşında tecrübeli, prosedürleri ve “kağıt işlerini” çok iyi bilen oturaklı bir iş adamıydı. Şirketin kurulumunda kuruluş sözleşmeleri de dahil olmak üzere tüm bürokratik işlemleri çözmüş, bilgisayarların kullanım kılavuzlarını yazmış, üstüne bir de Apple’ın ilk logosunu tasarlamış ve çizmişti. Hatırlarsınız, ilk Apple logosu, ağacın altında oturan ve başına elmanın düşmesini bekleyen Newton’u sembolize eden logoydu. Logodakinin aksine, Wayne elmanın başına düşmesini bekleyecek kadar sabır gösterememişti oysa ki.



Steve’lerin toplam %90 oranındaki hissesinin yanında Wayne ’in de bu genç girişimde %10 hissesi bulunuyordu. Steve Jobs’ın kurguladığı muhteşem iş bölümünde sınırlar belliydi: Wozniak üretir, Jobs pazarlar, Wayne ise hukuki ve bürokratik işleri halleder. Kurgu gayet başarılıydı ancak bir sorun vardı. Şirket kurulur kurulmaz Jobs büyük bir hızla işleri büyütmek istedi. Bunun için de büyük yatırımlar yapmak ve bankalara ciddi meblağlarda borçlanmak gerekiyordu. Jobs kafasına koyduğu yolda cesur ama pek de hesaplı olmayan adımlarla ilerlerken, maddi sorumluluklar yaşı ve tecrübesi dolayısıyla sürekli olarak Wayne’e kalıyordu. Kendi ifadesiyle Wayne o günleri IB Times’da şöyle anlatıyor: “Jobs, daha şirketi kurar kurmaz yatırım yapmak, büyütmek için bankalara borçlanmaya başladı. Ama ortaklarım çok genç ve parasızdı. Ben o tarihte 42 yaşında olduğum için, bankalar beni muhatap almak istiyor, Apple’ın borçlarına bütün mal varlığımla kefil olmamı istiyorlardı. Bu çok riskliydi, hissemi satıp çıktım.”

Bu kararının ardından, şirket kurulumunun üstünden sadece bir haftanın biraz üzerinde bir zaman geçmişken Wayne hemen %10 oranındaki hissesini 2300 dolara diğer ortaklarına devrederek Apple’ın ortaklığından ayrılıyor. Hisselerin şu anki bedelinin 2011 Ağustos hesaplamalarına göre 35 Milyar Amerikan Doları olduğunu hatırlatmak isterim. Bütün bü kayıp ve insana aklını kaybettirebilecek büyüklükteki yanlış seçim Wayne’e sorulduğunda, ne kadar inandırıcı bilmiyorum ama, hiçbir pişmanlığının olmadığını, o dönemdeki şartlar nedeniyle bu seçimi yapması gerektiğini belirtiyor ve seçimin doğru olduğunda ısrar ediyor. Hem yaşının diğer iki ortağı kadar genç olmaması, hem de geçmişte yaşadığı kötü yatırım tecrübeleri bu talihsiz kararı vermesinde etkili olmuş. Bu arada ölümünün ardından dehası kadar iş hayatındaki acımasızlığı da konuşulan Jobs’ın Wayne’e defalarca şirkete yeniden katılması için teklif götürmesi de ilginç bir ayrıntı. Wayne ise bu teklifleri ısrarla her seferinde geri çevirmiş.

Apple’ın pek bilinmeyen üçüncü ortağı Ronald Gerald Wayne ’in isabetsiz kararları maalesef bununla da bitmiyor. Efsanevi şirketin ilk kuruluş sözleşmesini tasarlayıp yazan kişi olmasıyla da aslında dünya ekonomisinde önemli bir yer tutmuş bir kişi olan Wayne, kuruluş sözleşmesini 1990’larda bir kolleksiyonere birkaç bin dolar karşılığında satmış! Şimdi hazır olun, Wayne’in birkaç bin dolara elinden çıkardığı 3 sayfalık tarihi sözleşme, geçtiğimiz günlerde Sotheby's Müzayede Evi'nde yapılan bir açık artırmadan tam 1,594,500 Dolara satıldı! İşte Wayne’e bir pişmanlık daha!


Tüm bu olan bitene rağmen, kararlarının arkasında duran ve doğruluğunu sonuna kadar savunan Ronald Gerald Wayne şu an 77 yaşında,  eski para ve pul alıp satıyor. Herhangi bir pişmanlığı olmadığını her fırsatta belirtse de Apple’ın talihsiz üçüncü ortağı Ronald Gerald Wayne ‘in halen pul ve eski para alım-satımı yaptığı dükkanının logosu aslında bir hayli anlamlı. Şirketin logosu elma ağacının altında kafasına elma düşmesini bekleyen Newton! 


Yani demek ki mesele, elmanın düşüp düşmemesi değil, esas mesele elma düşerken kimin ağacın altında  olduğu..      

   

ELMANIN ŞANSSIZ KURDU


Efsanevi  Steve Jobs’ın ölümüyle birlikte daha da popülerleşen Apple şirketinin fikir aşamasından kurulumuna, büyümesinden ortaklık yapısına kadar tüm detayları daha fazla merak edilmeye ve bir bir ortaya serilmeye başladı. Tüm bu başarı hikayesi içinde öyle şaşırtıcı bir başka hikaye var ki, diğerlerinden bir hayli farklı ve ilginç. Apple’ın üçüncü ortağı Ronald Gerald Wayne’den bahsediyorum.   

1976 yılının 1 Nisan’ında Steve Jobs ve  Steve Wozniak yüzyılın en efsanevi markalarından birisi olacak Apple Computer’i  kurduklarında yanlarında bir kişi daha vardı. Bu kişi yaşca onlardan bir hayli büyük, tecrübe ve olgunluğuyla şirkete ciddi katkısı olması beklenen Ronald Gerald Wayne’di. İki Steve’in 25’lerinde maceracı tipler olmasına rağmen Wayne, 42 yaşında tecrübeli, prosedürleri ve “kağıt işlerini” çok iyi bilen oturaklı bir iş adamıydı. Şirketin kurulumunda kuruluş sözleşmeleri de dahil olmak üzere tüm bürokratik işlemleri çözmüş, bilgisayarların kullanım kılavuzlarını yazmış, üstüne bir de Apple’ın ilk logosunu tasarlamış ve çizmişti. Hatırlarsınız, ilk Apple logosu, ağacın altında oturan ve başına elmanın düşmesini bekleyen Newton’u sembolize eden logoydu. Logodakinin aksine, Wayne elmanın başına düşmesini bekleyecek kadar sabır gösterememişti oysa ki.



Steve’lerin toplam %90 oranındaki hissesinin yanında Wayne ’in de bu genç girişimde %10 hissesi bulunuyordu. Steve Jobs’ın kurguladığı muhteşem iş bölümünde sınırlar belliydi: Wozniak üretir, Jobs pazarlar, Wayne ise hukuki ve bürokratik işleri halleder. Kurgu gayet başarılıydı ancak bir sorun vardı. Şirket kurulur kurulmaz Jobs büyük bir hızla işleri büyütmek istedi. Bunun için de büyük yatırımlar yapmak ve bankalara ciddi meblağlarda borçlanmak gerekiyordu. Jobs kafasına koyduğu yolda cesur ama pek de hesaplı olmayan adımlarla ilerlerken, maddi sorumluluklar yaşı ve tecrübesi dolayısıyla sürekli olarak Wayne’e kalıyordu. Kendi ifadesiyle Wayne o günleri IB Times’da şöyle anlatıyor: “Jobs, daha şirketi kurar kurmaz yatırım yapmak, büyütmek için bankalara borçlanmaya başladı. Ama ortaklarım çok genç ve parasızdı. Ben o tarihte 42 yaşında olduğum için, bankalar beni muhatap almak istiyor, Apple’ın borçlarına bütün mal varlığımla kefil olmamı istiyorlardı. Bu çok riskliydi, hissemi satıp çıktım.”

Bu kararının ardından, şirket kurulumunun üstünden sadece bir haftanın biraz üzerinde bir zaman geçmişken Wayne hemen %10 oranındaki hissesini 2300 dolara diğer ortaklarına devrederek Apple’ın ortaklığından ayrılıyor. Hisselerin şu anki bedelinin 2011 Ağustos hesaplamalarına göre 35 Milyar Amerikan Doları olduğunu hatırlatmak isterim. Bütün bü kayıp ve insana aklını kaybettirebilecek büyüklükteki yanlış seçim Wayne’e sorulduğunda, ne kadar inandırıcı bilmiyorum ama, hiçbir pişmanlığının olmadığını, o dönemdeki şartlar nedeniyle bu seçimi yapması gerektiğini belirtiyor ve seçimin doğru olduğunda ısrar ediyor. Hem yaşının diğer iki ortağı kadar genç olmaması, hem de geçmişte yaşadığı kötü yatırım tecrübeleri bu talihsiz kararı vermesinde etkili olmuş. Bu arada ölümünün ardından dehası kadar iş hayatındaki acımasızlığı da konuşulan Jobs’ın Wayne’e defalarca şirkete yeniden katılması için teklif götürmesi de ilginç bir ayrıntı. Wayne ise bu teklifleri ısrarla her seferinde geri çevirmiş.

Apple’ın pek bilinmeyen üçüncü ortağı Ronald Gerald Wayne ’in isabetsiz kararları maalesef bununla da bitmiyor. Efsanevi şirketin ilk kuruluş sözleşmesini tasarlayıp yazan kişi olmasıyla da aslında dünya ekonomisinde önemli bir yer tutmuş bir kişi olan Wayne, kuruluş sözleşmesini 1990’larda bir kolleksiyonere birkaç bin dolar karşılığında satmış! Şimdi hazır olun, Wayne’in birkaç bin dolara elinden çıkardığı 3 sayfalık tarihi sözleşme, geçtiğimiz günlerde Sotheby's Müzayede Evi'nde yapılan bir açık artırmadan tam 1,594,500 Dolara satıldı! İşte Wayne’e bir pişmanlık daha!


Tüm bu olan bitene rağmen, kararlarının arkasında duran ve doğruluğunu sonuna kadar savunan Ronald Gerald Wayne şu an 77 yaşında,  eski para ve pul alıp satıyor. Herhangi bir pişmanlığı olmadığını her fırsatta belirtse de Apple’ın talihsiz üçüncü ortağı Ronald Gerald Wayne ‘in halen pul ve eski para alım-satımı yaptığı dükkanının logosu aslında bir hayli anlamlı. Şirketin logosu elma ağacının altında kafasına elma düşmesini bekleyen Newton! 


Yani demek ki mesele, elmanın düşüp düşmemesi değil, esas mesele elma düşerken kimin ağacın altında  olduğu..      

   

4 Haziran 2012 Pazartesi


Mersin’de borcunu ödeyemeyen bir sağlık merkezine Mersin 5'inci İcra Dairesi tarafından icra geldi. Ama işin ilginç kısmı bu değil, zira sadece sağlık merkezi değil, sağlık merkezinin bünyesindeki 8 doktor da icra yoluyla satışa çıkarıldı! Gazetelerde de yer alan ilana göre: 
  • Genel Cerrahi kadrosu 60.000, 
  • Göğüs hastalıkları kadrosu 50.000,
  • Pratisyen hekimler 25.000 Türk lirası olarak açıklanmış.
Ben şahsen eski bir borsacı olmanın alışkanlığı ile pratisyenken ucuza alıp, profesör olup iyice değerlendiğinde satılabilir mi diye hesap kitap yapmaya başladım bile.. 
Sonumuz hayrolsun..

DOKTORDAN AZ KULLANILMIŞ DOKTOR!


Mersin’de borcunu ödeyemeyen bir sağlık merkezine Mersin 5'inci İcra Dairesi tarafından icra geldi. Ama işin ilginç kısmı bu değil, zira sadece sağlık merkezi değil, sağlık merkezinin bünyesindeki 8 doktor da icra yoluyla satışa çıkarıldı! Gazetelerde de yer alan ilana göre: 
  • Genel Cerrahi kadrosu 60.000, 
  • Göğüs hastalıkları kadrosu 50.000,
  • Pratisyen hekimler 25.000 Türk lirası olarak açıklanmış.
Ben şahsen eski bir borsacı olmanın alışkanlığı ile pratisyenken ucuza alıp, profesör olup iyice değerlendiğinde satılabilir mi diye hesap kitap yapmaya başladım bile.. 
Sonumuz hayrolsun..

1 Haziran 2012 Cuma

"Bazı insanlar çok fakir, tek sahip oldukları şey para."

GRAFFITI!

"Bazı insanlar çok fakir, tek sahip oldukları şey para."

15 Mayıs 2012 Salı

Yarın (16 Mayıs 2012 Çarşamba günü) saat 11:00 'de benim de eski okulum olan Marmara Üniversitesi'nde "Gençlik; Girişim ve Inovasyon" konuşuyor olacağız.. Organizasyonun diğer konuşmacıları; Sn. Timur Tiryaki, Sn. Ömer Ekinci ve Sn. Arif Çanacık.
Konu malum, yine şu başımızın belası(!) Girişimcilik.. Ama tabii ki esas önemli noktalar hikayelerin satır aralarında olacak yine almak isteyenler için. Hikayelere yenileri eklendi. Bu kez Walt Disney'den gireceğiz, bir model arkadaşımdan çıkacağız.. Kimmiş şu girişimci, ne yer ne içermiş, ne menem birşeymiş şu innovasyon, çözmeye çalışacağız...  
Orada olanlarla görüşürüz, gelemeyen ve merak edenlerle buradan daha sonra paylaşacağız yine gözlemleri..
Ellerimi açmış kainatın sırrını açıklıyor gibi yaptığım fotoğraf yanıltmasın, bir iki hikaye anlatıp döneceğim sadece, her zamanki gibi.. ;)


Yarın Marmara Üniversitesi'ndeyiz..

Yarın (16 Mayıs 2012 Çarşamba günü) saat 11:00 'de benim de eski okulum olan Marmara Üniversitesi'nde "Gençlik; Girişim ve Inovasyon" konuşuyor olacağız.. Organizasyonun diğer konuşmacıları; Sn. Timur Tiryaki, Sn. Ömer Ekinci ve Sn. Arif Çanacık.
Konu malum, yine şu başımızın belası(!) Girişimcilik.. Ama tabii ki esas önemli noktalar hikayelerin satır aralarında olacak yine almak isteyenler için. Hikayelere yenileri eklendi. Bu kez Walt Disney'den gireceğiz, bir model arkadaşımdan çıkacağız.. Kimmiş şu girişimci, ne yer ne içermiş, ne menem birşeymiş şu innovasyon, çözmeye çalışacağız...  
Orada olanlarla görüşürüz, gelemeyen ve merak edenlerle buradan daha sonra paylaşacağız yine gözlemleri..
Ellerimi açmış kainatın sırrını açıklıyor gibi yaptığım fotoğraf yanıltmasın, bir iki hikaye anlatıp döneceğim sadece, her zamanki gibi.. ;)


4 Mayıs 2012 Cuma


İzmir’in Seferihisar İlçesi’nin Sığacık Mahallesi ile Yunanistan’ın Sisam Adası arasında feribot seferleri başlarken Sığacık’lı esnaf “Paranız yoksa da gelin” çağrısı yaptığı Yunanlı misafirlere veresiye defterini sonuna kadar açmış. “Onları hiç bilmedikleri veresiye defteri ile tanıştırdık” diyen yöre esnafı gerçekten komşusuna kara gün dostluğu mu yapıyor yoksa bu yeni yöntem Yunanistan’ın batışını hızlandıracak mı göreceğiz... Tek bildiğim şu, meşhur veresiye defterimiz Avrupa topraklarına ilk sıçramasını bu yolla gerçekleştiriyor! 

Artık gerisini AB düşünsün! 



YAZ YORGO'YA Bİ DAHA..


İzmir’in Seferihisar İlçesi’nin Sığacık Mahallesi ile Yunanistan’ın Sisam Adası arasında feribot seferleri başlarken Sığacık’lı esnaf “Paranız yoksa da gelin” çağrısı yaptığı Yunanlı misafirlere veresiye defterini sonuna kadar açmış. “Onları hiç bilmedikleri veresiye defteri ile tanıştırdık” diyen yöre esnafı gerçekten komşusuna kara gün dostluğu mu yapıyor yoksa bu yeni yöntem Yunanistan’ın batışını hızlandıracak mı göreceğiz... Tek bildiğim şu, meşhur veresiye defterimiz Avrupa topraklarına ilk sıçramasını bu yolla gerçekleştiriyor! 

Artık gerisini AB düşünsün! 



19 Nisan 2012 Perşembe

Geçtiğimiz aylarda Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan verilerde Kütahya ‘nın erkek nüfusunun 25.000 kişi kadar eksik çıkması “Nerde bu Kütahya’nın erkekleri?” sorusuna sebep olmuştu. Kişi başı geliri 11.613 TL olan ilimiz “Ekmeğimizi büyütemezsek paylaşan sayısını azaltırız” demiş olacak, nüfustan azımsanmayacak bir büyüklüğü adeta silmişti. Bu gizemli olay istatistik bilimi ile açıklanamayınca devreye siyasiler bile girdi ve sonunda aranan kulp bulundu. Meğerse bu 25.000 kişi kapanan okullar nedeniyle şehir dışına çıkan öğrenciler ve velileriymiş. Elma diyelim de bari ortaya çıksınlar..  

KÜTAHYA’NIN ERKEKLERİ NEREDE????

Geçtiğimiz aylarda Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan verilerde Kütahya ‘nın erkek nüfusunun 25.000 kişi kadar eksik çıkması “Nerde bu Kütahya’nın erkekleri?” sorusuna sebep olmuştu. Kişi başı geliri 11.613 TL olan ilimiz “Ekmeğimizi büyütemezsek paylaşan sayısını azaltırız” demiş olacak, nüfustan azımsanmayacak bir büyüklüğü adeta silmişti. Bu gizemli olay istatistik bilimi ile açıklanamayınca devreye siyasiler bile girdi ve sonunda aranan kulp bulundu. Meğerse bu 25.000 kişi kapanan okullar nedeniyle şehir dışına çıkan öğrenciler ve velileriymiş. Elma diyelim de bari ortaya çıksınlar..  

18 Nisan 2012 Çarşamba

Hepimizin şahit olduğu gibi TL ‘mizin yeni sembolü geçen ay içerisinde açıklandı. Kahve falı mantığıyla bir şeylere benzetmeye çalıştıysak da pek başarılı olamadık milletçe! Peki bu değişimin maliyeti ne kadar diye merak ettiniz mi peki hiç? Tedavüldeki yaklaşık 1,3 milyar adet eski banknotun yakılması, yeni banknotun basımı, ithal kağıt, mürekkep, tasarım gibi kalemlerle her bir banknot 16 kuruşa mal oluyor! Yeni sembolü bizlere sevdirme çalışmaları yani tanıtım ve reklamla birlikte tüm maliyetin 167 milyon TL’yi bulması bekleniyor. 
Neyse ne yapalım, tedavül kaçınılmazsa zevk almaya bakacağız!

TEDAVÜL KAÇINILMAZSA…

Hepimizin şahit olduğu gibi TL ‘mizin yeni sembolü geçen ay içerisinde açıklandı. Kahve falı mantığıyla bir şeylere benzetmeye çalıştıysak da pek başarılı olamadık milletçe! Peki bu değişimin maliyeti ne kadar diye merak ettiniz mi peki hiç? Tedavüldeki yaklaşık 1,3 milyar adet eski banknotun yakılması, yeni banknotun basımı, ithal kağıt, mürekkep, tasarım gibi kalemlerle her bir banknot 16 kuruşa mal oluyor! Yeni sembolü bizlere sevdirme çalışmaları yani tanıtım ve reklamla birlikte tüm maliyetin 167 milyon TL’yi bulması bekleniyor. 
Neyse ne yapalım, tedavül kaçınılmazsa zevk almaya bakacağız!

11 Nisan 2012 Çarşamba

Takip edenler bilir son yıllarda “Kariyer Günleri” gibi konuşmalara sağolsunlar sıklıkla davet ediyorlar. Öğrenci arkadaşlarla bir araya gelmek bana sıkıcı iş hayatı içinde müthiş bir nefes oluyor. Bunu “Çocuklar interaktif yapalım, ben de sizlerden öğreniyorum” samimiyetsizliğinde söylemiyorum. İlk kez duydukları başarı ve başarısızlık hikayeleriyle dinleyen arkadaşların gözlerinin parlaması bir yana, her gittiğim yerde kendini çok iyi yetiştirmiş ve bana ciddi şeyler katan arkadaşlarla tanışıyorum. Örneğin –ismini hatırlayamadığım için beni affet, yazarsan hemen değiştirip ismini yazacağım kardeşim- Avusturya Lisesi’nde beni Sir Kenneth  Robinson’un Changing Paradigms ‘i ile tanıştıran arkadaş.. O günün akşamında akademisyen olan eşimle saatlerce ağzımız açık bir şekilde Sir Kenneth  Robinson ‘un çalışmalarını internetten bulup okuduk, izledik, bize neler kattın bilemezsin..

Bu şahane buluşmalar beni ziyadesiyle mutlu ederken, “şimdikiler”i de gözlemleme fırsatım oluyor. Bir kere teveccüh edip beni de sıkça davet ettikleri bu gibi konuşmalar için seçilen kişiler ille Falancanın  Genel Müdürü, Filancanın CEO’su  ya da Hedehödö Yönetim Kurulu Üyesi oluyor. E haklısınız tabii ki buralara gelmiş amcaların möhim hikayeleri olduğunu düşünmekle.. Ama ya yoksa? İşte o zaman aynı sıkıcı, tek düze, didaktik, sıkıcı coğrafya hocası tadında anlatılan klişe tavsiyelerle yetinmek zorunda kalıyorsunuz. 

Son Bursa AIESEC toplantısında şahane bir soru geldi:
“Kişisel Gelişim kitaplarına inanıyor musunuz?” Cevabında da söylediğim gibi, kitaplardan değil, Taksim’deki içliköfteciden alınan kişisel gelişim dersine inanıyorum… Sunumlarımdan herhangi birisini dinleyenler ne demek istediğimi anlamıştır. Henüz bir araya gelemediklerimiz için sürprizi bozmayalım ;)



O salonları doldurmayı kışın soğuğunda, yazın sıcağında çimenlerde uzanmaya, sevgilinizle yuvarlanmaya ya da en basitinden, King oynamaya tercih etmişseniz o salonda konuşan kişiler olarak 1 saatte hayatınız değiştirsek iyi olur di mi?! ;)  Bence de. Öğreten konuşmalardan nefret ettiğimi, dinlemeye de yapmaya da tahammülüm olmadığını takip edenler bilir. Gelip size bazı hikayeler anlatıp gidiyorum.. Kimisi başarı hikayesi, kimisi başarısızlık hikayesi.. ama hepsi “Başkalarının Hikayeleri”. Bu hikayelerden nasıl faydalanacağınız tamamıyla size kalmış. Geçenlerde “Türev Ürünlerle ilgili görüşmek için” randevu alarak ziyarete gelen önemli aracı kurumlardan birinden 2 dünya tatlısı genç hanım mesela.. Kalkarken “Geçen sene bizim okulumuzda anlattığınız borsa ekranını uyurken karşısına koyan borsacı –ki bu ben oluyorum ;) – hikayesi beni ve kararlarımı çok etkiledi, daha çok sorgulayarak, daha çok irdeleyerek verdim kararlarımı ” dedi. Ya da Boğaziçi Üniversites'inde yanıma gelip "Üniversiteye radyo programlarınızı dinleyerek hazırlandım. Yalova'da başka bir eğlencem yoktu. Şimdi Boğaziçi'ni kazandım ve sayenizde radyocu oldum" diyen Yasemin gibi..  Ne mutlu sorgulatabildiysek, bizim hatalarımıza düşmemenize katkı sağlayabildiysek, Amerikan filmlerinden meslek seçmemenize katkı sağlayabildiysek… Bi kaç hayata dokunabildiysek ucundan..

Bursa AIESEC Organizasyonu yine harikaydı, harika bir ev sahipliği gördük. Salon pırıl pırıl gözlerle doluydu, benim için en önemli şeylerden biri: Küçük Prens ’i salonun çoğu okumuştu! ;) Konuşmanın başında söylediğim gibi 39 derece ateşle yaptığım için benim için cidden “Ateşli bi konuşma” oldu, umarım herkes için öyle olmuştur. Umarım sorgulatabildik, başarı kriterlerini, mutluluk kriterlerini, “kariyer” hikayesini, umarım hayalinizdeki o adamlar olmak isterken nelerden vazgeçmemek gerektiğini, roket hikayesindeki “o naif küçük oğlan çocuğunu” hiç öldürmemek gerektiğini, o öldüğü gün kariyerin de, başarının da, mutluluğun da onunla beraber öleceğini, içinizdeki çocuğu o roketin başı gibi pamuklara sarıp sarmalamanız gerektiğini.. O sıkıcı ofislere girmeden, dört duvar arasında kısılmadan, kurumsal hayatın kravatlı sıkıcı piyonu olmadan da mutlu, başarılı ve ne demekse “Kariyer”li olunabileceğini.. Arkadaşlarınızla mizah dergisini arka cebinde kıvırıp çimenlerde debelendiğin o günün, terfi aldığın günden daha kıymetli olduğunu.. Kız arkadaşının elinden tutup beş parasız denize doğru baktığın “an”ın kıymetini..

Ve bir şey daha. Geçenlerde yine bir konuşma için bir yerlere gittik, çıkıp otoparka doğru yöneldiğimde bir şey düşündüm. Kariyer Günlerine pahalı arabalarla, ciplerle değil bisikletle gelen adamlar olursa bir gün ve siz o adamları bulup davet edebilirseniz okullarınıza, klüplerinize, her şey çok ama çok daha güzel olacak arkadaşlar…  

İçinizdeki ,sanatı,sanatçıyı, çocuğu bulun ve ona yapışın. O nereye gittiğini çok iyi biliyor!
Bu da benden duyabilebileceğiniz ilk ve son didaktik cümledir! ;)

“Her çocuk sanatçı doğar. Esas problem büyüdüğünde de sanatçı kalabilmektir” Pablo Picasso.

KARİYERİ BIRAK, "KÜÇÜK PRENS"E BAK.

Takip edenler bilir son yıllarda “Kariyer Günleri” gibi konuşmalara sağolsunlar sıklıkla davet ediyorlar. Öğrenci arkadaşlarla bir araya gelmek bana sıkıcı iş hayatı içinde müthiş bir nefes oluyor. Bunu “Çocuklar interaktif yapalım, ben de sizlerden öğreniyorum” samimiyetsizliğinde söylemiyorum. İlk kez duydukları başarı ve başarısızlık hikayeleriyle dinleyen arkadaşların gözlerinin parlaması bir yana, her gittiğim yerde kendini çok iyi yetiştirmiş ve bana ciddi şeyler katan arkadaşlarla tanışıyorum. Örneğin –ismini hatırlayamadığım için beni affet, yazarsan hemen değiştirip ismini yazacağım kardeşim- Avusturya Lisesi’nde beni Sir Kenneth  Robinson’un Changing Paradigms ‘i ile tanıştıran arkadaş.. O günün akşamında akademisyen olan eşimle saatlerce ağzımız açık bir şekilde Sir Kenneth  Robinson ‘un çalışmalarını internetten bulup okuduk, izledik, bize neler kattın bilemezsin..

Bu şahane buluşmalar beni ziyadesiyle mutlu ederken, “şimdikiler”i de gözlemleme fırsatım oluyor. Bir kere teveccüh edip beni de sıkça davet ettikleri bu gibi konuşmalar için seçilen kişiler ille Falancanın  Genel Müdürü, Filancanın CEO’su  ya da Hedehödö Yönetim Kurulu Üyesi oluyor. E haklısınız tabii ki buralara gelmiş amcaların möhim hikayeleri olduğunu düşünmekle.. Ama ya yoksa? İşte o zaman aynı sıkıcı, tek düze, didaktik, sıkıcı coğrafya hocası tadında anlatılan klişe tavsiyelerle yetinmek zorunda kalıyorsunuz. 

Son Bursa AIESEC toplantısında şahane bir soru geldi:
“Kişisel Gelişim kitaplarına inanıyor musunuz?” Cevabında da söylediğim gibi, kitaplardan değil, Taksim’deki içliköfteciden alınan kişisel gelişim dersine inanıyorum… Sunumlarımdan herhangi birisini dinleyenler ne demek istediğimi anlamıştır. Henüz bir araya gelemediklerimiz için sürprizi bozmayalım ;)



O salonları doldurmayı kışın soğuğunda, yazın sıcağında çimenlerde uzanmaya, sevgilinizle yuvarlanmaya ya da en basitinden, King oynamaya tercih etmişseniz o salonda konuşan kişiler olarak 1 saatte hayatınız değiştirsek iyi olur di mi?! ;)  Bence de. Öğreten konuşmalardan nefret ettiğimi, dinlemeye de yapmaya da tahammülüm olmadığını takip edenler bilir. Gelip size bazı hikayeler anlatıp gidiyorum.. Kimisi başarı hikayesi, kimisi başarısızlık hikayesi.. ama hepsi “Başkalarının Hikayeleri”. Bu hikayelerden nasıl faydalanacağınız tamamıyla size kalmış. Geçenlerde “Türev Ürünlerle ilgili görüşmek için” randevu alarak ziyarete gelen önemli aracı kurumlardan birinden 2 dünya tatlısı genç hanım mesela.. Kalkarken “Geçen sene bizim okulumuzda anlattığınız borsa ekranını uyurken karşısına koyan borsacı –ki bu ben oluyorum ;) – hikayesi beni ve kararlarımı çok etkiledi, daha çok sorgulayarak, daha çok irdeleyerek verdim kararlarımı ” dedi. Ya da Boğaziçi Üniversites'inde yanıma gelip "Üniversiteye radyo programlarınızı dinleyerek hazırlandım. Yalova'da başka bir eğlencem yoktu. Şimdi Boğaziçi'ni kazandım ve sayenizde radyocu oldum" diyen Yasemin gibi..  Ne mutlu sorgulatabildiysek, bizim hatalarımıza düşmemenize katkı sağlayabildiysek, Amerikan filmlerinden meslek seçmemenize katkı sağlayabildiysek… Bi kaç hayata dokunabildiysek ucundan..

Bursa AIESEC Organizasyonu yine harikaydı, harika bir ev sahipliği gördük. Salon pırıl pırıl gözlerle doluydu, benim için en önemli şeylerden biri: Küçük Prens ’i salonun çoğu okumuştu! ;) Konuşmanın başında söylediğim gibi 39 derece ateşle yaptığım için benim için cidden “Ateşli bi konuşma” oldu, umarım herkes için öyle olmuştur. Umarım sorgulatabildik, başarı kriterlerini, mutluluk kriterlerini, “kariyer” hikayesini, umarım hayalinizdeki o adamlar olmak isterken nelerden vazgeçmemek gerektiğini, roket hikayesindeki “o naif küçük oğlan çocuğunu” hiç öldürmemek gerektiğini, o öldüğü gün kariyerin de, başarının da, mutluluğun da onunla beraber öleceğini, içinizdeki çocuğu o roketin başı gibi pamuklara sarıp sarmalamanız gerektiğini.. O sıkıcı ofislere girmeden, dört duvar arasında kısılmadan, kurumsal hayatın kravatlı sıkıcı piyonu olmadan da mutlu, başarılı ve ne demekse “Kariyer”li olunabileceğini.. Arkadaşlarınızla mizah dergisini arka cebinde kıvırıp çimenlerde debelendiğin o günün, terfi aldığın günden daha kıymetli olduğunu.. Kız arkadaşının elinden tutup beş parasız denize doğru baktığın “an”ın kıymetini..

Ve bir şey daha. Geçenlerde yine bir konuşma için bir yerlere gittik, çıkıp otoparka doğru yöneldiğimde bir şey düşündüm. Kariyer Günlerine pahalı arabalarla, ciplerle değil bisikletle gelen adamlar olursa bir gün ve siz o adamları bulup davet edebilirseniz okullarınıza, klüplerinize, her şey çok ama çok daha güzel olacak arkadaşlar…  

İçinizdeki ,sanatı,sanatçıyı, çocuğu bulun ve ona yapışın. O nereye gittiğini çok iyi biliyor!
Bu da benden duyabilebileceğiniz ilk ve son didaktik cümledir! ;)

“Her çocuk sanatçı doğar. Esas problem büyüdüğünde de sanatçı kalabilmektir” Pablo Picasso.