23 Ekim 2012 Salı

MACERA DOLU AMERİKA - II


(Kitap diliyle; "Geçtiğimiz ay katılmış olduğum ve Türkiye ve Amerika'dan seçilmiş 'Geleceğin Liderleri'ni buluşturan Young Turkey/Young America programı" ile ilgili izlenimlerimin ikinci bölümü..  Bana sorarsanız "Batının iyi yönlerini alalım" yazı serimin ikincisi.. Yazar, bu yazıda ana fikir olarak püskevite hitap etmekte ve "Anne bizde niye yok?!" demektedir.) 

KALBİM EGE’DE, CİĞERİM NEW YORK’TA KALDI..

İkinci durağımız New York’tu.. Bizim kültürümüzle de epeyce ilgilenen grubumuza MFÖ’nün “New York sokaklarında” şarkısını gönderdim ilk günün sabahında. Mazhar Ağabey’in dediği gibi de, “Memleketi düşündüm, New York sokaklarında.” New York başlı başına ciddi bir ihtişam tabii ki, dünyanın başkenti demek kesinlikle yanlış olmaz. Gerçekten Frank Sinatra’nın söylediği gibi uyumayan şehir. Yalnız Manhattan’da kaldığımız için sanırım, beni son derece bastı NY. Hep bir gökyüzü aradım ama en azından Manhattan’da gökyüzü yok. Sonsuza uzanan binalar var sadece.. Anladım ki ben gökyüzünü görmeden yaşayamam! (Yazar burada; balık burcu olmasının da avantajından faydalanarak romantik kadın okuyucuları hedeflemektedir.) 

Buralarda bi gökyüzü olacaktı?!?

Central Park büyük keyif. Şehrin ortasında bir vaha. Anlatmaya gerek yok, bir kısmınız benden çok daha iyi, biliyor New York’u, o yüzden genel bilgi vermektense kendi gözümden yazacağım. Kendi ciğerimden desem daha doğru olur aslında, çünkü ciğerimi New York’ta bıraktım. Hayır, kalbim Ege’de kaldı tarzı bir romantizm değil bahsettiğim. Amerikalıların klima ve Air Condition aşkı nedeniyle gerçekten ciğerimi NY’da bırakıp döndüm. Kapalı mekanlar gerçekten herhalde 10 dereceler civarında seyrediyordu. Sıcak-soğuk-sıcak-soğuk temposu beni ve birkaç arkadaşımı daha hasta etmeye yetti. Araçlarda klima, metroda klima, mekanlarda zaten klima.. canımıza okumaya yetti. Ben tam anlamıyla yataklara düştüm ama diğer taraftan da toplantıları kaçırma endişesi. Yine Mazhar ağabey’in dediği gibi “Vitaminler avuç avuç” moduna geçerek New York’u tamamlayabildim.

New York’ta benim borsa geçmişimden dolayı en çok ilgimi çeken görüşmelerden birisi New York Stock Exchange oldu. Burada seansın açılmasıyla birlikte “trading floor” yani işlemlerin yapıldığı kata girme şansımız oldu. Tabi hem yaz aylarında genelde piyasaların yavaşlaması, hem de artık (bizde de olduğu gibi) bilgisayarla işlemlerin direkt gönderilmesi nedeniyle işlem salonu hayli durgundu. Ağzından köpükler saçarak koşuşturan brokerlar görmeyi bekleyen arkadaşlarım bir miktar hayal kırıklığına uğramış olsa da, senelerdir merak ettiğim bir yeri daha görmek beni mutlu etti. Yine de Victoria’s Secret’ın işleme açıldığı ve meleklerin açılış gongunu çaldığı gün orada olmayı tercih ederdim tabii ki! ;)   


New York’taki en önemli duraklardan biri de Dünya Ticaret Merkezi’nin eskiden bulunduğu yerde saldırıdan sonra yapılmış olan 11 Eylül anıtıydı. Saldırıdan sonra binlerce proje arasından seçilmiş bu siyah havuz. Etrafında hayatını kaybedenlerin isimleri yazıyor. 


11 Eylül saldırıları hiç süphesiz ki tüm Amerikalılar için çok büyük bir travma. 9/11 bölgesinde dallarını demir halatlarla ve kalın iplerle tutturdukları bir ağaç dikkatimi çekti. Ağaç saldırıdan sonra göçüklerin altından canlı kurtulmayı başarmış! Onlar da bu ağacı umudun ve yeniden dirilişin simgesi olarak yaşatmayı ve güçlendirmeyi kafaya koymuşlar. 



“Survivor Tree” sökülüp başka bir yerde desteklenip adeta yeniden canlandırıldıktan sonra aynı yere dikilmiş. Onca karanlığın içinde yemyeşil duruyor.. Dallarına dikkatli bakınca tüm kırıkları, derin yaraları ile ne kadar çok hasar gördüğü görülüyor.

Metropolitan Müzesi, Central Park, NYSE, 9/11 Memorial gibi görülmesi şart olan yerlerini görüp dört güne sayısız toplantı sığdırdıktan sonra trene atlayıp 1 hafta kalacağımız Washington DC ‘ye geçtik..


Önemli PS: New York'ta bir de şu "Tip" meselesi belimizi büktü yahu. Tamam hizmet aldığınız kişinin motivasyonu çok önemlidir de, %20-25 bahşiş mi olur arkadaş?!

HER ŞEYİ BİLEN PAPYONLU ADAMLARIN MEMLEKETİ : WASHINGTON DC

NY’un ardından durağımız yolculuğumuzun en uzun ve en dolu kısmı olan Washington DC oldu. Washington DC bu üç durak arasında benim açık ara favorim oldu. Washington DC ‘yi tek cümleyle anlatmak gerekirse; “Her şeyi bilip hiç bir şeyi bilmiyormuş gibi yapan papyonlu kibar adamların şehri!” Özellikle NY’dan sonra DC’nin geniş caddeleri, kibarlıktan yıkılan şık insanları, tertemiz metroları, bence harika tabiatı bir hayli iyi geldi. Washington DC ile ilgili ilk anlatmam gereken şey; Washington’luların adeta kanayan yarası "Taxation without representation" yani temsil edilmeden vergilendirilme konusu.. Washington federal bütçeye vergi ödemesine rağmen kongrede temsil edilmiyor. Bunu dillendirmek adına da bu sloganı tüm araç plakalarında taşıyorlar. 2000 yılında alınan bir kararla tüm araçların plakalarında "Taxation without representation" ibaresi yer alıyor. O kadar ki bu konuya destek amacıyla saksafoncu Başkan Bill Clinton başkanlığı döneminde makam limuzininin plakasında bile bunu taşımış..

Benim DC izlenimlerime gelirsek.. Öncelikle burada yaptığımız görüşmelerden bir cümleyle bahsetmek gerekirse, tüm programın en üst düzey ve en dolu görüşmelerini burada yaptık. Kendi adıma, çok faydalandığımı söylemem gerek. Oralardan buralar nasıl görünüyor, Türkiye’nin gelecekteki önemi, oralardaki işleyişler.. tüm bunları üçlemenin son yazısına bıraktım. (“Az sonra!” durumu yani) Ama hayatım boyunca unutmayacağım insanlar dinleyip hayatım boyunca unutmayacağım laflar not ettiğimi söyleyebilirim. 30 sene sonra geri dönüp bakacağım notlarla döndüm.



Tüm DC seyahati boyunca aklımdan çok sevdiğim, hatta Facebook duvarımda da paylaştığım Bertrand Russell’ın  “Bilenler hep kuşku içindeyken, cahiller küstahça kendinden emindir.” lafı geçti durdu. Bilgiyi paylaşmanın ağırlığından mıdır, “çok bilenin hiç bilmediğini bilmesinden” midir bilmiyorum ama hayatta her zaman çok şey bilen insanların hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmaları beni burada da bir kez daha düşündürdü. Diğer yandan, bizim milletçe pek sevmediğimiz, hatta belki biraz da utandığımız “Bilmiyorum” kelimesinin aşağı yukarı diğer tüm kültürlerde bu kadar rahatça kullanılmasının da üstüne ciddi bir şekilde düşünülmesi gerekir bence.

Amerika’nın NY hariç tüm eyaletlerinde görüp kıskandığım bir diğer konu da bisikletleriyle olan ilişkileri. Gerek bu blogu okuyanlar, gerekse kariyer günleri konuşmalarını dinleyenler bisikletle medeniyet arasında var olduğuna inandığım birebir ilişkiyi bilirler. Buna artık tamamen emin oldum. Metrolarda, otobüslerde ve en önemlisi de yollarda bisiklet için daima bir yer var. Otobüse bisikletle binip içeride bisikletinizi asabiliyorsunuz. Daha önce Londra’da da kullandığım ve şimdilerde bizde de oluşmaya başlayan bisiklet kiralama sistemi de özellikle Pazar gezintilerimizin değişmezi oldular.


Beyaz Saray, programımızın daha yoğun bir kısmının geçtiği kongre binası ve DC’deki bir çok bina nispeten tarihi. Amerikalı arkadaşlarımızdan birisi “Sizlere bu binalar tarihi bina demek ayıp tabii, İstanbul’dakilerle kıyasla bunlar daha dün yapılmış gibi” diyerek durumu özetledi aslında. Ama bu binaların da hakkını yememek lazım, özenli mimariyle yapılmış güzel tarihi binalar bunlar. Bu binaların çoğunun mimarisinde Roma esintilerini görmek fazlasıyla mümkün. Örneğin Kongre binasına girer girmez kubbelerinden biri, Roma’daki Pantheon’un kubbesinin birebir aynısı olduğunu farkettim. Mimaride eski Roma’nın örnek alındığı apaçık.


Beyaz Saray’ın içi ise gerçekten hikayelerle dolu. 44 Başkan görmüş büyük beyaz ev ama içeride efsaneleşmiş John F. Kennedy ‘nin karizmasını halen hissedebilmek mümkün bence. Yağlı boya tablolardan, duvarlardaki resimlere ve bahçeye kadar JFK ve  Jacqueline ‘in izlerini ve karizmasını görmek mümkün. Mesela 44 başkanın tablosu içinde en farklı olanı değil, tek farklı olanı JFK’ninkiydi. İçeride fotoğraf çekmemiz mümkün olmadı ama sizinle bu çok beğendiğim yağlı boya tablonun en azından internetten bulduğum bir fotoğrafını paylaşmak istiyorum.

Gerek senatörler, gerekse Beyaz Saray ekibinden hiç kimsede “Küçük dağları ben yarattım” ifadesini görmemek şaşırtıcıydı. Özellikle de Tapu Kadastro Müdür Yardımcısı’nın odasına önünü kapatarak girmek ve çoğu zaman ayakta beklemek zorunda olan bir milletin evlatları için. Şimdi bu yazıyı yazarken ülkemizdeki bir futbol klübü başkanının yıldız futbolcuyu göndermesini meşrulaştırmaya çalışırken “Yanımda ayak ayak üstüne atıyordu!” demesini hatırladım. Diğer taraftan dünya siyasetini yönlendiren adamlara bacak bacak üstünde soru soran grubumuzdaki Amerikalı arkadaşlarımı. Obama’ nın 27 yaşındaki danışmanıyla olan bir fotoğrafı geçti gözümün önünden, koltukta yoğun bir günün  ardından ikisi de bacaklarını sehpaya uzatmış akşamki konuşma metnini okuyorlar.. Sonra bize döndüm. Avazım çıktığı kadar “Anne bizde niye yok!?!?” diye bağırdım.. :) Bunu yaparken ceketimin önünü kapatmayı tabii ki ihmal etmedim ama.     


Amerika’da siyaset keyifli. Hayatın içinde. Komik, eğlenceli ve renkli. O yüzden Washington DC de öyle. Ankara’mız gibi sisli, puslu, heyecansız ve gri değil. Belki de üstünde en çok düşünmemiz gereken budur. Ülkemdeki siyasetçi imajı da, gençliğin siyasete ilgi duyup ülkesi için -ya da inandığı ne varsa onun için- bir şeyler yapmak, elini taşın altına sokmak yerine herkesin sadece gemisini yürütmeye çalışmasının sebebi budur. Belki de en basit sivil toplum kuruşlarımızdan, en kallavi politik mevkilere kadar yapılması gereken budur: İşi yeniden renklendirmek, resmiyetten biraz uzaklaşmak, bu işlerin ciddiyetini değil ama bürokrasisini azaltmak. Renkleri görmek için griyi kaldırmak..

Neyse, dertleşme kısmını son yazıya bırakayım en iyisi.. 

0 yorum:

Yorum Gönder