4 Ekim 2013 Cuma

Biz müzik piyasası ölüyor diye yas tutalım, rakamlar pek de bunu göstermiyor! Albüm satışları geçen sene 2005 yılından bu yana ilk kez %1.3 yükseldi. Bu rakamın %66’sını CD satışları oluşturuyor. İşin daha ilginci eski alışkanlıklarından vazgeçemeyen orta yaşlılardan geliyor; dünyada fiziksel olarak satılan tüm CD satışlarının %40’ını 45 yaş üstü müzik dinleyicisi satın alıyor. Geçen sene Amerika’da satılan albüm adedi 249 milyon. Ama yeni medyanın bir faydası da yok değil; fiziksel CD satışlarının %25’internet üzerinden yapılmış!

MÜZİK PİYASASI ÖLÜYOR MU?

Biz müzik piyasası ölüyor diye yas tutalım, rakamlar pek de bunu göstermiyor! Albüm satışları geçen sene 2005 yılından bu yana ilk kez %1.3 yükseldi. Bu rakamın %66’sını CD satışları oluşturuyor. İşin daha ilginci eski alışkanlıklarından vazgeçemeyen orta yaşlılardan geliyor; dünyada fiziksel olarak satılan tüm CD satışlarının %40’ını 45 yaş üstü müzik dinleyicisi satın alıyor. Geçen sene Amerika’da satılan albüm adedi 249 milyon. Ama yeni medyanın bir faydası da yok değil; fiziksel CD satışlarının %25’internet üzerinden yapılmış!

10 Eylül 2013 Salı

Tüm ülke için artık son derece travmatik hale gelen olimpiyat ev sahipliği adaylığı sürecinin tam tamına beşincisini geride bıraktık. Bıraktık ama tantana bitmedi. Olimpiyatı istemeyenlerin "vatan haini" ilan edilmesinden tutun da, ünlülerin evlerindeki japon balıklarına kadar geniş bir yelpazede tepki vermeyi bildik bu duruma! Hepsini bir kenara bırakıp meseleyi doğru değerlendirebilmek için isteyenin neden istediğini, istemeyenin neden istemediğini Bloomberg için yazdım. Buyursunlar:

Ayrıca aynı konuyu konuştuğumuz Ekospor programını ise aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:

OLİMPİYATI İSTEMEMEK..

Tüm ülke için artık son derece travmatik hale gelen olimpiyat ev sahipliği adaylığı sürecinin tam tamına beşincisini geride bıraktık. Bıraktık ama tantana bitmedi. Olimpiyatı istemeyenlerin "vatan haini" ilan edilmesinden tutun da, ünlülerin evlerindeki japon balıklarına kadar geniş bir yelpazede tepki vermeyi bildik bu duruma! Hepsini bir kenara bırakıp meseleyi doğru değerlendirebilmek için isteyenin neden istediğini, istemeyenin neden istemediğini Bloomberg için yazdım. Buyursunlar:

Ayrıca aynı konuyu konuştuğumuz Ekospor programını ise aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Bugün size, oturduğumuz yerden, belki de oturduğu yerden kalkma şansı olmayanlar için yapabileceğimiz çok basit bir şeyden bahsedeceğim. Çocuklu hayata geçişimizle birlikte ve başlı başına ayrı bir ekonomi yazısının konusu olabilecek "puset"in hayatımıza girmesiyle birlikte tekerleklerle yaşam bizim için başlamış oldu. İnsan ne kadar etrafına karşı ilgili ya da duyarlı olmaya çalışsın, empatiye açık olsun, içinde olmayınca bazı şeylerden maalesef bihaber olduğumuz aşikar..
Tekerlekli hayata geçişle birlikte çevreye bambaşka bir gözle bakmaya başlıyorsunuz.. "Buradan  geçer miyim"ler "tekerlekler buradan geçer mi"ye, "bebek arabası buraya çıkar mı"lara dönüşüyor.. Bundan önce bu konudaki eksikleri bu kadar farkedememiş olmanın utancını bir yana bırakıp bu konuda neler yapabileceğimizden bahsedelim..
Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği konuyla ilgili Belediyeleri engelleri ve bu konudaki yanlış yapılaşmaları düzeltmeye teşvik edebilmek için sosyal medya kanallarından hepimizin desteğini bekliyor.
Yapılacak şey son derece basit; tekerleklerin önündeki engeller kalksın diye Türkiye genelindeki tüm engelleri fotoğrafla ve lokasyon bilgisiyle özellikle Twitterdan #buradaengellendim ve #engeleruhsatverme etiketleriyle paylaşıyoruz. Unutmayalım ki; bu bir muhalefet ya da yönetimleri şikayet yöntemi değil. Bu hem bu konudan musdarip olanlara, hem de yönetimlere aynı anda yardımı olacak bir sosyal sorumluluk.. Ben şahsen geçtiğim her yere artık bu gözle bakar oldum, paylaşımlarımı da twitterdan gerçekleştirdim. 
Haydi bakalım, -oturduğumuz yerde- hayatı kolaylaştırmaya.. 



OTURDUĞUMUZ YERDEN.

Bugün size, oturduğumuz yerden, belki de oturduğu yerden kalkma şansı olmayanlar için yapabileceğimiz çok basit bir şeyden bahsedeceğim. Çocuklu hayata geçişimizle birlikte ve başlı başına ayrı bir ekonomi yazısının konusu olabilecek "puset"in hayatımıza girmesiyle birlikte tekerleklerle yaşam bizim için başlamış oldu. İnsan ne kadar etrafına karşı ilgili ya da duyarlı olmaya çalışsın, empatiye açık olsun, içinde olmayınca bazı şeylerden maalesef bihaber olduğumuz aşikar..
Tekerlekli hayata geçişle birlikte çevreye bambaşka bir gözle bakmaya başlıyorsunuz.. "Buradan  geçer miyim"ler "tekerlekler buradan geçer mi"ye, "bebek arabası buraya çıkar mı"lara dönüşüyor.. Bundan önce bu konudaki eksikleri bu kadar farkedememiş olmanın utancını bir yana bırakıp bu konuda neler yapabileceğimizden bahsedelim..
Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği konuyla ilgili Belediyeleri engelleri ve bu konudaki yanlış yapılaşmaları düzeltmeye teşvik edebilmek için sosyal medya kanallarından hepimizin desteğini bekliyor.
Yapılacak şey son derece basit; tekerleklerin önündeki engeller kalksın diye Türkiye genelindeki tüm engelleri fotoğrafla ve lokasyon bilgisiyle özellikle Twitterdan #buradaengellendim ve #engeleruhsatverme etiketleriyle paylaşıyoruz. Unutmayalım ki; bu bir muhalefet ya da yönetimleri şikayet yöntemi değil. Bu hem bu konudan musdarip olanlara, hem de yönetimlere aynı anda yardımı olacak bir sosyal sorumluluk.. Ben şahsen geçtiğim her yere artık bu gözle bakar oldum, paylaşımlarımı da twitterdan gerçekleştirdim. 
Haydi bakalım, -oturduğumuz yerde- hayatı kolaylaştırmaya.. 



6 Ağustos 2013 Salı

Dünyanın enerji devi Shell’in 2100 yılına kadar dünya üzerinde enerji piyasalarının nasıl değişeceğine dair senaryolarını paylaştığı raporu piyasalarla paylaşıldı. Raporda pek çok farklı senaryodan bahsedilmesine rağmen iki ana yönelim ağır basıyor. Ancak bu iki ana yönelimin de ortak bir noktası var; o da piyasalarda artık petrolün tahtının eskiden olduğu kadar sağlam olmadığı ve yeni enerji kaynaklarının petrolü tahtından etmek üzere olduğu!



Küresel ekonomide iki sene sonrasını bile tahmin etmenin imkansızlığının acı tecrübelerle öğrenildiği  bir dönemde dünya enerji devi Shell’in önümüzdeki yüz yılın enerji yönelimlerini ön gördüğü “New Lens Scenarios” isimli cesur raporu piyasalarda ciddi anlamda ses getirdi. Rapora göre petrolün tahtını en ciddi anlamda sallayacak olan enerji kaynağı güneş. İçinde bulunduğumuz dönemde enerji kaynakları arasında 13. sırada bulunan güneş, 2070 yılında ilk sırada olacak. 2100 senesi geldiğinde dünyadaki tüm enerji ihtiyacının %37’si güneşten sağlanacak ve uğruna savaşlar, sebepsiz “bahar”lar yaşanan, geçtiğimiz yüzyılın taçsız kralı petrolün payı ancak %10 ‘da kalacak. Anlaşılan bu durumda savaşlar “Sende petrol var bende yok” yerine, “Sen güneşe daha yakınsın, ben daha uzağım”dan dolayı çıkacak.

Uzun vadede daha sürdürülebilir olan ve henüz küstürmediğimiz güneş, alternatif enerji kaynaklarından en ciddisi olarak öne çıkarken, daha kısa vadede doğalgaz önemini artırıyor. Rapora göre, 2030 yılına kadar dünya üzerinde en çok kullanılan enerji kaynağı doğalgaz olacak. Raporda yeni enerji senaryoları iki ana yönelimde toplanmış ve bu iki farklı senaryoya “Dağlar” ve “Okyanuslar” adı verilmiş. Daha klasik varsayımların toplandığı senaryo dağlar diye adlandırılırken, alternatif senaryo okyanuslar olarak adlandırılıyor.


Klasik Senaryo (Dağlar)

Bu senaryoya göre dünya artık çok keskin iki kutbu olan ve bu iki net kutup, yani ABD ve Çin tarafından yönlendirilen bir ekonomik G-2 yapısına sahip. Bu ikili, soğuk savaş yapıp birbirini yemek yerine, başbaşa verip dünyanın başını yiyecek. Özellikle bu ikiliden ABD ‘nin 2030 yılına kadar enerjide kendine yeterli hale geleceği iddiası dünya barışı açısından ziyadesiyle umut vermekte.

Dünyanın diğer önemli güçleriyle ilgili varsayım, duymaya alıştığımız şekilde. Yani Hindistan, Türkiye, Güney Afrika ve Brezilya gibi ikincil güçlerin daha da güçlenerek bölgelerini şekillendirdikleri daha çok sayıda oyuncusu olan bir yapıdan bahsediliyor. Bu yeni süper güçler, hızlı büyüyen ekonomileri nedeniyle ciddi enerji ihtiyacı içindeyken, politik olarak da güçlerini koruyabilmek için enerji bağımlılıklarını azaltmaya çalışıyorlar.

Şehirleşme artıyor. Kümelenme ihtiyacı hem enerji tüketiminde, hem ekonomide, hem sosyal yaşamda belirleyici oluyor. Küçük kasaba ve yerleşim birimleri yok olup yerini şehirlere bırakıyor. Bu da enerji tüketimi açısından kontrol edilebilir bir seyir sağlıyor. Şehir nüfuslarındaki en büyük artışlar Çin, Hindistan, Nijerya ve ABD ‘de yaşanıyor. 2080 yılına kadar arabalarda artık benzin kullanılmıyor. Elektrik enerjisi bu aşamada belirleyici olacak. Teknolojideki gelişmeler ve yeni yöntemler dünya üzerinde belki tüketimden bile daha çok petrol üretmeyi mümkün hale getiriyor. Dünya barışı adına umut veren bir gelişme daha. Ne de olsa daha fazla petrol, abilerden daha az “demokratikleşme müdahalesi” demek..         

Alternatif Senaryo (Okyanuslar)

Okyanuslar ismi verilen bu senaryoda önceki senaryonun aksine doğalgaz ve petrol fiyatları yüksek. Bu nedenle de güneş enerjisi ciddi anlamda ön plana çıkıyor. Enerji talebi bu senaryoda da batıdan doğuya kaymış ve şimdiki “gelişmekte olan ülkeler”de yoğunlaşmış. Hatta 2065 yılı geldiğinde dünyanın en büyük enerji tüketicisi Hindistan olmuş. Şu anda enerji kaynakları sıralamasında 13. Sırada yer alan güneş 2070 yılı geldiğinde birinci sıraya oturmuş. OECD ülkelerinin toplam enerji talebindeki payı üçte bire düşmüş. Nükleer enerjinin payı gitgite düşerken, rüzgar enerjisi de güneş enerjisi gibi payı artan doğal alternatiflerden biri olmuş.


Sizi bilmiyorum ama ben raporu bir enerji raporu gibi değil de bir dünya barışı projesi gibi okumaktan kendimi alamadım. Ne de olsa son yüzyılda yaşadığımız her türlü savaşın, huzursuzluğun, müdahalenin ya da kavganın altından sevgili dostumuz petrol çıkıyor. Petrole daha az anlam atfedilen bir dünyayı ben şahsen pek sevdim.. 

Artık petrol üstüne değil, rüzgar üstüne şarkıların söyleneceği bir dünya uzak görünmüyor belki de, ne dersiniz?


AMAN PETROL!

Dünyanın enerji devi Shell’in 2100 yılına kadar dünya üzerinde enerji piyasalarının nasıl değişeceğine dair senaryolarını paylaştığı raporu piyasalarla paylaşıldı. Raporda pek çok farklı senaryodan bahsedilmesine rağmen iki ana yönelim ağır basıyor. Ancak bu iki ana yönelimin de ortak bir noktası var; o da piyasalarda artık petrolün tahtının eskiden olduğu kadar sağlam olmadığı ve yeni enerji kaynaklarının petrolü tahtından etmek üzere olduğu!



Küresel ekonomide iki sene sonrasını bile tahmin etmenin imkansızlığının acı tecrübelerle öğrenildiği  bir dönemde dünya enerji devi Shell’in önümüzdeki yüz yılın enerji yönelimlerini ön gördüğü “New Lens Scenarios” isimli cesur raporu piyasalarda ciddi anlamda ses getirdi. Rapora göre petrolün tahtını en ciddi anlamda sallayacak olan enerji kaynağı güneş. İçinde bulunduğumuz dönemde enerji kaynakları arasında 13. sırada bulunan güneş, 2070 yılında ilk sırada olacak. 2100 senesi geldiğinde dünyadaki tüm enerji ihtiyacının %37’si güneşten sağlanacak ve uğruna savaşlar, sebepsiz “bahar”lar yaşanan, geçtiğimiz yüzyılın taçsız kralı petrolün payı ancak %10 ‘da kalacak. Anlaşılan bu durumda savaşlar “Sende petrol var bende yok” yerine, “Sen güneşe daha yakınsın, ben daha uzağım”dan dolayı çıkacak.

Uzun vadede daha sürdürülebilir olan ve henüz küstürmediğimiz güneş, alternatif enerji kaynaklarından en ciddisi olarak öne çıkarken, daha kısa vadede doğalgaz önemini artırıyor. Rapora göre, 2030 yılına kadar dünya üzerinde en çok kullanılan enerji kaynağı doğalgaz olacak. Raporda yeni enerji senaryoları iki ana yönelimde toplanmış ve bu iki farklı senaryoya “Dağlar” ve “Okyanuslar” adı verilmiş. Daha klasik varsayımların toplandığı senaryo dağlar diye adlandırılırken, alternatif senaryo okyanuslar olarak adlandırılıyor.


Klasik Senaryo (Dağlar)

Bu senaryoya göre dünya artık çok keskin iki kutbu olan ve bu iki net kutup, yani ABD ve Çin tarafından yönlendirilen bir ekonomik G-2 yapısına sahip. Bu ikili, soğuk savaş yapıp birbirini yemek yerine, başbaşa verip dünyanın başını yiyecek. Özellikle bu ikiliden ABD ‘nin 2030 yılına kadar enerjide kendine yeterli hale geleceği iddiası dünya barışı açısından ziyadesiyle umut vermekte.

Dünyanın diğer önemli güçleriyle ilgili varsayım, duymaya alıştığımız şekilde. Yani Hindistan, Türkiye, Güney Afrika ve Brezilya gibi ikincil güçlerin daha da güçlenerek bölgelerini şekillendirdikleri daha çok sayıda oyuncusu olan bir yapıdan bahsediliyor. Bu yeni süper güçler, hızlı büyüyen ekonomileri nedeniyle ciddi enerji ihtiyacı içindeyken, politik olarak da güçlerini koruyabilmek için enerji bağımlılıklarını azaltmaya çalışıyorlar.

Şehirleşme artıyor. Kümelenme ihtiyacı hem enerji tüketiminde, hem ekonomide, hem sosyal yaşamda belirleyici oluyor. Küçük kasaba ve yerleşim birimleri yok olup yerini şehirlere bırakıyor. Bu da enerji tüketimi açısından kontrol edilebilir bir seyir sağlıyor. Şehir nüfuslarındaki en büyük artışlar Çin, Hindistan, Nijerya ve ABD ‘de yaşanıyor. 2080 yılına kadar arabalarda artık benzin kullanılmıyor. Elektrik enerjisi bu aşamada belirleyici olacak. Teknolojideki gelişmeler ve yeni yöntemler dünya üzerinde belki tüketimden bile daha çok petrol üretmeyi mümkün hale getiriyor. Dünya barışı adına umut veren bir gelişme daha. Ne de olsa daha fazla petrol, abilerden daha az “demokratikleşme müdahalesi” demek..         

Alternatif Senaryo (Okyanuslar)

Okyanuslar ismi verilen bu senaryoda önceki senaryonun aksine doğalgaz ve petrol fiyatları yüksek. Bu nedenle de güneş enerjisi ciddi anlamda ön plana çıkıyor. Enerji talebi bu senaryoda da batıdan doğuya kaymış ve şimdiki “gelişmekte olan ülkeler”de yoğunlaşmış. Hatta 2065 yılı geldiğinde dünyanın en büyük enerji tüketicisi Hindistan olmuş. Şu anda enerji kaynakları sıralamasında 13. Sırada yer alan güneş 2070 yılı geldiğinde birinci sıraya oturmuş. OECD ülkelerinin toplam enerji talebindeki payı üçte bire düşmüş. Nükleer enerjinin payı gitgite düşerken, rüzgar enerjisi de güneş enerjisi gibi payı artan doğal alternatiflerden biri olmuş.


Sizi bilmiyorum ama ben raporu bir enerji raporu gibi değil de bir dünya barışı projesi gibi okumaktan kendimi alamadım. Ne de olsa son yüzyılda yaşadığımız her türlü savaşın, huzursuzluğun, müdahalenin ya da kavganın altından sevgili dostumuz petrol çıkıyor. Petrole daha az anlam atfedilen bir dünyayı ben şahsen pek sevdim.. 

Artık petrol üstüne değil, rüzgar üstüne şarkıların söyleneceği bir dünya uzak görünmüyor belki de, ne dersiniz?


Sosyal ağlar içinde en profesyonel ve iş hayatına yönelik olarak bilinen LinkedIn ciddiyeti konusundaki şöhretini korumak için mücadele ediyor. İş arayanların ve iş ağlarını genişletmek isteyenlerin yoğun olarak kullandığı, en azından bu amaçla açılmış olan sitenin başı bugünlerde platformu müşteri bulmak için kullanan eskort ve hayat kadınlarıyla dertteymiş! Siteyi bu şekilde kullananların argümanları da hiç yabana atılabilecek gibi değil. Platformun sözleşmesinde kullanıcıların bulundukları ülkelerin kanunlarına karşı gelemeyecekleri yazıyor ama bu faaliyetler bazı ülkelerde serbest, dolayısıyla da, aslında durum aynı, profesyoneller iş ağlarını genişletiyor!  
LinkedIn bu duruma, ana sözleşmesini değiştirerek temelli son vermeyi düşünüyormuş... 
  

GENÇ PROFESYONELLER RAHATSIZ

Sosyal ağlar içinde en profesyonel ve iş hayatına yönelik olarak bilinen LinkedIn ciddiyeti konusundaki şöhretini korumak için mücadele ediyor. İş arayanların ve iş ağlarını genişletmek isteyenlerin yoğun olarak kullandığı, en azından bu amaçla açılmış olan sitenin başı bugünlerde platformu müşteri bulmak için kullanan eskort ve hayat kadınlarıyla dertteymiş! Siteyi bu şekilde kullananların argümanları da hiç yabana atılabilecek gibi değil. Platformun sözleşmesinde kullanıcıların bulundukları ülkelerin kanunlarına karşı gelemeyecekleri yazıyor ama bu faaliyetler bazı ülkelerde serbest, dolayısıyla da, aslında durum aynı, profesyoneller iş ağlarını genişletiyor!  
LinkedIn bu duruma, ana sözleşmesini değiştirerek temelli son vermeyi düşünüyormuş... 
  

2 Ağustos 2013 Cuma

Ağrı’lı kaporta ustası İsmail İlhan, hurdalıktan topladığı buzdolabı, çamaşır makinesi, masa, sandalye gibi malzemelerle Batman’in ünlü arabası Batmobil ‘den yaptı! Hem de Türk ustasının parça artırma sanatını kullanarak bir değil iki tane araba yaptı! Saatte 100 kilometre hız yapabilen araçların kanatlı olanın adı “Yarasa”, kanatsız olanın ismi ise “Fırtına” Araçların her birinin maliyetinin 5000 TL olduğunu belirten İsmail usta, talep gelirse araçlarını film ve dizi çekimleri için verebileceğini de belirtiyor. Yerli araba üretimine katkıda bulunmak istediğini özellikle belirten kaportacı İsmail İlhan’ın beklentisi destek! Girişimcilik Kulüplerine ve ilgili kuruluşlara önemle duyrulur.. 
Madem ülkemizden bir yarasa adam çıkmıyor, bari arabası bizden çıksın.. 

   

AĞRI'LI BATMAN!!!

Ağrı’lı kaporta ustası İsmail İlhan, hurdalıktan topladığı buzdolabı, çamaşır makinesi, masa, sandalye gibi malzemelerle Batman’in ünlü arabası Batmobil ‘den yaptı! Hem de Türk ustasının parça artırma sanatını kullanarak bir değil iki tane araba yaptı! Saatte 100 kilometre hız yapabilen araçların kanatlı olanın adı “Yarasa”, kanatsız olanın ismi ise “Fırtına” Araçların her birinin maliyetinin 5000 TL olduğunu belirten İsmail usta, talep gelirse araçlarını film ve dizi çekimleri için verebileceğini de belirtiyor. Yerli araba üretimine katkıda bulunmak istediğini özellikle belirten kaportacı İsmail İlhan’ın beklentisi destek! Girişimcilik Kulüplerine ve ilgili kuruluşlara önemle duyrulur.. 
Madem ülkemizden bir yarasa adam çıkmıyor, bari arabası bizden çıksın.. 

   

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Çok merak edilen ve ilginç gelişmelere gebe olan FB ve BJK 'ın önümüzdeki yıl Avrupa Kupalarında yer alıp alamayacağı konusu hakkında geçtiğimiz hafta Bloomberg Ana Haber Bülteni'nde sayın Ali Çağatay'ın konuğuydum.. Konu uzun ve önemli, açıkçası burada bitecek gibi değil. Türk sporunu ve Türkiye spor ekonomisini çok ilgilendiren bir konu. Biz özellikle hisse senetlerine olan etkisinden, haberlerin piyasada doğru algılanması gerekliliğinden ve anlık haberlerin spekülatif etkilerinden bahsettik. Gerçekten de tarafların bir hayli de riskli olan hızlı (olağanüstü) yargılama prosedürünü seçmiş olmaları, "FB ve BJK Avrupa'ya gidiyor!" şeklinde yorumlanırsa ve hisse işlemleri bu beklentiyle yapılırsa, yatırımcıların ciddi anlamda canını yakabilir. Yayının ilgili kısmını bu linkten izleyebilirsiniz:  
Bundan önce hafta başında ise öğlen haberlerine telefon bağlantısı ile katılıp haberin ilk yansımalarını yorumlamıştık. Bu yayına ise buradan ulaşabilirsiniz:



FB-BJK-CAS ÜÇGENİ VE HİSSELERE ETKİSİ

Çok merak edilen ve ilginç gelişmelere gebe olan FB ve BJK 'ın önümüzdeki yıl Avrupa Kupalarında yer alıp alamayacağı konusu hakkında geçtiğimiz hafta Bloomberg Ana Haber Bülteni'nde sayın Ali Çağatay'ın konuğuydum.. Konu uzun ve önemli, açıkçası burada bitecek gibi değil. Türk sporunu ve Türkiye spor ekonomisini çok ilgilendiren bir konu. Biz özellikle hisse senetlerine olan etkisinden, haberlerin piyasada doğru algılanması gerekliliğinden ve anlık haberlerin spekülatif etkilerinden bahsettik. Gerçekten de tarafların bir hayli de riskli olan hızlı (olağanüstü) yargılama prosedürünü seçmiş olmaları, "FB ve BJK Avrupa'ya gidiyor!" şeklinde yorumlanırsa ve hisse işlemleri bu beklentiyle yapılırsa, yatırımcıların ciddi anlamda canını yakabilir. Yayının ilgili kısmını bu linkten izleyebilirsiniz:  
Bundan önce hafta başında ise öğlen haberlerine telefon bağlantısı ile katılıp haberin ilk yansımalarını yorumlamıştık. Bu yayına ise buradan ulaşabilirsiniz:



13 Temmuz 2013 Cumartesi

Moda dünyasının efsane isimlerinden Coco Chanel’in “Moda geçer, stil kalır.” lafını, herhalde duymayan kalmamıştır. Modanın; yerinde durmayan, belirli ellerde oluşturulan ve zamanı geldiğinde değiştirilen bir suni kavram olduğunu ama tarzın kalıcı olduğunu söylüyor,Coco. Tabii aynı zamanda, stil olmadığı takdirde modanın da anlamsızlığına işaret ediyor... Ben bir ekonomi yazarı olmanın bana vermiş olduğu yetkiye dayanarak, işi bir adım daha öteye götürüyor ve diyorum ki; para olmazsa hiç biri olmaz!


Tüm dünyada trendleri belirleyen, üstümüzdeki ceketin kesiminden, gömleğimizin rengine kadar karar verdiğimizi sandığımız tüm seçimlerimizi sezonlar öncesinden toplantı masalarında belirleyen ışıltılı bir sektör, moda. Bu noktada, yani tüketim trendlerini de etkilemesi; hatta doğrudan belirlemesi nedeniyle, moda sektörü, finans dünyasında bildiğimiz hiç bir sektöre benzemiyor. Trend olarak belirlenen renklerde üretim yapan fabrikalar net avantaj elde ediyor, ülkelerin ihracat ve ithalatçı olma durumları moda belirleme yeteneklerine göre şekilleniyor; hatta ülkelerin moda haftalarının takvimleri, politik takvimleri üzerinde bile belirleyici oluyor.

Modanın ışıltılı yönü bu kadar gözler önünde ve vitrini bu kadar albeniliyken, acaba işin mutfağında neler oluyor? İşin mutfağında, ekonomik düzenin tüm aşamalarında ve tüm sektörlerde olduğu gibi, doğal olarak; herkes susuyor, para konuşuyor. Ekonomik olarak çıktısı bu kadar cazipken ve göz önündeyken, tüketimi bu kadar hızlı ve bu kadar popülerken; moda sektörü, doğal olarak, yatırımcıların da ciddi anlamda dikkatini çekiyor. Moda konusunda faaliyet gösteren irili ufaklı markalar ise, hem maliyetleri düşürebilmek hem sektördeki etkilerini artırabilmek için bir araya gelip, daha büyük gruplar oluşturmaya çalışıyor. Örneğin senelik cirosu 20 milyar avronun üstünde olan Louis Vuitton 'un başını çektiği LVMH Louis Vuitton lüks tüketim grubu, bu konudaki en önemli örneklerden birisi. Avrupa ekonomisinin içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak, 20 milyar avroluk bir yıllık cironun ne anlama geldiğini daha doğru değerlendirebiliriz. O 20 milyarın en az %10'u-15'i kâr olsa gibi Türkçe hesaplamaları ise, sizlere bırakıyorum.
Dünyadaki tüketim trendleri belirleyebilmek, tüm dünyada ekonomileri değiştirebilecek ciddi bir güçtür. Ancak, ilginç bir kısır döngü olarak, bu duruma gelebilmek de ciddi ve sağlam bir mali yapı gerektiriyor. İşte, bu kısır döngüyü kıran çok önemli gölge aktörler var, moda dünyasında: Moda yatırımcıları. Ülkemizde henüz ciddi örnekleri bulunmasa da, dünyada moda yatırımcılığı diye bir meslek var. Bu yatırımcılar, aynen hisse senedi seçer gibi, dünyadaki moda tasarımcılarını; ürün, popülarite, etki alanı, pazarlama ve mali yapı gibi açılardan analiz ediyor. Analizin ardından, portföy çeşitlendirmeleri oluşturarak ve seçtikleri tasarımcılara belli oranlarda yatırımlar yaparak portföylerini oluşturuyorlar. Bu noktadan sonra işin klasik girişim sermayesi modelinden tek farkı, daha eğlenceli olması. Fonlar, seçilen tasarımcılara ya da markalara, yapılan anlaşmada; yönetimde yer alma, almama gibi şartları da belirleyerek ortak oluyor. Bu ortaklıkla, sermaye grupları, potansiyeli ve kâr yüzdesi bir hayli yüksek olan bir sektörde yatırım yapmış oluyor. Ayrıca, ortaklık yapılan sermaye grubunun dünya çapında ilişkileri ile moda markasını alıp bambaşka noktalara taşıması da yaşanmış örneklerden. Bu konudaki örnekler, sadece ufak markalarla ya da ihtiyaç halindeki tasarımcılarla sınırlı değil. Jean Paul Gaultier, Donna Karan ve Phillip Lim gibi dünyanın önde gelen markaları da moda yatırımcıları ile bir araya gelip markalarını bambaşka noktalara taşımak konusunda önde geliyor. Marka büyük de küçük de olsa, biraz para enjekte etmeye kimse hayır demez herhalde? Yani bu iş aslında doğru yapıldığında, "alan memnun satan memnun" ya da "kazan-kazan" durumundan başka bir şey değil.

Sadece giyim-kuşamla ilgili olarak değil, Avrupa
aristokrasisinin sembol isimlerinden olan pek çok otomotiv markası; özellikle, Hindistan ve körfez sermayeli şirketlere satılmış durumda. Bu sayfalardan da sıklıkla belirtmiş olduğumuz gibi ekonomide ışık doğudan yükselmeye devam ediyor. Doğu'nun sıcak parası, Batı'nın yüzlerce yıllık ışıltılı markalarını birer birer satın alıyor. Bu da bir kez daha bize marka değeri ne kadar yüksek olursa olsun; finansal gücün, bir markanın hâlâ ve her zaman en önemli değeri olduğunu gösteriyor. Batı'nın büyük moda markaları da diğer sektörlerde olduğu gibi, Doğu'nun büyük sermaye grupları tarafından satın alınırsa; aşina olduğumuz markalarda bazı değişiklikler olur mu acaba? 
Altın düğmeli, sırma desenli ceketler ya da Zemzem by Calvin Klein, beklememiz gerekenler arasında mı ne dersiniz?

MODA GEÇER, PARA KALIR..

Moda dünyasının efsane isimlerinden Coco Chanel’in “Moda geçer, stil kalır.” lafını, herhalde duymayan kalmamıştır. Modanın; yerinde durmayan, belirli ellerde oluşturulan ve zamanı geldiğinde değiştirilen bir suni kavram olduğunu ama tarzın kalıcı olduğunu söylüyor,Coco. Tabii aynı zamanda, stil olmadığı takdirde modanın da anlamsızlığına işaret ediyor... Ben bir ekonomi yazarı olmanın bana vermiş olduğu yetkiye dayanarak, işi bir adım daha öteye götürüyor ve diyorum ki; para olmazsa hiç biri olmaz!


Tüm dünyada trendleri belirleyen, üstümüzdeki ceketin kesiminden, gömleğimizin rengine kadar karar verdiğimizi sandığımız tüm seçimlerimizi sezonlar öncesinden toplantı masalarında belirleyen ışıltılı bir sektör, moda. Bu noktada, yani tüketim trendlerini de etkilemesi; hatta doğrudan belirlemesi nedeniyle, moda sektörü, finans dünyasında bildiğimiz hiç bir sektöre benzemiyor. Trend olarak belirlenen renklerde üretim yapan fabrikalar net avantaj elde ediyor, ülkelerin ihracat ve ithalatçı olma durumları moda belirleme yeteneklerine göre şekilleniyor; hatta ülkelerin moda haftalarının takvimleri, politik takvimleri üzerinde bile belirleyici oluyor.

Modanın ışıltılı yönü bu kadar gözler önünde ve vitrini bu kadar albeniliyken, acaba işin mutfağında neler oluyor? İşin mutfağında, ekonomik düzenin tüm aşamalarında ve tüm sektörlerde olduğu gibi, doğal olarak; herkes susuyor, para konuşuyor. Ekonomik olarak çıktısı bu kadar cazipken ve göz önündeyken, tüketimi bu kadar hızlı ve bu kadar popülerken; moda sektörü, doğal olarak, yatırımcıların da ciddi anlamda dikkatini çekiyor. Moda konusunda faaliyet gösteren irili ufaklı markalar ise, hem maliyetleri düşürebilmek hem sektördeki etkilerini artırabilmek için bir araya gelip, daha büyük gruplar oluşturmaya çalışıyor. Örneğin senelik cirosu 20 milyar avronun üstünde olan Louis Vuitton 'un başını çektiği LVMH Louis Vuitton lüks tüketim grubu, bu konudaki en önemli örneklerden birisi. Avrupa ekonomisinin içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak, 20 milyar avroluk bir yıllık cironun ne anlama geldiğini daha doğru değerlendirebiliriz. O 20 milyarın en az %10'u-15'i kâr olsa gibi Türkçe hesaplamaları ise, sizlere bırakıyorum.
Dünyadaki tüketim trendleri belirleyebilmek, tüm dünyada ekonomileri değiştirebilecek ciddi bir güçtür. Ancak, ilginç bir kısır döngü olarak, bu duruma gelebilmek de ciddi ve sağlam bir mali yapı gerektiriyor. İşte, bu kısır döngüyü kıran çok önemli gölge aktörler var, moda dünyasında: Moda yatırımcıları. Ülkemizde henüz ciddi örnekleri bulunmasa da, dünyada moda yatırımcılığı diye bir meslek var. Bu yatırımcılar, aynen hisse senedi seçer gibi, dünyadaki moda tasarımcılarını; ürün, popülarite, etki alanı, pazarlama ve mali yapı gibi açılardan analiz ediyor. Analizin ardından, portföy çeşitlendirmeleri oluşturarak ve seçtikleri tasarımcılara belli oranlarda yatırımlar yaparak portföylerini oluşturuyorlar. Bu noktadan sonra işin klasik girişim sermayesi modelinden tek farkı, daha eğlenceli olması. Fonlar, seçilen tasarımcılara ya da markalara, yapılan anlaşmada; yönetimde yer alma, almama gibi şartları da belirleyerek ortak oluyor. Bu ortaklıkla, sermaye grupları, potansiyeli ve kâr yüzdesi bir hayli yüksek olan bir sektörde yatırım yapmış oluyor. Ayrıca, ortaklık yapılan sermaye grubunun dünya çapında ilişkileri ile moda markasını alıp bambaşka noktalara taşıması da yaşanmış örneklerden. Bu konudaki örnekler, sadece ufak markalarla ya da ihtiyaç halindeki tasarımcılarla sınırlı değil. Jean Paul Gaultier, Donna Karan ve Phillip Lim gibi dünyanın önde gelen markaları da moda yatırımcıları ile bir araya gelip markalarını bambaşka noktalara taşımak konusunda önde geliyor. Marka büyük de küçük de olsa, biraz para enjekte etmeye kimse hayır demez herhalde? Yani bu iş aslında doğru yapıldığında, "alan memnun satan memnun" ya da "kazan-kazan" durumundan başka bir şey değil.

Sadece giyim-kuşamla ilgili olarak değil, Avrupa
aristokrasisinin sembol isimlerinden olan pek çok otomotiv markası; özellikle, Hindistan ve körfez sermayeli şirketlere satılmış durumda. Bu sayfalardan da sıklıkla belirtmiş olduğumuz gibi ekonomide ışık doğudan yükselmeye devam ediyor. Doğu'nun sıcak parası, Batı'nın yüzlerce yıllık ışıltılı markalarını birer birer satın alıyor. Bu da bir kez daha bize marka değeri ne kadar yüksek olursa olsun; finansal gücün, bir markanın hâlâ ve her zaman en önemli değeri olduğunu gösteriyor. Batı'nın büyük moda markaları da diğer sektörlerde olduğu gibi, Doğu'nun büyük sermaye grupları tarafından satın alınırsa; aşina olduğumuz markalarda bazı değişiklikler olur mu acaba? 
Altın düğmeli, sırma desenli ceketler ya da Zemzem by Calvin Klein, beklememiz gerekenler arasında mı ne dersiniz?

5 Temmuz 2013 Cuma

Geçtiğimiz ay tüm dünya bir efsanenin buralardan gidişini konuştu, İngiltere’nin “Demir Leydi”si Margaret Thatcher ‘ın. Bir yandan Avam Kamarasına heykeli dikilecek kadar önemsenen, diğer yandan da öldü diye tüm ülkede sabahlara kadar partiler düzenlenen bir ilginç karakterdi Thatcher. Dünyanın en önemli ekonomistleri ve siyasetcileri halen yaptıklarını ciddiyetle tartışadursun, o kendisiyle dalga geçmek için takılan “Demir Leydi” lakabını gururla sahiplenmiş ilginç bir kişiydi. Bence karakteriyle ilgili en büyük ipucu, kendi bronz heykelinin açılışında heykeli gördüğü andaki yaptığı yorumda gizli: “Keşke gerçekten demir olsaydı!”


İngiltere’nin küçük bir şehrinde, bir bakkalın kızı olarak dünyaya geldi Maggie. Aslında bu 'bakkalın kızı dünyayı yönetti' hikayesi işin İngiliz’lerin anlatmayı pek sevdiği şekli. Gerçekte durum bundan biraz daha farklı çünkü. Evet, İngiltere’nin minik bir şehrinde bir bakkalın çalışkan ve azimli kızı olarak doğuyor Thatcher ama hikayenin gidişatı esas milyoner iş adamı Denis Thatcher ‘la evlendikten sonra değişiyor. Zira enişte, leydinin tüm okul masraflarını karşılayıp çok iyi bir eğitim almasını sağladığı gibi, sonrasında da gelecekteki siyasi kariyerini oluşturabilmesi için kendisini İngiltere’nin zengin ve siyaseten itibarlı çevrelerine sokuyor. Yani Thatcher’ın çizdiği tüm o duygusuz tablo içinde “Liderlik tek başına yapılan bir iştir, ama biz hep iki kişi yaptık” demesi boşuna değil. Denis Thatcher, leydinin en büyük destekçisi, bu derece geride kalmayı asla dert etmeyecek kadar da kendinden emin bir figür.


Thatcher’ın inandığı ekonomik anlayış liberalizm, yani devletin bu işlerden mümkün olduğunca elini eteğini çekmesi, ortalığı özel sektöre ve mümkünse halka bırakması. Yaşı yetenler hatırlayacaktır, aynı dönemde yani 80’ler ve 90’ların başında tüm dünyada esen rüzgar da zaten buydu. Amerika’da Thatcher’ın çok iyi bir müteffiki, hatta emeklilik döneminde sıkı bir dostu olan Ronald Reagan’ın “Reaganomics” olarak anılan ekonomik liberalizm hamleleri, İngiltere’de halen “Thatcherizm” olarak anılan hareketler, bizim topraklarda da Turgut Özal’ın savunduğu serbest piyasa ekonomisi rüzgarları eş zamanlı olarak tüm dünyada esiyordu.

İngiltere’yi, devaldığı dönemdeki Avrupa’nın büyümeyen tek ekonomisi olma özelliğinden hızla kurtardı demir leydi. Ama ne pahasına? Hızla yaptığı özelleştirmeler, özellikle o dönem sosyal hayatta önemli yer tutan kömür işçilerinin kökünü kazıdı. Sadece kömür işçileri değil, o döneme kadar oraların patronu olan sendikaların da kolunu kanadını kırdı. Devletin ellerini ekonomiden mümkün olduğunca çekmeye çalışırken, kar etmeyen işletme ve sektörlere de tahammülü yoktu leydinin. Nispeten karsız tüm sektörlere makası vururken, işin sosyal yönünü pek de umursamıyordu aslında. Tarihin en büyük ve en kanlı işçi eylemleri bu dönemde yapıldı. İşsizlik yüzde onların üstüne çıktı. Üstüe önce işsizlik maaşı almayı zorlaştırdı, sonra da sadece işsizlik yardımı alanların işsiz sayılmasını sağlayarak işsizlik rakamlarını düşük tuttu. Bu “düzenlemeler” sayesinde o dönemdeki işsizlik oranları gerçek rakamların yarısının bile altında kaldığı söylenir. Yine o dönemleri yaşayanların Türkiye’den de hatırlayabileceği gibi enflasyon , dönemin dertlerinden en büyüğüydü ve demir leydinin bir başka önemli saplantısıydı. Kafasına koyduğu yolda önüne gelen her şeyi yıkmayı düstur edinen Maggie, enflasyonla mücadelede faizleri kullandı. Yükselen faizler önceki özelleştirme dalgasına atlayan ve konut alanları adeta kılıçtan geçirdi. Bedeli kredilerini ödeyemeyeler, evinden atılanlar ve sokakta kalanlardı. Ama olsun, enflasyon kontrol altındaydı.       


İngiltere’yi ve özellikle Londra’yı dünyanın önemli finans merkezi yapmak istiyordu leydi. Bunun için özellikle finans kurumlarına ciddi avantajlar getirdi. Başarıldı mı, evet . Ama çoğu iktisatçılar tüm dünyayı sallayan 2008 finans krizinin temellerinin bu kontrolsüz ve fazlaca serbestleştirilmiş finans piyasasından kaynalandığını söylüyor bugün ve hiç de haksız değiller.


Yani İngiltereli bakkalın fakir ama çalışkan kızı demir yumruğunu hiç silinmeyecek bir şekilde dünya tarihine vurdu. Beğenelim beğenmeyelim, Margaret Thatcher kendisine nefret sunan yüzlerce punk-rock şarkısıyla, dünyanın en önemli siyasetçisi ödülleriyle, heykelleriyle ve protestolarla buralardan gitti. Unutulmayacak önemde ikonik bir karakter olduğu kesin. Ama arkasından şunu söylemekten ben şahsen kendimi alamıyorum; 

Keşke gerçekten demir olsaydı..           

   

“KEŞKE GERÇEKTEN DEMİR OLSAYDI..”

Geçtiğimiz ay tüm dünya bir efsanenin buralardan gidişini konuştu, İngiltere’nin “Demir Leydi”si Margaret Thatcher ‘ın. Bir yandan Avam Kamarasına heykeli dikilecek kadar önemsenen, diğer yandan da öldü diye tüm ülkede sabahlara kadar partiler düzenlenen bir ilginç karakterdi Thatcher. Dünyanın en önemli ekonomistleri ve siyasetcileri halen yaptıklarını ciddiyetle tartışadursun, o kendisiyle dalga geçmek için takılan “Demir Leydi” lakabını gururla sahiplenmiş ilginç bir kişiydi. Bence karakteriyle ilgili en büyük ipucu, kendi bronz heykelinin açılışında heykeli gördüğü andaki yaptığı yorumda gizli: “Keşke gerçekten demir olsaydı!”


İngiltere’nin küçük bir şehrinde, bir bakkalın kızı olarak dünyaya geldi Maggie. Aslında bu 'bakkalın kızı dünyayı yönetti' hikayesi işin İngiliz’lerin anlatmayı pek sevdiği şekli. Gerçekte durum bundan biraz daha farklı çünkü. Evet, İngiltere’nin minik bir şehrinde bir bakkalın çalışkan ve azimli kızı olarak doğuyor Thatcher ama hikayenin gidişatı esas milyoner iş adamı Denis Thatcher ‘la evlendikten sonra değişiyor. Zira enişte, leydinin tüm okul masraflarını karşılayıp çok iyi bir eğitim almasını sağladığı gibi, sonrasında da gelecekteki siyasi kariyerini oluşturabilmesi için kendisini İngiltere’nin zengin ve siyaseten itibarlı çevrelerine sokuyor. Yani Thatcher’ın çizdiği tüm o duygusuz tablo içinde “Liderlik tek başına yapılan bir iştir, ama biz hep iki kişi yaptık” demesi boşuna değil. Denis Thatcher, leydinin en büyük destekçisi, bu derece geride kalmayı asla dert etmeyecek kadar da kendinden emin bir figür.


Thatcher’ın inandığı ekonomik anlayış liberalizm, yani devletin bu işlerden mümkün olduğunca elini eteğini çekmesi, ortalığı özel sektöre ve mümkünse halka bırakması. Yaşı yetenler hatırlayacaktır, aynı dönemde yani 80’ler ve 90’ların başında tüm dünyada esen rüzgar da zaten buydu. Amerika’da Thatcher’ın çok iyi bir müteffiki, hatta emeklilik döneminde sıkı bir dostu olan Ronald Reagan’ın “Reaganomics” olarak anılan ekonomik liberalizm hamleleri, İngiltere’de halen “Thatcherizm” olarak anılan hareketler, bizim topraklarda da Turgut Özal’ın savunduğu serbest piyasa ekonomisi rüzgarları eş zamanlı olarak tüm dünyada esiyordu.

İngiltere’yi, devaldığı dönemdeki Avrupa’nın büyümeyen tek ekonomisi olma özelliğinden hızla kurtardı demir leydi. Ama ne pahasına? Hızla yaptığı özelleştirmeler, özellikle o dönem sosyal hayatta önemli yer tutan kömür işçilerinin kökünü kazıdı. Sadece kömür işçileri değil, o döneme kadar oraların patronu olan sendikaların da kolunu kanadını kırdı. Devletin ellerini ekonomiden mümkün olduğunca çekmeye çalışırken, kar etmeyen işletme ve sektörlere de tahammülü yoktu leydinin. Nispeten karsız tüm sektörlere makası vururken, işin sosyal yönünü pek de umursamıyordu aslında. Tarihin en büyük ve en kanlı işçi eylemleri bu dönemde yapıldı. İşsizlik yüzde onların üstüne çıktı. Üstüe önce işsizlik maaşı almayı zorlaştırdı, sonra da sadece işsizlik yardımı alanların işsiz sayılmasını sağlayarak işsizlik rakamlarını düşük tuttu. Bu “düzenlemeler” sayesinde o dönemdeki işsizlik oranları gerçek rakamların yarısının bile altında kaldığı söylenir. Yine o dönemleri yaşayanların Türkiye’den de hatırlayabileceği gibi enflasyon , dönemin dertlerinden en büyüğüydü ve demir leydinin bir başka önemli saplantısıydı. Kafasına koyduğu yolda önüne gelen her şeyi yıkmayı düstur edinen Maggie, enflasyonla mücadelede faizleri kullandı. Yükselen faizler önceki özelleştirme dalgasına atlayan ve konut alanları adeta kılıçtan geçirdi. Bedeli kredilerini ödeyemeyeler, evinden atılanlar ve sokakta kalanlardı. Ama olsun, enflasyon kontrol altındaydı.       


İngiltere’yi ve özellikle Londra’yı dünyanın önemli finans merkezi yapmak istiyordu leydi. Bunun için özellikle finans kurumlarına ciddi avantajlar getirdi. Başarıldı mı, evet . Ama çoğu iktisatçılar tüm dünyayı sallayan 2008 finans krizinin temellerinin bu kontrolsüz ve fazlaca serbestleştirilmiş finans piyasasından kaynalandığını söylüyor bugün ve hiç de haksız değiller.


Yani İngiltereli bakkalın fakir ama çalışkan kızı demir yumruğunu hiç silinmeyecek bir şekilde dünya tarihine vurdu. Beğenelim beğenmeyelim, Margaret Thatcher kendisine nefret sunan yüzlerce punk-rock şarkısıyla, dünyanın en önemli siyasetçisi ödülleriyle, heykelleriyle ve protestolarla buralardan gitti. Unutulmayacak önemde ikonik bir karakter olduğu kesin. Ama arkasından şunu söylemekten ben şahsen kendimi alamıyorum; 

Keşke gerçekten demir olsaydı..           

   

4 Temmuz 2013 Perşembe

Gezi Parkı olayları ile ortaya çıkan hayali bir takım, "Istanbul United". Bir kaç ay öncesine kadar birbirine neredeyse düşman gibi algılanan üç büyüklerin bir araya gelerek oluşturduğu bir güç birliği.. Peki gerçekten "İstanbul United" diye bir futbol takımı var olsaydı ne büyüklükte olurdu? Marka değeri olarak dünyanın kaçıncı büyük takımı olurdu merak ettik, araştırıp sevgili Alper Kotaman'la Bloomberg HT'deki Ekospor programında konuştuk. 
Buyrunuz, bu linkten izleyebilirsiniz:



İSTANBUL UNITED!

Gezi Parkı olayları ile ortaya çıkan hayali bir takım, "Istanbul United". Bir kaç ay öncesine kadar birbirine neredeyse düşman gibi algılanan üç büyüklerin bir araya gelerek oluşturduğu bir güç birliği.. Peki gerçekten "İstanbul United" diye bir futbol takımı var olsaydı ne büyüklükte olurdu? Marka değeri olarak dünyanın kaçıncı büyük takımı olurdu merak ettik, araştırıp sevgili Alper Kotaman'la Bloomberg HT'deki Ekospor programında konuştuk. 
Buyrunuz, bu linkten izleyebilirsiniz:



22 Haziran 2013 Cumartesi

26 Haziran Çarşamba günü Zonguldak 'dayız. Batı Karadeniz Kalkınma Ajansı'nın organizasyonuyla "Aile İşletmelerinde Kurumsallaşma" Seminerinde konuşmacı olacağım. Batı Karadeniz Kalkınma Ajansı Konferans Salonu'nda gerçekleşecek organizasyonda Batı Karadeniz Bölgesinin önde gelen iş adamlarından Sezai Çanakçı, Metin Çakır ve İsmail Çakır ve Marmara Üniversitesi 'nden Prof. Dr. Şadi Can Saruhan 'la birlikte konuşacağız. Hem daha önce hiç görmediğim Zonguldak'ı görme imkanı, hem de başta değerli dostum Onur Çağlar olmak üzere oradaki dostlarımızı göreceğimiz güzel bir organizasyon olacağını ümit ediyorum.. 
O taraflarda olup konuyla ilgilenenlerle görüşmek ümidiyle..


26 HAZİRAN 2013 GÜNÜ ZONGULDAK 'DAYIZ..

26 Haziran Çarşamba günü Zonguldak 'dayız. Batı Karadeniz Kalkınma Ajansı'nın organizasyonuyla "Aile İşletmelerinde Kurumsallaşma" Seminerinde konuşmacı olacağım. Batı Karadeniz Kalkınma Ajansı Konferans Salonu'nda gerçekleşecek organizasyonda Batı Karadeniz Bölgesinin önde gelen iş adamlarından Sezai Çanakçı, Metin Çakır ve İsmail Çakır ve Marmara Üniversitesi 'nden Prof. Dr. Şadi Can Saruhan 'la birlikte konuşacağız. Hem daha önce hiç görmediğim Zonguldak'ı görme imkanı, hem de başta değerli dostum Onur Çağlar olmak üzere oradaki dostlarımızı göreceğimiz güzel bir organizasyon olacağını ümit ediyorum.. 
O taraflarda olup konuyla ilgilenenlerle görüşmek ümidiyle..


16 Mayıs 2013 Perşembe

Bir ekonomi dergisini karıştırırken şu sayfalar dikkatimi çekti, merakımı cezbetti, biraz araştırayım dedim; 
"Acaba neden iş hayatında herkes aynı şekilde duruyor"? ;)


Neden?

Dikkat ediyor musunuz özellikle ekonomi ve finans piyasalarıyla, girişimcilik ve iş dünyasıyla ilgili yayınlarda, ilanlarda, afiş ve görsellerde genel olarak çok kullanılan "bir duruş" var! Kollar önde bağlı, kafa hafif yukarı bakar, vücut dik. Fotoğrafçıların da pek sevdiği ve dikte ettiği bu duruş buradaki görselde de görebileceğiniz gibi herhangi bir ekonomi dergisinin herhangi bir sayısında onlarca kere -hatta çektiğim fotoğraftaki gibi- sayısız defa karşınıza çıkabilir. İşin ilginci -pek de itibar etmediğim- vücut dili vs. kaynaklarına bir göz gezdireyim dedim, bakın neler buldum.. Meğer bu bizim iş dünyasında kendine güven, başarı, kendiyle barışıklık zannedilen duruş neler demekmiş:  

"Hoş olmayan bir durumdan ‘saklanma’ girişimi olarak her iki kol da göğüste kavuşturulur. Pek çok kol kavuşturma şekli olsa da bu kitapta en yaygın üç tanesi tartışılacaktır. Standart kol kavuşturma hareketi (Şekil 70) neredeyse her yerde aynı savunma veya olumsuz tavrı gösteren evrensel bir harekettir. Özellikle kişi toplantılar, kuyruklar, kafeteryalar, asansörler veya kendisini güvensiz hissettiği başka herhangi bir yerde yabancılar arasındayken yaygın olarak görülür." 




Beyler, hanımlar, iş hayatı yabancı bir yer mi, kendinizi güvensiz mi hissediyorsunuz burda? O zaman bu "Küçük dağları ben yarattım" havaları niye yahu Allah aşkına?


"Kol kavuşturma hareketi devam ettiği sürece olumsuz tavrın süreceğini unutmayın. Tavır harekete neden olurken hareketin sürmesi de tavrın devam etmesine neden olur." 


demiş kaynaklar. Gördüğünüz gibi hep bir olumsuzluk, hep bir savunma, bir güvensizlik..



Dur yolcu! Raporlar, sunumlar bitti mi?!


Geleceğe "güvensizlik" ve "yabancılık"la bakan gençler, gençlerimiz..


Böyle birşey mi cidden iş hayatı?


Şu andan itibaren kariyer hedefim ömrüm boyunca böyle durduğum bir fotoğrafımın olmaması olacak! ;)





İŞ HAYATINDA NİYE "O DURUŞ" ?

Bir ekonomi dergisini karıştırırken şu sayfalar dikkatimi çekti, merakımı cezbetti, biraz araştırayım dedim; 
"Acaba neden iş hayatında herkes aynı şekilde duruyor"? ;)


Neden?

Dikkat ediyor musunuz özellikle ekonomi ve finans piyasalarıyla, girişimcilik ve iş dünyasıyla ilgili yayınlarda, ilanlarda, afiş ve görsellerde genel olarak çok kullanılan "bir duruş" var! Kollar önde bağlı, kafa hafif yukarı bakar, vücut dik. Fotoğrafçıların da pek sevdiği ve dikte ettiği bu duruş buradaki görselde de görebileceğiniz gibi herhangi bir ekonomi dergisinin herhangi bir sayısında onlarca kere -hatta çektiğim fotoğraftaki gibi- sayısız defa karşınıza çıkabilir. İşin ilginci -pek de itibar etmediğim- vücut dili vs. kaynaklarına bir göz gezdireyim dedim, bakın neler buldum.. Meğer bu bizim iş dünyasında kendine güven, başarı, kendiyle barışıklık zannedilen duruş neler demekmiş:  

"Hoş olmayan bir durumdan ‘saklanma’ girişimi olarak her iki kol da göğüste kavuşturulur. Pek çok kol kavuşturma şekli olsa da bu kitapta en yaygın üç tanesi tartışılacaktır. Standart kol kavuşturma hareketi (Şekil 70) neredeyse her yerde aynı savunma veya olumsuz tavrı gösteren evrensel bir harekettir. Özellikle kişi toplantılar, kuyruklar, kafeteryalar, asansörler veya kendisini güvensiz hissettiği başka herhangi bir yerde yabancılar arasındayken yaygın olarak görülür." 




Beyler, hanımlar, iş hayatı yabancı bir yer mi, kendinizi güvensiz mi hissediyorsunuz burda? O zaman bu "Küçük dağları ben yarattım" havaları niye yahu Allah aşkına?


"Kol kavuşturma hareketi devam ettiği sürece olumsuz tavrın süreceğini unutmayın. Tavır harekete neden olurken hareketin sürmesi de tavrın devam etmesine neden olur." 


demiş kaynaklar. Gördüğünüz gibi hep bir olumsuzluk, hep bir savunma, bir güvensizlik..



Dur yolcu! Raporlar, sunumlar bitti mi?!


Geleceğe "güvensizlik" ve "yabancılık"la bakan gençler, gençlerimiz..


Böyle birşey mi cidden iş hayatı?


Şu andan itibaren kariyer hedefim ömrüm boyunca böyle durduğum bir fotoğrafımın olmaması olacak! ;)





9 Mayıs 2013 Perşembe

Oğlum vesile oldu, 1983 yılındaki 5 yaşındaki benden 2013'deki bana mesajlar geldi..

Minik oğlumuzun bize katılmasıyla birlikte ailecek yaşadığımız duygu seli-nostalji kuşaklarından birinde annem, bir gün oğlum olursa kullanmamız için 30 küsür senedir sakladığı ve bebeklik hatıralarımın bulunduğu kutsal sandığı açtı! Beni travmalardan travmalara gark eden pek çok parçayla birlikte -ki bir tanesi çok komik, mutlaka ayrıca yazmam lazım uzun uzun- o dönemde en çok sevdiğim şey olan çizimlerimin de önemli bir kısmını 30 sene sonra ilk kez yeniden gördüm...

Bunlardan bir kısmını parça parça hatırlıyorum ama önemli bir kısmını cidden hiç hatırlamıyorum. Dikkatimi çeken şey bol bol font ve logo benzeri birşeyler çizmiş olmam. Örneğin şu 23 Nisan tipografisi bana çok ilginç geldi. Şimdi reklamcı olsam ve 23 Nisan için birşeyler çalış deseler böyle birşeye giderdi elim herhalde.. :)
  


Ama kutsal sandıktan çıkanlar içinde pek politik bir tanesi var ki "Ağaç yaşken eğilir" lafını haklı çıkarıyor galiba. 5 yaşımdayken çizdiğim bu "karikatürümsü"de Türkiye haritası ve zam yağdıran bir Özal bulutu var! :)) Daha ilginç olanı babamın görevi dolayısıyla (kaderin cilvesi, Özal'ların danışmanı olmak için)  bir kaç sene sonra Ankara'ya taşınmış olmamız ve politikanın evimize bir daha çıkmayacak şekilde girmesinden de önce çizilmiş olması.. Karikatürümsüde, Özal KDV ve ZAM yazan bulutları Türkiye'ye yağdırıyor.. Kıbrıs'ın üzerinde de birşey yazıyor ama tam okunmuyor, ki bence Lefkoşe'nin kısaltması olabilir! :)

"Ülkeye KDV ve Zam yağdıran Turgut Özal" Burak Ünaldı, 1983, Saman Kağıt üzerine keçeli kalem :)

Bu Ziya Paşa, artık her kimse:)
"Hey, bayrakları dikin!"diyor haliyle..

Bu İbrahim Tatlıses'e benzeyen figür de babam :)

O kadar anlamlı ve iyi bir zamanda geldi ki çocukluğumdan mesajlar bana. Tam da okullarda öğrenci arkadaşlara "Sevmediğiniz işlerle vakit kaybetmeyin, içinizdekini çıkarın, bunu nasıl bulacağım diyorsanız çocukluğunuza sorun" diye ahkamlar kestiğimiz bir dönemde, çocukluğumdan öyle güzel bir ayar yedim ki. Bana senin içinde bunlar var, istesen de istemesen de, 5 yaşında da, 35, 45 yaşında da, sen bastırsan da çıkacak dedi yeniden çocukluğum.



Ben anladım çiko, mesaj alındı, tamamdır. ;)

İmza: 2013 yılındaki sen.

NOT: Uçan arabalar falan yok arkadaş, hele o düşündüğünden, hiç yok!


He bi de, ikimiz aynı kareye girince de şöyle birşey oluyoruz, bence fena diil ne diyosun?!? O resimdeki afacan bakış perdeyi yakmadan hemen önceki mi, yüzümüzdeki dikişten önce mi, çiftliğin kapısını düşürüp kaşımızı yarmamızdan mı yoksa, onu bilemedim!

Neyse ki şimdi yaramaz demiyolar bizim gibilere girişken diyolar! ;) 


    

KENDİ ÇOCUKLUĞUMLA MEKTUPLAŞMA...

Oğlum vesile oldu, 1983 yılındaki 5 yaşındaki benden 2013'deki bana mesajlar geldi..

Minik oğlumuzun bize katılmasıyla birlikte ailecek yaşadığımız duygu seli-nostalji kuşaklarından birinde annem, bir gün oğlum olursa kullanmamız için 30 küsür senedir sakladığı ve bebeklik hatıralarımın bulunduğu kutsal sandığı açtı! Beni travmalardan travmalara gark eden pek çok parçayla birlikte -ki bir tanesi çok komik, mutlaka ayrıca yazmam lazım uzun uzun- o dönemde en çok sevdiğim şey olan çizimlerimin de önemli bir kısmını 30 sene sonra ilk kez yeniden gördüm...

Bunlardan bir kısmını parça parça hatırlıyorum ama önemli bir kısmını cidden hiç hatırlamıyorum. Dikkatimi çeken şey bol bol font ve logo benzeri birşeyler çizmiş olmam. Örneğin şu 23 Nisan tipografisi bana çok ilginç geldi. Şimdi reklamcı olsam ve 23 Nisan için birşeyler çalış deseler böyle birşeye giderdi elim herhalde.. :)
  


Ama kutsal sandıktan çıkanlar içinde pek politik bir tanesi var ki "Ağaç yaşken eğilir" lafını haklı çıkarıyor galiba. 5 yaşımdayken çizdiğim bu "karikatürümsü"de Türkiye haritası ve zam yağdıran bir Özal bulutu var! :)) Daha ilginç olanı babamın görevi dolayısıyla (kaderin cilvesi, Özal'ların danışmanı olmak için)  bir kaç sene sonra Ankara'ya taşınmış olmamız ve politikanın evimize bir daha çıkmayacak şekilde girmesinden de önce çizilmiş olması.. Karikatürümsüde, Özal KDV ve ZAM yazan bulutları Türkiye'ye yağdırıyor.. Kıbrıs'ın üzerinde de birşey yazıyor ama tam okunmuyor, ki bence Lefkoşe'nin kısaltması olabilir! :)

"Ülkeye KDV ve Zam yağdıran Turgut Özal" Burak Ünaldı, 1983, Saman Kağıt üzerine keçeli kalem :)

Bu Ziya Paşa, artık her kimse:)
"Hey, bayrakları dikin!"diyor haliyle..

Bu İbrahim Tatlıses'e benzeyen figür de babam :)

O kadar anlamlı ve iyi bir zamanda geldi ki çocukluğumdan mesajlar bana. Tam da okullarda öğrenci arkadaşlara "Sevmediğiniz işlerle vakit kaybetmeyin, içinizdekini çıkarın, bunu nasıl bulacağım diyorsanız çocukluğunuza sorun" diye ahkamlar kestiğimiz bir dönemde, çocukluğumdan öyle güzel bir ayar yedim ki. Bana senin içinde bunlar var, istesen de istemesen de, 5 yaşında da, 35, 45 yaşında da, sen bastırsan da çıkacak dedi yeniden çocukluğum.



Ben anladım çiko, mesaj alındı, tamamdır. ;)

İmza: 2013 yılındaki sen.

NOT: Uçan arabalar falan yok arkadaş, hele o düşündüğünden, hiç yok!


He bi de, ikimiz aynı kareye girince de şöyle birşey oluyoruz, bence fena diil ne diyosun?!? O resimdeki afacan bakış perdeyi yakmadan hemen önceki mi, yüzümüzdeki dikişten önce mi, çiftliğin kapısını düşürüp kaşımızı yarmamızdan mı yoksa, onu bilemedim!

Neyse ki şimdi yaramaz demiyolar bizim gibilere girişken diyolar! ;) 


    

7 Mayıs 2013 Salı

Üniversitelerde dönemin sonuna yaklaşılırken okul söyleşileri hız kesmiyor değerli izleyenler.. Yarın, yani 8 Mayıs 2013 Çarşamba günü İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Konferans Salonu 'nda öğrenci arkadaşlarla buluşacağız ve hikayelerimizi anlatacağız.. Üstelik İstanbul 'da en sevdiğim mekan olan, kaçış yerim Atatürk Arboretumu 'na da kaçma fırsatı bulurum belki oradan. Bilmeyenler, duymamış olanlar için bu cennet köşesi işte böyle bir yer:   http://arsiv.ntvmsnbc.com/modules/yakinyerler/ataturkarboretumu.asp 



 

YARIN İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ ORMAN FAKÜLTESİ'NDEYİZ..

Üniversitelerde dönemin sonuna yaklaşılırken okul söyleşileri hız kesmiyor değerli izleyenler.. Yarın, yani 8 Mayıs 2013 Çarşamba günü İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Konferans Salonu 'nda öğrenci arkadaşlarla buluşacağız ve hikayelerimizi anlatacağız.. Üstelik İstanbul 'da en sevdiğim mekan olan, kaçış yerim Atatürk Arboretumu 'na da kaçma fırsatı bulurum belki oradan. Bilmeyenler, duymamış olanlar için bu cennet köşesi işte böyle bir yer:   http://arsiv.ntvmsnbc.com/modules/yakinyerler/ataturkarboretumu.asp 



 

7 Nisan 2013 Pazar

Bir arkadaşa bakıp çıkacaktım, tam 27 hafta olmuş... Bundan yaklaşık 7 ay önce sevgili dostum Alper Kotaman'ın Bloomberg HT 'de başladığı "Ekospor" programını kutlamak ve ilk programın konuğu olmak üzere gitmiştim. Gidiş o gidiş, bu hafta tam 27 hafta olmuş! 27 haftadır her Cuma günü canlı yayında saat 12:30 'da yarım saat süreyle haftanın tüm dünyada gerçekleşen spor ekonomisi olaylarını sevgili Alper Kotaman 'la değerlendiriyoruz. NHL Lokavt'ından giriyoruz, sponsorluklardan çıkıyoruz, Snoop Dog'dan giriyoruz, takımların piyasa değerlerinden ve borsadaki hareketlerinden çıkıyoruz.. Bu keyifli program haftada 2 gün, Çarşamba ve Cuma, ben her Cuma günü konuk olarak katılıyorum. Biz hem birbirimizden çok şey öğreniyoruz, hem de çok büyük keyif alıyoruz, sizlerden her hafta hem sosyal medyadan, hem de diğer kanallardan güzel tepkiler aldığımıza göre sizler de keyif alıyorsunuz diye umuyoruz..
Merak edenler 27 programın tümüne bu linkten göz atabilirler..



 

Bİ' BAKIP ÇIKACAKTIM?

Bir arkadaşa bakıp çıkacaktım, tam 27 hafta olmuş... Bundan yaklaşık 7 ay önce sevgili dostum Alper Kotaman'ın Bloomberg HT 'de başladığı "Ekospor" programını kutlamak ve ilk programın konuğu olmak üzere gitmiştim. Gidiş o gidiş, bu hafta tam 27 hafta olmuş! 27 haftadır her Cuma günü canlı yayında saat 12:30 'da yarım saat süreyle haftanın tüm dünyada gerçekleşen spor ekonomisi olaylarını sevgili Alper Kotaman 'la değerlendiriyoruz. NHL Lokavt'ından giriyoruz, sponsorluklardan çıkıyoruz, Snoop Dog'dan giriyoruz, takımların piyasa değerlerinden ve borsadaki hareketlerinden çıkıyoruz.. Bu keyifli program haftada 2 gün, Çarşamba ve Cuma, ben her Cuma günü konuk olarak katılıyorum. Biz hem birbirimizden çok şey öğreniyoruz, hem de çok büyük keyif alıyoruz, sizlerden her hafta hem sosyal medyadan, hem de diğer kanallardan güzel tepkiler aldığımıza göre sizler de keyif alıyorsunuz diye umuyoruz..
Merak edenler 27 programın tümüne bu linkten göz atabilirler..



 

1 Nisan 2013 Pazartesi

3 Nisan Çarşamba günü saat 11:30'da ODTÜ İşletme Topluluğu'nun bu yıl 6. kez düzenlediği  "Just Marketing" konferansında "Bir Pazarlama Aracı olarak: Samimiyet!" başlıklı bir  sunum yapacağım..


Detaylı bilgi için: http://www.just-marketing.net/tr 

Program şöyle:

3 Nisan Çarşamba:

11.30 - 12.45 Burak Ünaldı- Nar Girişim Genel Müdürü

13.15 - 14.30 Raymond de la Court - METRO Türkiye Yönetim Kurulu Üyesi - Pazarlama ve 


Müşteri Yönetimi

15.15 - 16.30 Berivan Haligür- Rocco Satış İnsan Kaynakları Uzmanı

4 Nisan Perşembe:

11.30 - 12.45 Alpagut Çilingir- Fritolay Pazarlama Direktörü

13.15 - 14.30 HSBC Sunumu

15.15 - 16.30 Hakkı Arıkan - Markafoni Pazarlama Direktörü

5 Nisan Cuma:

11.30 - 12.45 Uğur Özmen - Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi ve CRM Uzmanı

13.15 - 14.30 Simay Alsan -Borusan Otomotiv BMW Pazarlama İletişimi Müdürü

15.15 - 16.30 Mete Uslukılınç- Phillips Satış Direktörü


Orada görüşmek üzere..

3 NİSAN ÇARŞAMBA ODTÜ'DE JUST MARKETING!

3 Nisan Çarşamba günü saat 11:30'da ODTÜ İşletme Topluluğu'nun bu yıl 6. kez düzenlediği  "Just Marketing" konferansında "Bir Pazarlama Aracı olarak: Samimiyet!" başlıklı bir  sunum yapacağım..


Detaylı bilgi için: http://www.just-marketing.net/tr 

Program şöyle:

3 Nisan Çarşamba:

11.30 - 12.45 Burak Ünaldı- Nar Girişim Genel Müdürü

13.15 - 14.30 Raymond de la Court - METRO Türkiye Yönetim Kurulu Üyesi - Pazarlama ve 


Müşteri Yönetimi

15.15 - 16.30 Berivan Haligür- Rocco Satış İnsan Kaynakları Uzmanı

4 Nisan Perşembe:

11.30 - 12.45 Alpagut Çilingir- Fritolay Pazarlama Direktörü

13.15 - 14.30 HSBC Sunumu

15.15 - 16.30 Hakkı Arıkan - Markafoni Pazarlama Direktörü

5 Nisan Cuma:

11.30 - 12.45 Uğur Özmen - Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi ve CRM Uzmanı

13.15 - 14.30 Simay Alsan -Borusan Otomotiv BMW Pazarlama İletişimi Müdürü

15.15 - 16.30 Mete Uslukılınç- Phillips Satış Direktörü


Orada görüşmek üzere..

28 Mart 2013 Perşembe


If you live like this..




You leave like this..



(Siyaset yapan, günün birinde siyaset yapmayı düşünen herkesin kulağına küpe olmalı derim, nacizane..)

HUGO !


If you live like this..




You leave like this..



(Siyaset yapan, günün birinde siyaset yapmayı düşünen herkesin kulağına küpe olmalı derim, nacizane..)
29 Mart 2013 Cuma günü TOBB Kütahya Genç Girişimciler Kurulu ve Dumlupınar Üniversitesi'nin ortak organizasyonu ve nazik davetiyle Kütahya'da olacağız, bu kez de Kütahya'da hikayelerimizi anlatıp döneceğiz.. Diğer konuşmacılar duayen işadamı Erol Aksoy, Sevda Güner, Yalçın Parmaksız ve Twitter şöhretlerinden Hakim Türkmen (Twitter'daki nickiyle @beyinsiz_adam )    
İlginç bir organizasyon olacağa benzer..

"Pic or it didn't happen" diyenler burdan yaksın:


29 MART CUMA GÜNÜ KÜTAHYA'DAYIZ..

29 Mart 2013 Cuma günü TOBB Kütahya Genç Girişimciler Kurulu ve Dumlupınar Üniversitesi'nin ortak organizasyonu ve nazik davetiyle Kütahya'da olacağız, bu kez de Kütahya'da hikayelerimizi anlatıp döneceğiz.. Diğer konuşmacılar duayen işadamı Erol Aksoy, Sevda Güner, Yalçın Parmaksız ve Twitter şöhretlerinden Hakim Türkmen (Twitter'daki nickiyle @beyinsiz_adam )    
İlginç bir organizasyon olacağa benzer..

"Pic or it didn't happen" diyenler burdan yaksın:


25 Mart 2013 Pazartesi

YTYA Programı nedeniyle geçen ay okullarla pek buluşamadık, ama son sürat başlıyoruz yeniden. Bu hafta Salı günü İstanbul Gelişim Üniversitesi'nde yine pek değerli konuşmacılarla birlikte öğrenci arkadaşlarla buluşuyor olacağız. Spikerler Derneği Başkanı Sn. Veyis Ateş "Topluluk Önünde Konuşma ve İletişim Becerisi" sunumunu yaparken, Elektroworld Pazarlama Müdürü (müdüresi mi demeliyim?) Sn. Sinem Şanda "Kariyer Adımları" nı anlatacak. Yaşam Koçu, Yazar Sn. Fırat Çakır "Hayatınızın Lideri Siz Olun" deyip sağlam kafanın sağlam vücutta olduğu yönünde bizleri kendimize getirirken bendeniz her zaman olduğu gibi küçük prensten girip Def Leppard davulcusundan çıkan, Kafkaslı'dan girip içli köfteci Ali amcadan çıkan bir takım hikayeler anlatıyor olacağım. Manivela Akademi Kurucusu sevgili Emre Urfalı yine harika bir işe vesile oluyor. Bu kez erken gidip diğer konuşmacıların paylaşacaklarından da istifade etmeye can atıyorum. İlgili herkesi bekleriz..


YARIN GELİŞİM ÜNİVERSİTESİ 'NDEYİZ..

YTYA Programı nedeniyle geçen ay okullarla pek buluşamadık, ama son sürat başlıyoruz yeniden. Bu hafta Salı günü İstanbul Gelişim Üniversitesi'nde yine pek değerli konuşmacılarla birlikte öğrenci arkadaşlarla buluşuyor olacağız. Spikerler Derneği Başkanı Sn. Veyis Ateş "Topluluk Önünde Konuşma ve İletişim Becerisi" sunumunu yaparken, Elektroworld Pazarlama Müdürü (müdüresi mi demeliyim?) Sn. Sinem Şanda "Kariyer Adımları" nı anlatacak. Yaşam Koçu, Yazar Sn. Fırat Çakır "Hayatınızın Lideri Siz Olun" deyip sağlam kafanın sağlam vücutta olduğu yönünde bizleri kendimize getirirken bendeniz her zaman olduğu gibi küçük prensten girip Def Leppard davulcusundan çıkan, Kafkaslı'dan girip içli köfteci Ali amcadan çıkan bir takım hikayeler anlatıyor olacağım. Manivela Akademi Kurucusu sevgili Emre Urfalı yine harika bir işe vesile oluyor. Bu kez erken gidip diğer konuşmacıların paylaşacaklarından da istifade etmeye can atıyorum. İlgili herkesi bekleriz..


1 Mart 2013 Cuma

(Aralık 2012- Esquire) Bu sayfaların düzenli okuyucuları hatırlayacaktır, geçen yıl burada emekli şampiyon bir at olan “Kafkaslı”nın hikayesini yazmıştım. Hikaye çok keyifliydi çünkü ”Kafkaslı” başarı dolu kariyerinin ardından nihayet  dinlenecek, sadece çiftleşecek, yani keyifli bir tabirle “Yattığı yerden para kazanmaya devam edecek”ti.. Peki hikayenin devamı gerçekten böyle mi gerçekleşti? Buyrun, ancak bu topraklarda yaşanabilecek bir “başarı” hikayesini dinlemeye..




"Başarı.." Herkesin istediği, kimsenin tam olarak ne olduğunu bilmediği halde uğruna zaman zaman ciddi  bedeller ödenebilen, büyülü ama bir o kadar da muğlak bir kelime. Kelime küçük, ama içini öyle bir doldurmuşuz ki uğrunda yapılmayacak şey yok, iş hayatında, aşk hayatında, maddi ve manevi, tek ihtiyacımız, dünyevi kriterlerde değerlendirildiğimiz tek kavram. Hal böyleyken neyse bu “başarı”,kundaktan çıkar çıkmaz yakamıza yapışıyor. Anaokulunda başlayan “Çok başarılı maşallah en güzel o boyuyor”lar iş hayatında “Çok başarılı, bütün sunumları o hazırlar” ya da “3 senedir yıllık izin kullanmadan çalışıyor”a getiriyor bir anda bizi.. Boya kalemleri ipad’lere, sırf keyif için yapılan resimler “fizibilite”lere döndü bile çoktan.. Özel hayata gelince, buradaki başarı hepsinden daha da göreceliyken iyi bir evlilik, mutlu bir yuva gibi öğretilmiş gerçeklikler “başarı” olarak sayılıyor. Bu kadar belirsiz, ama hayatlarımız üzerinde bu kadar da etkili başka bir kavram var mı derseniz, şahsen benim aklıma gelmiyor.. Ademoğlunun kendi hayatınız zorlaştırmak için icad ettiği bir kavramken bu “başarı”, hız kesmeden etrafındaki her canlının da hayatını zorlaştırmak için kullanmayı biliyor bu kavramı insan denen.

Size anlatacağım hikaye, şampiyon bir atın, Kafkaslı’nın hikayesi. Katıldığı 127 yarışın 64 tanesinde birinci olmuş, ismini bu işlerle ilgilenenlerin kalplerine de, kuponlarına da kazımış bir efsane isimdi Kafkaslı. Dünya Arap Atı Organizasyonu (WAHO) tarafından Türkiye’de 2006 yılının en iyi Arap atı seçilmişti. Bunun yanında sahibi için de harika bir yatırımdı Kafkaslı. Yaklaşık 51.000 Türk Lirasını birkaç yıl içinde dokuz milyon liraya çıkaran geri dönüşü hızlı, keyifli, müthiş bir “yatırım”!  



Aslında hikayesi pek de keyifli başlamamıştı Kafkaslı’nın.. 2004 yılında sahibi tarafından satın alındığı açık artırmada arka ayaklarında çıplak gözle gayet net görülebilecek büyüklükte yarıklar vardı. Bu nedenle açık artırma çok uzamadı, 40.000 TL’den başlayıp 51.000 TL’de sona erdi.  Hatta takip edenlerin ve anlayanların bir çoğu da “Bu fiyat etmez” diye yorumlamıştı fiyatı. Ancak Kafkaslı, yaklaşık 4 ay sonra katıldığı ilk yarışı birinci olarak bitirdi. Ardından gelen iki yarışı da! Bir anda dikkatler çekilmeye başlamış, olmaz denen olmuş, sakat at şampiyon ata dönüşmüştü! 

Yarışlar ve şampiyonluklar birbirini kovaladı, yaramaz denilen Kafkaslı bir efsaneye dönüşmüştü bile. Bu toprakların sıfırdan kahramana, kahramandan sıfıra dönüştürebilme hızından ve huyundan habersiz zavallı at, sadece işini yapıyoır; koşuyordu! Ödüller, madalyalar darken 2009 yılında efsane, performansının ve spor hayatının doruğuna çıkmıştı. Bir başka efsane olan “Turbo” isimli atı burun farkıyla geçerek en büyük olmuştu! Ta ki 2010 yılında sakatlandığı ve emekliye ayrılmak zorunda kaldığı yarışa kadar. 2010 yılında sakat olduğu bilinmesine rağmen koşturulduğu da iddia edilen Ankara’daki son yarışının ardından Kafkaslı emekli oldu. 25 Aralık 2010 günü kendisi için  yapılan anlamlı jubile ve heykelinin nereye dikileceği tartışmalarıyla birlikte..

Bu memlekette heykeli dikilen sporcuların sonrasında neler yaşadıkları zaten hepimizin malumu. Ama Kafkaslı’nın başına gelenler gerçekten “Keşke o kadarla kalsalarmış” dedirtiyor. O dönem, yani efsanenin emekli olmasıyla birlikte bu satırlarda da hatırlayabileceğiniz gibi damızlığa çekileceği, nihayet koşturmalarının ve hırsların biteceğini ve Kafklaslı’nın “Artık yattığı yerden para kazanacağı”nı yazmıştım. İşin ekonomik yanı ilginçti, çünkü o zaman da hesaplamasını bu satırlarda yaptığımız gibi efsane at, yılda ortalama 80 kere çiftleşecek, bu işlemlerin her birinden 10.000 TL alarak yılda yaklaşık 800.000 TL.lik bir geliri çok da keyifli bir yolla yaratacaktı. İşin insanı kısmında ise ömrü boyu hırsların kurbanı olmuş olan bir güzel yaratık nihayet hayatını daha normal bir şekilde sürdürebilecekti. Hikaye güzeldi, finali güzeldi, hepimizi heyecanlandırmıştı…
Ama öyle olmadı!

Kafkaslı, bir kaç ay önce bizler pek de eğlenceli ve zevk dolu bir hayatı yaşadığını hayal ederken, kalp krizi geçirerek hayata veda etti. Çiftleşmesini kolaylaştıracak ve artıracak bazı ilaçları bünyesinin taşıyamadığı iddiasını arkasında bırakarak.. Sahipleri şampiyon atı para hırslarına kurban etmekle suçlandılar. Tuhaflıklar burada da bitmiyordu. Şampiyon atın değeri 1.2 trilyondu. Ve hazır olun! Efsane 50.000 TL tutan sigorta primi yüksek bulunduğu için sigortalatılmamıştı! İşte tam bu topraklara özgü bir hırs, başarı, rekabet öyküsü..

“Başarı lanetli bir hastalıktır” der İngilizler. Çünkü bir kez bulaştı mı, sizden her zaman beklenecektir! Şampiyon bir atı bile emekliliğinde rahat bırakmamış bir lanettir başarı dediğimiz insan icadı. Sakatlandığı yarışa sakatlığı bilinerek sokulduğunu iddia eden de var, yarış hayatının son yıllarını tam bir eziyet gibi şehirden şehire dolaştırılarak geçirdiğini de. Kalp krizi geçirmesini daha fazla çiftleşebilsin diye verilen ilaçlara bağlayanlar da hiç az değil. İşimiz elbette bu dedikodular üstüne yorum yapmak değil. Ama kesin olan birşey var, kimsenin kendisinden beklemediği bir anda beklenmedik olağan üstü bir performansla şampiyon doğduğunu ispat etti Kafkaslı. Ama maalesef bu topraklarda biz şampiyonlara pek iyi davranmayız ve sen bunu çok acı bir şekilde öğrenmiş oldun şampiyon!



İster ekonomik tarafından bakıp altın yumurtlayan tavuğu her seferinde nasıl doğduğuna pişman ettiğimizi, ister insani tarafından bakıp bir canlıya, hem de bir şampiyona hak etmediği bir hayatı yaşatıp hiç hak etmediği bir son hediye ettiğimiz çıkaralım bu hikayeden..

Ama ne olursa olsun bir gerçek var ki; o da, kendi “başarı” ölçütlerimize göre yarış atları gibi yaşadığımız hayata gerçek yarış atlarının bile dayanamadığı..      

Haydi şimdi projelerimize, sunumlarımıza, toplantılarımıza, boya kalemlerimize…






BU TOPRAKLARA ÖZGÜ BİR "BAŞARI" HİKAYESİ..

(Aralık 2012- Esquire) Bu sayfaların düzenli okuyucuları hatırlayacaktır, geçen yıl burada emekli şampiyon bir at olan “Kafkaslı”nın hikayesini yazmıştım. Hikaye çok keyifliydi çünkü ”Kafkaslı” başarı dolu kariyerinin ardından nihayet  dinlenecek, sadece çiftleşecek, yani keyifli bir tabirle “Yattığı yerden para kazanmaya devam edecek”ti.. Peki hikayenin devamı gerçekten böyle mi gerçekleşti? Buyrun, ancak bu topraklarda yaşanabilecek bir “başarı” hikayesini dinlemeye..




"Başarı.." Herkesin istediği, kimsenin tam olarak ne olduğunu bilmediği halde uğruna zaman zaman ciddi  bedeller ödenebilen, büyülü ama bir o kadar da muğlak bir kelime. Kelime küçük, ama içini öyle bir doldurmuşuz ki uğrunda yapılmayacak şey yok, iş hayatında, aşk hayatında, maddi ve manevi, tek ihtiyacımız, dünyevi kriterlerde değerlendirildiğimiz tek kavram. Hal böyleyken neyse bu “başarı”,kundaktan çıkar çıkmaz yakamıza yapışıyor. Anaokulunda başlayan “Çok başarılı maşallah en güzel o boyuyor”lar iş hayatında “Çok başarılı, bütün sunumları o hazırlar” ya da “3 senedir yıllık izin kullanmadan çalışıyor”a getiriyor bir anda bizi.. Boya kalemleri ipad’lere, sırf keyif için yapılan resimler “fizibilite”lere döndü bile çoktan.. Özel hayata gelince, buradaki başarı hepsinden daha da göreceliyken iyi bir evlilik, mutlu bir yuva gibi öğretilmiş gerçeklikler “başarı” olarak sayılıyor. Bu kadar belirsiz, ama hayatlarımız üzerinde bu kadar da etkili başka bir kavram var mı derseniz, şahsen benim aklıma gelmiyor.. Ademoğlunun kendi hayatınız zorlaştırmak için icad ettiği bir kavramken bu “başarı”, hız kesmeden etrafındaki her canlının da hayatını zorlaştırmak için kullanmayı biliyor bu kavramı insan denen.

Size anlatacağım hikaye, şampiyon bir atın, Kafkaslı’nın hikayesi. Katıldığı 127 yarışın 64 tanesinde birinci olmuş, ismini bu işlerle ilgilenenlerin kalplerine de, kuponlarına da kazımış bir efsane isimdi Kafkaslı. Dünya Arap Atı Organizasyonu (WAHO) tarafından Türkiye’de 2006 yılının en iyi Arap atı seçilmişti. Bunun yanında sahibi için de harika bir yatırımdı Kafkaslı. Yaklaşık 51.000 Türk Lirasını birkaç yıl içinde dokuz milyon liraya çıkaran geri dönüşü hızlı, keyifli, müthiş bir “yatırım”!  



Aslında hikayesi pek de keyifli başlamamıştı Kafkaslı’nın.. 2004 yılında sahibi tarafından satın alındığı açık artırmada arka ayaklarında çıplak gözle gayet net görülebilecek büyüklükte yarıklar vardı. Bu nedenle açık artırma çok uzamadı, 40.000 TL’den başlayıp 51.000 TL’de sona erdi.  Hatta takip edenlerin ve anlayanların bir çoğu da “Bu fiyat etmez” diye yorumlamıştı fiyatı. Ancak Kafkaslı, yaklaşık 4 ay sonra katıldığı ilk yarışı birinci olarak bitirdi. Ardından gelen iki yarışı da! Bir anda dikkatler çekilmeye başlamış, olmaz denen olmuş, sakat at şampiyon ata dönüşmüştü! 

Yarışlar ve şampiyonluklar birbirini kovaladı, yaramaz denilen Kafkaslı bir efsaneye dönüşmüştü bile. Bu toprakların sıfırdan kahramana, kahramandan sıfıra dönüştürebilme hızından ve huyundan habersiz zavallı at, sadece işini yapıyoır; koşuyordu! Ödüller, madalyalar darken 2009 yılında efsane, performansının ve spor hayatının doruğuna çıkmıştı. Bir başka efsane olan “Turbo” isimli atı burun farkıyla geçerek en büyük olmuştu! Ta ki 2010 yılında sakatlandığı ve emekliye ayrılmak zorunda kaldığı yarışa kadar. 2010 yılında sakat olduğu bilinmesine rağmen koşturulduğu da iddia edilen Ankara’daki son yarışının ardından Kafkaslı emekli oldu. 25 Aralık 2010 günü kendisi için  yapılan anlamlı jubile ve heykelinin nereye dikileceği tartışmalarıyla birlikte..

Bu memlekette heykeli dikilen sporcuların sonrasında neler yaşadıkları zaten hepimizin malumu. Ama Kafkaslı’nın başına gelenler gerçekten “Keşke o kadarla kalsalarmış” dedirtiyor. O dönem, yani efsanenin emekli olmasıyla birlikte bu satırlarda da hatırlayabileceğiniz gibi damızlığa çekileceği, nihayet koşturmalarının ve hırsların biteceğini ve Kafklaslı’nın “Artık yattığı yerden para kazanacağı”nı yazmıştım. İşin ekonomik yanı ilginçti, çünkü o zaman da hesaplamasını bu satırlarda yaptığımız gibi efsane at, yılda ortalama 80 kere çiftleşecek, bu işlemlerin her birinden 10.000 TL alarak yılda yaklaşık 800.000 TL.lik bir geliri çok da keyifli bir yolla yaratacaktı. İşin insanı kısmında ise ömrü boyu hırsların kurbanı olmuş olan bir güzel yaratık nihayet hayatını daha normal bir şekilde sürdürebilecekti. Hikaye güzeldi, finali güzeldi, hepimizi heyecanlandırmıştı…
Ama öyle olmadı!

Kafkaslı, bir kaç ay önce bizler pek de eğlenceli ve zevk dolu bir hayatı yaşadığını hayal ederken, kalp krizi geçirerek hayata veda etti. Çiftleşmesini kolaylaştıracak ve artıracak bazı ilaçları bünyesinin taşıyamadığı iddiasını arkasında bırakarak.. Sahipleri şampiyon atı para hırslarına kurban etmekle suçlandılar. Tuhaflıklar burada da bitmiyordu. Şampiyon atın değeri 1.2 trilyondu. Ve hazır olun! Efsane 50.000 TL tutan sigorta primi yüksek bulunduğu için sigortalatılmamıştı! İşte tam bu topraklara özgü bir hırs, başarı, rekabet öyküsü..

“Başarı lanetli bir hastalıktır” der İngilizler. Çünkü bir kez bulaştı mı, sizden her zaman beklenecektir! Şampiyon bir atı bile emekliliğinde rahat bırakmamış bir lanettir başarı dediğimiz insan icadı. Sakatlandığı yarışa sakatlığı bilinerek sokulduğunu iddia eden de var, yarış hayatının son yıllarını tam bir eziyet gibi şehirden şehire dolaştırılarak geçirdiğini de. Kalp krizi geçirmesini daha fazla çiftleşebilsin diye verilen ilaçlara bağlayanlar da hiç az değil. İşimiz elbette bu dedikodular üstüne yorum yapmak değil. Ama kesin olan birşey var, kimsenin kendisinden beklemediği bir anda beklenmedik olağan üstü bir performansla şampiyon doğduğunu ispat etti Kafkaslı. Ama maalesef bu topraklarda biz şampiyonlara pek iyi davranmayız ve sen bunu çok acı bir şekilde öğrenmiş oldun şampiyon!



İster ekonomik tarafından bakıp altın yumurtlayan tavuğu her seferinde nasıl doğduğuna pişman ettiğimizi, ister insani tarafından bakıp bir canlıya, hem de bir şampiyona hak etmediği bir hayatı yaşatıp hiç hak etmediği bir son hediye ettiğimiz çıkaralım bu hikayeden..

Ama ne olursa olsun bir gerçek var ki; o da, kendi “başarı” ölçütlerimize göre yarış atları gibi yaşadığımız hayata gerçek yarış atlarının bile dayanamadığı..      

Haydi şimdi projelerimize, sunumlarımıza, toplantılarımıza, boya kalemlerimize…






20 Şubat 2013 Çarşamba




Bugün izlediğim bu video; seminerlerde, konferanslarda anlattığımız şeylerin bir özeti gibi.. 
Aralık ayında sanırım İstanbul Üniversitesi'ndeki bir konuşmadaydı.. Öğrenci arkadaşlardan biri:
"Meslek seçimini nasıl yapmamızı önerirsiniz?" gibi bir soru sorduğunda o anda aklıma geldiği şekliyle "Bana para ödemeseler de ben bu işi yapardım diyeceğiniz iş ideal iştir" demiş ve sevgili Erdil Yaşaroğlu 'ndan bahsetmiştim. Sevgili Erdil Yaşaroğlu 'nun rutin "Nasılsın?" sorusuna verdiği cevabı tüm konuştuklarımızın cevabı gibi: "Süperim, sevdiğim şeyi yapıyorum, üstüne de para veriyorlar!"

Bu video, o cevap, anlattıklarımız..

Doğru yoldayız umarım :) 

..ve tabii bir de, hayat gidiş yolundan puan veriyordur umarım! ;)




EĞER PARA OLMASAYDI?




Bugün izlediğim bu video; seminerlerde, konferanslarda anlattığımız şeylerin bir özeti gibi.. 
Aralık ayında sanırım İstanbul Üniversitesi'ndeki bir konuşmadaydı.. Öğrenci arkadaşlardan biri:
"Meslek seçimini nasıl yapmamızı önerirsiniz?" gibi bir soru sorduğunda o anda aklıma geldiği şekliyle "Bana para ödemeseler de ben bu işi yapardım diyeceğiniz iş ideal iştir" demiş ve sevgili Erdil Yaşaroğlu 'ndan bahsetmiştim. Sevgili Erdil Yaşaroğlu 'nun rutin "Nasılsın?" sorusuna verdiği cevabı tüm konuştuklarımızın cevabı gibi: "Süperim, sevdiğim şeyi yapıyorum, üstüne de para veriyorlar!"

Bu video, o cevap, anlattıklarımız..

Doğru yoldayız umarım :) 

..ve tabii bir de, hayat gidiş yolundan puan veriyordur umarım! ;)




13 Şubat 2013 Çarşamba


Ekonomistler; altın, petrol, değerli metaller derken, biraz geç de olsa, çok önemli bir emtianın farkına vardı: Gıda! Altınımız, petrolümüz olsun tabii olmasına ama ya bundan birkaç yıl sonra yiyecek ekmeğimiz kalmazsa? Ekonominin en temel ve her derde deva kuralı olan “arz-talep dengesi” gıda fiyatlarındaki hızlı ve dikkat çekici artışların sebebi olarak gösterildi. Peki, ya gerçek sebep bu değilse?

DÜNYA FİNANS PİYASALARINDA art arda yaşanan küresel krizler sonrası, neredeyse tüm tarafların hemfikir olduğu tek bir gerçek var: " Az, çoktur. " Son ekonomik krizlerin; bitmeyen para kazanma hırsı, dizginlenemeyen risk iştahı sonucu icat edilen yeni finansal oyuncaklar nedeniyle gerçekleştiği, artık tartışılmaz bir gerçek. Biz, "az olsun bizim olsun" düşüncesiyle bildiğimiz klasik ürünleri alıp satarken, ortaya bir anda çıkan finans mühendisleri ve türettikleri finansal araçlar, büyük ölçüde sonun başlangıcı oldu. Sonrası malum; ipin ucu iyice kaçtı, spekülatörlerin hırsı, finans mühendislerinin havalı enstrümanlarıyla birleşip, hesaplanamayan zararlar doğurdu. Şimdi lütfen, bu spekülatör denilen insan cinsini aklınızın bir köşesinde tutun; size, başka bir hikâye anlatacağım..


İLKOKUL SIRALARINA GERİ DÖNÜN… Ülkemizle ilgili ilk öğrendiğimiz klişeleri, hemen yan yana yazalım: "Türkiye, üç tarafı denizlerle çevrili bir cennet parçasıdır.", "Coğrafi konumu ve stratejik önemi nedeniyle ülkemiz." ve en keyiflilerinden bir diğeri "Türkiye kendi kendisine yeten bir tahıl ambarıdır." Bu tarifler hâlâ var mı müfredatta, bilmiyorum; ama geçen zaman, bu cümlelerden bir kısmını, sadece romantik bir anı olarak bıraktı ders kitaplarında. Yunanistan'ın tüm ülke yüzölçümünün iki katı büyüklükte tarım arazisine sahip olmamıza rağmen komşudan pamuk ithal ediyor olmamız, durumun vahametini ortaya koymaya yetiyor aslında. Ama bununla kalsa iyi; dün "Dünyanın kendi kendine yetebilen yedi ülkesinden biri olan" Türkiye, bugün; ABD'den pamuk, Rusya'dan buğday, Fransa'dan arpa, Mısır'dan pirinç, Ukrayna'dan mısır, Sri Lanka'dan çay, İtalya'dan bakla, Çin'den sarımsak, Panama'dan muz, Meksika'dan nohut ve Kanada'dan mercimek ithal ediyor. Dünyanın tahıl ambarı olarak kabul edilen bir ülke bile bu durumdaysa, geri kalan ülkeler ne durumdadır; tahmin etmek güç değil!
Talebi dünya nüfusu arttıkça durmadan artan, arzı ise çeşitli sebeplerle sürekli azalan tarım ürünleri ve bunlara bağlı gıda maddelerindeki kritik durum; son dönemde, tüm dünyanın dikkatini bu yöne yoğunlaştırıyor. Yüzdelerle ölçülen oranlarda artan gıda fiyatları, otomatikman, milyonlarca kişinin yoksulluk sınırı altına düşmesine neden oluyor. Rakamlar, istatistiksel yüzdeler ve bilimsel ifadeler olmaktan çıkıyor; sofraya koyulamayan ekmeklere dönüşmeye başlıyor. Dünya Bankası Avrupa ve Orta Asya Bölgesi Strateji Direktörü Theodore Ahlers, artan gıda fiyatlarının 5,3 milyon civarındaki kişinin daha yoksulluğa sürüklenmesine neden olabileceğini belirtiyor. Dünya Bankası yetkilileri, ayrıca, bir konuya daha dikkat çekiyor: Gıda fiyatları üzerindeki spekülatif hareketlerin kontrol edilmesi.
2008 KRİZİNDEN BU YANA, Türkiye ve diğer Avrupa ülkelerinde, gıda fiyatları ortalama %10 arttı. BM, 2020 yılına kadar, fiyatların en az %40 artmasını bekliyor. Rakamlar, makul; ama tuhaflık da burada başlıyor. 10 yıllık bir sure içinde %40 artış beklenen bir piyasada; örneğin kahve fiyatları, üç günde %20 artabiliyor. Bu rakamlar da, bu işte kesinlikle bir tuhaflık olduğunu gösteriyor. Tuhaflığın adı da, yazının başında bahsettiğimiz "spekülasyon!" Görünen o ki, aç gözlü finansçılara, onca finansal oyuncak yetmiyor; sıra, şimdi de yediğimiz ekmeğe gelmiş. Durumun vahametini daha da net görebilmek için, Guardian'a kulak verelim. Guardian'ın haberine göre; 2008 gıda krizi, 75 milyon kişiyi açlıkla yüz yüze bırakmış ve bu dönemde, gıdada spekülatif işlemlerin oranı %40 civarında olmuş. Aynı habere göre; şu anki oran, insanı ürpertecek bir şekilde, %80'lerde. Yani gıda maddelerinin fiyatları, çoktan normal seyirlerinin hayli dışına çıkmış ve birer finansal araç olmuş. Bu noktada, piyasası olan gıda emtialarının kontrol edilebilir hâle dönüşmesi, son derece korkutucu. Çünkü unutmamak gerek ki, her piyasanın, piyasa yapıcıları vardır. Yaşamsal öneme sahip gıda maddelerinin belli eller ve dünya güçleri tarafından yönetildiğini düşünmek, sinir bozucu değil mi? Yani elimizdeki ekmek, uzun süredir, artık sadece ekmek değil; aynı zamanda, ekonomik ve siyasi bir silah. Üstelik de kimin elinde olduğunu bilmediğimiz bir silah...

ActionAid adlı yardım kuruluşundan Marie Brill diyor ki: "Mısır'da fırınların önünde uzun kuyruklar nedeniyle siyasi bir ayaklanma başlaması, gerçekten çok ilginç. Çünkü 1960'lı yıllarda, Mısır, bölgedeki en büyük buğday üreticilerindendi.
Bu son cümle, bir yerlerden tanıdık geliyor mu?

EKMEK ARTIK YALNIZCA "EKMEK" DEĞİLSE?


Ekonomistler; altın, petrol, değerli metaller derken, biraz geç de olsa, çok önemli bir emtianın farkına vardı: Gıda! Altınımız, petrolümüz olsun tabii olmasına ama ya bundan birkaç yıl sonra yiyecek ekmeğimiz kalmazsa? Ekonominin en temel ve her derde deva kuralı olan “arz-talep dengesi” gıda fiyatlarındaki hızlı ve dikkat çekici artışların sebebi olarak gösterildi. Peki, ya gerçek sebep bu değilse?

DÜNYA FİNANS PİYASALARINDA art arda yaşanan küresel krizler sonrası, neredeyse tüm tarafların hemfikir olduğu tek bir gerçek var: " Az, çoktur. " Son ekonomik krizlerin; bitmeyen para kazanma hırsı, dizginlenemeyen risk iştahı sonucu icat edilen yeni finansal oyuncaklar nedeniyle gerçekleştiği, artık tartışılmaz bir gerçek. Biz, "az olsun bizim olsun" düşüncesiyle bildiğimiz klasik ürünleri alıp satarken, ortaya bir anda çıkan finans mühendisleri ve türettikleri finansal araçlar, büyük ölçüde sonun başlangıcı oldu. Sonrası malum; ipin ucu iyice kaçtı, spekülatörlerin hırsı, finans mühendislerinin havalı enstrümanlarıyla birleşip, hesaplanamayan zararlar doğurdu. Şimdi lütfen, bu spekülatör denilen insan cinsini aklınızın bir köşesinde tutun; size, başka bir hikâye anlatacağım..


İLKOKUL SIRALARINA GERİ DÖNÜN… Ülkemizle ilgili ilk öğrendiğimiz klişeleri, hemen yan yana yazalım: "Türkiye, üç tarafı denizlerle çevrili bir cennet parçasıdır.", "Coğrafi konumu ve stratejik önemi nedeniyle ülkemiz." ve en keyiflilerinden bir diğeri "Türkiye kendi kendisine yeten bir tahıl ambarıdır." Bu tarifler hâlâ var mı müfredatta, bilmiyorum; ama geçen zaman, bu cümlelerden bir kısmını, sadece romantik bir anı olarak bıraktı ders kitaplarında. Yunanistan'ın tüm ülke yüzölçümünün iki katı büyüklükte tarım arazisine sahip olmamıza rağmen komşudan pamuk ithal ediyor olmamız, durumun vahametini ortaya koymaya yetiyor aslında. Ama bununla kalsa iyi; dün "Dünyanın kendi kendine yetebilen yedi ülkesinden biri olan" Türkiye, bugün; ABD'den pamuk, Rusya'dan buğday, Fransa'dan arpa, Mısır'dan pirinç, Ukrayna'dan mısır, Sri Lanka'dan çay, İtalya'dan bakla, Çin'den sarımsak, Panama'dan muz, Meksika'dan nohut ve Kanada'dan mercimek ithal ediyor. Dünyanın tahıl ambarı olarak kabul edilen bir ülke bile bu durumdaysa, geri kalan ülkeler ne durumdadır; tahmin etmek güç değil!
Talebi dünya nüfusu arttıkça durmadan artan, arzı ise çeşitli sebeplerle sürekli azalan tarım ürünleri ve bunlara bağlı gıda maddelerindeki kritik durum; son dönemde, tüm dünyanın dikkatini bu yöne yoğunlaştırıyor. Yüzdelerle ölçülen oranlarda artan gıda fiyatları, otomatikman, milyonlarca kişinin yoksulluk sınırı altına düşmesine neden oluyor. Rakamlar, istatistiksel yüzdeler ve bilimsel ifadeler olmaktan çıkıyor; sofraya koyulamayan ekmeklere dönüşmeye başlıyor. Dünya Bankası Avrupa ve Orta Asya Bölgesi Strateji Direktörü Theodore Ahlers, artan gıda fiyatlarının 5,3 milyon civarındaki kişinin daha yoksulluğa sürüklenmesine neden olabileceğini belirtiyor. Dünya Bankası yetkilileri, ayrıca, bir konuya daha dikkat çekiyor: Gıda fiyatları üzerindeki spekülatif hareketlerin kontrol edilmesi.
2008 KRİZİNDEN BU YANA, Türkiye ve diğer Avrupa ülkelerinde, gıda fiyatları ortalama %10 arttı. BM, 2020 yılına kadar, fiyatların en az %40 artmasını bekliyor. Rakamlar, makul; ama tuhaflık da burada başlıyor. 10 yıllık bir sure içinde %40 artış beklenen bir piyasada; örneğin kahve fiyatları, üç günde %20 artabiliyor. Bu rakamlar da, bu işte kesinlikle bir tuhaflık olduğunu gösteriyor. Tuhaflığın adı da, yazının başında bahsettiğimiz "spekülasyon!" Görünen o ki, aç gözlü finansçılara, onca finansal oyuncak yetmiyor; sıra, şimdi de yediğimiz ekmeğe gelmiş. Durumun vahametini daha da net görebilmek için, Guardian'a kulak verelim. Guardian'ın haberine göre; 2008 gıda krizi, 75 milyon kişiyi açlıkla yüz yüze bırakmış ve bu dönemde, gıdada spekülatif işlemlerin oranı %40 civarında olmuş. Aynı habere göre; şu anki oran, insanı ürpertecek bir şekilde, %80'lerde. Yani gıda maddelerinin fiyatları, çoktan normal seyirlerinin hayli dışına çıkmış ve birer finansal araç olmuş. Bu noktada, piyasası olan gıda emtialarının kontrol edilebilir hâle dönüşmesi, son derece korkutucu. Çünkü unutmamak gerek ki, her piyasanın, piyasa yapıcıları vardır. Yaşamsal öneme sahip gıda maddelerinin belli eller ve dünya güçleri tarafından yönetildiğini düşünmek, sinir bozucu değil mi? Yani elimizdeki ekmek, uzun süredir, artık sadece ekmek değil; aynı zamanda, ekonomik ve siyasi bir silah. Üstelik de kimin elinde olduğunu bilmediğimiz bir silah...

ActionAid adlı yardım kuruluşundan Marie Brill diyor ki: "Mısır'da fırınların önünde uzun kuyruklar nedeniyle siyasi bir ayaklanma başlaması, gerçekten çok ilginç. Çünkü 1960'lı yıllarda, Mısır, bölgedeki en büyük buğday üreticilerindendi.
Bu son cümle, bir yerlerden tanıdık geliyor mu?

31 Ocak 2013 Perşembe


Geçtiğimiz günlerde “Avengers” filmini izlerken, bu süper karakterlerin; güçleriyle, zayıflıklarıyla ve zaaflarıyla aslında piyasada var olan yatırımcı tiplerine ne kadar benzediğini düşündüm. Sonra da okuyucunun, filmdeki karakterlerden kendi yatırımcı tipini bulabileceği bir yazı yazmayı planladım. Peki, itiraf ediyorum, bu kadar sıkıcı bir adam değilim; yazımı dergiye göndermem gereken akşam, sinemadaydım ve cep telefonum kapalıydı. İşte, tam da bu stresle yazılmış, tuhaf bir ekonomi yazısı okuyacaksınız.



Kaptan Amerika: Adamımız, eski moda bir yatırımcı. Dondurulup yıllar sonra çözülerek günümüze döndüğü için; muhtemelen, yatırım aracı olarak favorisi, altın olacaktır. Altın fonu, altına endeksli bilmem ne kâğıdı yerine, "Bir daha donarsam, çoluk çocuğa bozdurması kolay olsun." düşüncesiyle de kuvvetle muhtemeldir ki; Kapalıçarşı'dan altın alıp, evdeki yatağının ya da buzdolabındaki kıymaların altına saklayacaktır. İkna edilmesi zor, ancak inandığı uğurda yolundan döndürülemeyecek yatırımcıdır. Uzun vadeli yatırımcının en kralıdır.

Hulk: Yapı itibari ile genellikle sakin, mazbut bir kişi olarak tanınır. Fakat ilginç bir şekilde, dalgalı, riskli piyasalarda âdeta devleşir; yerinde duramaz. Alır-satar, kredili işlem yapar, bol risk alır, kârı da zararı da büyük olur. Piyasalar durgunken, o da sakindir; ancak piyasalar biraz hareketlenmeye başladığında, imkânı yok, durdurulamaz. Hisse senedi piyasalarına, kredili ve kaldıraçlı işlemlere bayılır. Sular durulup da piyasalar normale döndüğünde ise, genellikle, üstünde başında bir şey kalmamıştır; çırılçıplak uyanır. Kısa vadeli yatırımcıdır, risksiz yaşayamaz.

Thor: Asgard'ın "Yıldırım Tanrısı" olan Thor; gerçek hayatta, hiç şüphe yok ki, dev bir hedge fonun en üst düzey yöneticisidir. Eskiden ortağı da olan kardeşi Loki'nin 2008 krizinde piyasayı allak bullak eden spekülatif hareketlerinin ardından Thor; piyasadaki gücünü ve kendi icat ettiği finansal bir model olan "Mjolnir Çekiç Modellemesi"ni de kullanarak, hem eski saygınlığına hem de finansal gücüne yeniden sahip olmayı amaçlamaktadır. Thor'un en ufak hareketi, çarpan etkisiyle, dünyanın diğer ucundaki basit bir piyasada bile hissedilmektedir. Bu nedenle, sorumluluğu büyüktür ve bunun farkındadır. Piyasanın her hâlini tecrübe etmiş olan Thor'a, bir ekonomi kanalı, "Piyasaların sonu gelse ne yaparsınız?" diye sorduğunda; belindeki altın kemerini gösterip, "Dünya batsa, ne hisse kalır, ne para; bir bu altın kalır ablacım." demiş ve bu cevabıyla, yeni bir tartışma konusu başlatmıştır.

Hawk Eye: Şahin Göz, piyasalarda attığını tam 12'den vurmasıyla meşhurdur. "Al dediği yerden gözü kapalı al, sat dediği yerden düşünmeden sat!" diye tabir ettiğimiz tiptir. Tek sorunu, samimiyetinden asla emin olunamamasıdır. İşaret ettiği hareketler, isabetli bir yatırımın kapısını da açabilir; sizi içinden çıkılamayacak bir kumara da itebilir. Tam bir hesap kitap adamıdır. Piyasada "burunlu" diye tabir edilen, fırsatların henüz uzağındayken kokusunu alan bir yapısı vardır. Kazandıracak yatırımı, bir kilometre öteden tanır. "Dediğini yap, yaptığını yapma tarzı" bir iş birliği, zarar vermez. Piyasada, analist olarak çalışmaktadır.

Iron Man: Çok başarılı bir sanayiciyken, aile işini bırakıp kendi ayaklarının üzerinde durmaya karar vermiştir. Ailesinin tüm ısrarlarına rağmen, dükkânı bırakıp, finans mühendisliği eğitimi almak üzere yurtdışına gitmiştir. Burada; kaldıraçlı ürünler, vadeli piyasalar, opsiyonlar gibi profesyonel yatırım araçlarını hesaplamayı ve kullanmayı öğrenmiştir. 24 saat açık piyasa ekranları ve pahalı bilgisayar sistemleri ile tüm dünya piyasalarını aynı anda izlemektedir. Öz varlığının tam 70 katı bir portföy taşıyabilecek güce, tüm piyasalara anında yetişebilecek hıza sahip olmuştur. Ömründe yaptığı tek zararlı işlemde, bir demir-çelik hissesi, tam anlamıyla elinde patlamıştır. Demir Adam, o günleri; "Ah, o demir parçası elimde patlamadı; âdeta kalbime saplandı." diye hatırlamaktadır. Buna rağmen, yılmamış, önemli finansal modellemeler icat ederek, ekonomik sisteme katkıda bulunmuştur. Profesyonel yatırım araçları ve yapılandırılmış finans ürünleri, en sevdikleridir. Yaptıklarını anlamaya bile çalışmamalı, ibretle uzaktan izlenmelidir.

"Avengers" karakterlerine göre, yatırım tipinizi belirleyebildiniz mi bilemiyorum ama sanırım ben, olmak istediğim süper kahramanı buldum: Yazısını tam zamanında teslim eden dergi yazarı! 

Tüm insanlığa hayırlı olsun!

AVENGERS VE YATIRIMCI ANALİZİ


Geçtiğimiz günlerde “Avengers” filmini izlerken, bu süper karakterlerin; güçleriyle, zayıflıklarıyla ve zaaflarıyla aslında piyasada var olan yatırımcı tiplerine ne kadar benzediğini düşündüm. Sonra da okuyucunun, filmdeki karakterlerden kendi yatırımcı tipini bulabileceği bir yazı yazmayı planladım. Peki, itiraf ediyorum, bu kadar sıkıcı bir adam değilim; yazımı dergiye göndermem gereken akşam, sinemadaydım ve cep telefonum kapalıydı. İşte, tam da bu stresle yazılmış, tuhaf bir ekonomi yazısı okuyacaksınız.



Kaptan Amerika: Adamımız, eski moda bir yatırımcı. Dondurulup yıllar sonra çözülerek günümüze döndüğü için; muhtemelen, yatırım aracı olarak favorisi, altın olacaktır. Altın fonu, altına endeksli bilmem ne kâğıdı yerine, "Bir daha donarsam, çoluk çocuğa bozdurması kolay olsun." düşüncesiyle de kuvvetle muhtemeldir ki; Kapalıçarşı'dan altın alıp, evdeki yatağının ya da buzdolabındaki kıymaların altına saklayacaktır. İkna edilmesi zor, ancak inandığı uğurda yolundan döndürülemeyecek yatırımcıdır. Uzun vadeli yatırımcının en kralıdır.

Hulk: Yapı itibari ile genellikle sakin, mazbut bir kişi olarak tanınır. Fakat ilginç bir şekilde, dalgalı, riskli piyasalarda âdeta devleşir; yerinde duramaz. Alır-satar, kredili işlem yapar, bol risk alır, kârı da zararı da büyük olur. Piyasalar durgunken, o da sakindir; ancak piyasalar biraz hareketlenmeye başladığında, imkânı yok, durdurulamaz. Hisse senedi piyasalarına, kredili ve kaldıraçlı işlemlere bayılır. Sular durulup da piyasalar normale döndüğünde ise, genellikle, üstünde başında bir şey kalmamıştır; çırılçıplak uyanır. Kısa vadeli yatırımcıdır, risksiz yaşayamaz.

Thor: Asgard'ın "Yıldırım Tanrısı" olan Thor; gerçek hayatta, hiç şüphe yok ki, dev bir hedge fonun en üst düzey yöneticisidir. Eskiden ortağı da olan kardeşi Loki'nin 2008 krizinde piyasayı allak bullak eden spekülatif hareketlerinin ardından Thor; piyasadaki gücünü ve kendi icat ettiği finansal bir model olan "Mjolnir Çekiç Modellemesi"ni de kullanarak, hem eski saygınlığına hem de finansal gücüne yeniden sahip olmayı amaçlamaktadır. Thor'un en ufak hareketi, çarpan etkisiyle, dünyanın diğer ucundaki basit bir piyasada bile hissedilmektedir. Bu nedenle, sorumluluğu büyüktür ve bunun farkındadır. Piyasanın her hâlini tecrübe etmiş olan Thor'a, bir ekonomi kanalı, "Piyasaların sonu gelse ne yaparsınız?" diye sorduğunda; belindeki altın kemerini gösterip, "Dünya batsa, ne hisse kalır, ne para; bir bu altın kalır ablacım." demiş ve bu cevabıyla, yeni bir tartışma konusu başlatmıştır.

Hawk Eye: Şahin Göz, piyasalarda attığını tam 12'den vurmasıyla meşhurdur. "Al dediği yerden gözü kapalı al, sat dediği yerden düşünmeden sat!" diye tabir ettiğimiz tiptir. Tek sorunu, samimiyetinden asla emin olunamamasıdır. İşaret ettiği hareketler, isabetli bir yatırımın kapısını da açabilir; sizi içinden çıkılamayacak bir kumara da itebilir. Tam bir hesap kitap adamıdır. Piyasada "burunlu" diye tabir edilen, fırsatların henüz uzağındayken kokusunu alan bir yapısı vardır. Kazandıracak yatırımı, bir kilometre öteden tanır. "Dediğini yap, yaptığını yapma tarzı" bir iş birliği, zarar vermez. Piyasada, analist olarak çalışmaktadır.

Iron Man: Çok başarılı bir sanayiciyken, aile işini bırakıp kendi ayaklarının üzerinde durmaya karar vermiştir. Ailesinin tüm ısrarlarına rağmen, dükkânı bırakıp, finans mühendisliği eğitimi almak üzere yurtdışına gitmiştir. Burada; kaldıraçlı ürünler, vadeli piyasalar, opsiyonlar gibi profesyonel yatırım araçlarını hesaplamayı ve kullanmayı öğrenmiştir. 24 saat açık piyasa ekranları ve pahalı bilgisayar sistemleri ile tüm dünya piyasalarını aynı anda izlemektedir. Öz varlığının tam 70 katı bir portföy taşıyabilecek güce, tüm piyasalara anında yetişebilecek hıza sahip olmuştur. Ömründe yaptığı tek zararlı işlemde, bir demir-çelik hissesi, tam anlamıyla elinde patlamıştır. Demir Adam, o günleri; "Ah, o demir parçası elimde patlamadı; âdeta kalbime saplandı." diye hatırlamaktadır. Buna rağmen, yılmamış, önemli finansal modellemeler icat ederek, ekonomik sisteme katkıda bulunmuştur. Profesyonel yatırım araçları ve yapılandırılmış finans ürünleri, en sevdikleridir. Yaptıklarını anlamaya bile çalışmamalı, ibretle uzaktan izlenmelidir.

"Avengers" karakterlerine göre, yatırım tipinizi belirleyebildiniz mi bilemiyorum ama sanırım ben, olmak istediğim süper kahramanı buldum: Yazısını tam zamanında teslim eden dergi yazarı! 

Tüm insanlığa hayırlı olsun!