(Kitap diliyle; "Geçtiğimiz ay katılmış olduğum ve Türkiye ve Amerika'dan seçilmiş 'Geleceğin Liderleri'ni buluşturan Young Turkey/Young America programı" ile ilgili izlenimlerimin ikinci bölümü.. Bana sorarsanız "Batının iyi yönlerini alalım" yazı serimin ikincisi.. Yazar, bu yazıda ana fikir olarak püskevite hitap etmekte ve "Anne bizde niye yok?!" demektedir.)
KALBİM EGE’DE, CİĞERİM NEW YORK’TA KALDI..
İkinci
durağımız New York’tu.. Bizim kültürümüzle de epeyce ilgilenen grubumuza
MFÖ’nün “New York sokaklarında” şarkısını gönderdim ilk günün sabahında. Mazhar
Ağabey’in dediği gibi de, “Memleketi düşündüm, New York sokaklarında.” New York
başlı başına ciddi bir ihtişam tabii ki, dünyanın başkenti demek kesinlikle
yanlış olmaz. Gerçekten Frank Sinatra’nın söylediği gibi uyumayan şehir. Yalnız
Manhattan’da kaldığımız için sanırım, beni son derece bastı NY. Hep bir gökyüzü
aradım ama en azından Manhattan’da gökyüzü yok. Sonsuza uzanan binalar var
sadece.. Anladım ki ben gökyüzünü görmeden yaşayamam! (Yazar burada; balık burcu olmasının da avantajından faydalanarak romantik kadın okuyucuları hedeflemektedir.)
Buralarda bi gökyüzü olacaktı?!? |
Central Park büyük keyif. Şehrin ortasında bir vaha. Anlatmaya gerek
yok, bir kısmınız benden çok daha iyi, biliyor New York’u, o yüzden genel bilgi
vermektense kendi gözümden yazacağım. Kendi ciğerimden desem daha doğru olur
aslında, çünkü ciğerimi New York’ta bıraktım. Hayır, kalbim Ege’de kaldı tarzı
bir romantizm değil bahsettiğim. Amerikalıların klima ve Air Condition aşkı
nedeniyle gerçekten ciğerimi NY’da bırakıp döndüm. Kapalı mekanlar gerçekten
herhalde 10 dereceler civarında seyrediyordu. Sıcak-soğuk-sıcak-soğuk temposu beni
ve birkaç arkadaşımı daha hasta etmeye yetti. Araçlarda klima, metroda klima,
mekanlarda zaten klima.. canımıza okumaya yetti. Ben tam anlamıyla yataklara
düştüm ama diğer taraftan da toplantıları kaçırma endişesi. Yine Mazhar
ağabey’in dediği gibi “Vitaminler avuç avuç” moduna geçerek New York’u
tamamlayabildim.
New
York’ta benim borsa geçmişimden dolayı en çok ilgimi çeken görüşmelerden birisi
New York Stock Exchange oldu. Burada seansın açılmasıyla birlikte “trading
floor” yani işlemlerin yapıldığı kata girme şansımız oldu. Tabi hem yaz
aylarında genelde piyasaların yavaşlaması, hem de artık (bizde de olduğu gibi)
bilgisayarla işlemlerin direkt gönderilmesi nedeniyle işlem salonu hayli
durgundu. Ağzından köpükler saçarak koşuşturan brokerlar görmeyi bekleyen
arkadaşlarım bir miktar hayal kırıklığına uğramış olsa da, senelerdir merak
ettiğim bir yeri daha görmek beni mutlu etti. Yine de Victoria’s Secret’ın
işleme açıldığı ve meleklerin açılış gongunu çaldığı gün orada olmayı tercih
ederdim tabii ki! ;)
New
York’taki en önemli duraklardan biri de Dünya Ticaret Merkezi’nin eskiden
bulunduğu yerde saldırıdan sonra yapılmış olan 11 Eylül anıtıydı. Saldırıdan
sonra binlerce proje arasından seçilmiş bu siyah havuz. Etrafında hayatını
kaybedenlerin isimleri yazıyor.
11 Eylül saldırıları hiç süphesiz ki tüm
Amerikalılar için çok büyük bir travma. 9/11 bölgesinde dallarını demir
halatlarla ve kalın iplerle tutturdukları bir ağaç dikkatimi çekti. Ağaç
saldırıdan sonra göçüklerin altından canlı kurtulmayı başarmış! Onlar da bu
ağacı umudun ve yeniden dirilişin simgesi olarak yaşatmayı ve güçlendirmeyi
kafaya koymuşlar.
“Survivor Tree” sökülüp başka bir yerde desteklenip adeta
yeniden canlandırıldıktan sonra aynı yere dikilmiş. Onca karanlığın içinde
yemyeşil duruyor.. Dallarına dikkatli bakınca tüm kırıkları, derin yaraları ile
ne kadar çok hasar gördüğü görülüyor.
Metropolitan
Müzesi, Central Park, NYSE, 9/11 Memorial gibi görülmesi şart olan yerlerini
görüp dört güne sayısız toplantı sığdırdıktan sonra trene atlayıp 1 hafta
kalacağımız Washington DC ‘ye geçtik..
Önemli PS: New York'ta bir de şu "Tip" meselesi belimizi büktü yahu. Tamam hizmet aldığınız kişinin motivasyonu çok önemlidir de, %20-25 bahşiş mi olur arkadaş?!
HER ŞEYİ BİLEN PAPYONLU ADAMLARIN MEMLEKETİ :
WASHINGTON DC
NY’un
ardından durağımız yolculuğumuzun en uzun ve en dolu kısmı olan Washington DC oldu.
Washington DC bu üç durak arasında benim açık ara favorim oldu. Washington DC ‘yi
tek cümleyle anlatmak gerekirse; “Her şeyi bilip hiç bir şeyi bilmiyormuş gibi
yapan papyonlu kibar adamların şehri!” Özellikle NY’dan sonra DC’nin geniş
caddeleri, kibarlıktan yıkılan şık insanları, tertemiz metroları, bence harika
tabiatı bir hayli iyi geldi. Washington DC ile ilgili ilk anlatmam gereken şey;
Washington’luların adeta kanayan yarası "Taxation without
representation" yani temsil edilmeden vergilendirilme konusu.. Washington
federal bütçeye vergi ödemesine rağmen kongrede temsil edilmiyor. Bunu dillendirmek
adına da bu sloganı tüm araç plakalarında taşıyorlar. 2000 yılında alınan bir
kararla tüm araçların plakalarında "Taxation without representation"
ibaresi yer alıyor. O kadar ki bu konuya destek amacıyla saksafoncu Başkan Bill
Clinton başkanlığı döneminde makam limuzininin plakasında bile bunu taşımış..
Benim
DC izlenimlerime gelirsek.. Öncelikle burada yaptığımız görüşmelerden bir
cümleyle bahsetmek gerekirse, tüm programın en üst düzey ve en dolu
görüşmelerini burada yaptık. Kendi adıma, çok faydalandığımı söylemem gerek.
Oralardan buralar nasıl görünüyor, Türkiye’nin gelecekteki önemi, oralardaki
işleyişler.. tüm bunları üçlemenin son yazısına bıraktım. (“Az sonra!” durumu yani)
Ama hayatım boyunca unutmayacağım insanlar dinleyip hayatım boyunca
unutmayacağım laflar not ettiğimi söyleyebilirim. 30 sene sonra geri dönüp bakacağım
notlarla döndüm.
Tüm DC
seyahati boyunca aklımdan çok sevdiğim, hatta Facebook duvarımda da paylaştığım
Bertrand Russell’ın “Bilenler hep kuşku
içindeyken, cahiller küstahça kendinden emindir.” lafı geçti durdu. Bilgiyi paylaşmanın
ağırlığından mıdır, “çok bilenin hiç bilmediğini bilmesinden” midir bilmiyorum
ama hayatta her zaman çok şey bilen insanların hiçbir şey bilmiyormuş gibi
davranmaları beni burada da bir kez daha düşündürdü. Diğer yandan, bizim
milletçe pek sevmediğimiz, hatta belki biraz da utandığımız “Bilmiyorum” kelimesinin
aşağı yukarı diğer tüm kültürlerde bu kadar rahatça kullanılmasının da üstüne ciddi
bir şekilde düşünülmesi gerekir bence.
Amerika’nın
NY hariç tüm eyaletlerinde görüp kıskandığım bir diğer konu da bisikletleriyle
olan ilişkileri. Gerek bu blogu okuyanlar, gerekse kariyer günleri
konuşmalarını dinleyenler bisikletle medeniyet arasında var olduğuna inandığım
birebir ilişkiyi bilirler. Buna artık tamamen emin oldum. Metrolarda,
otobüslerde ve en önemlisi de yollarda bisiklet için daima bir yer var. Otobüse
bisikletle binip içeride bisikletinizi asabiliyorsunuz. Daha önce Londra’da da
kullandığım ve şimdilerde bizde de oluşmaya başlayan bisiklet kiralama sistemi
de özellikle Pazar gezintilerimizin değişmezi oldular.
Beyaz
Saray, programımızın daha yoğun bir kısmının geçtiği kongre binası ve DC’deki
bir çok bina nispeten tarihi. Amerikalı arkadaşlarımızdan birisi “Sizlere bu
binalar tarihi bina demek ayıp tabii, İstanbul’dakilerle kıyasla bunlar daha
dün yapılmış gibi” diyerek durumu özetledi aslında. Ama bu binaların da hakkını
yememek lazım, özenli mimariyle yapılmış güzel tarihi binalar bunlar. Bu
binaların çoğunun mimarisinde Roma esintilerini görmek fazlasıyla mümkün.
Örneğin Kongre binasına girer girmez kubbelerinden biri, Roma’daki Pantheon’un
kubbesinin birebir aynısı olduğunu farkettim. Mimaride eski Roma’nın örnek
alındığı apaçık.
Beyaz
Saray’ın içi ise gerçekten hikayelerle dolu. 44 Başkan görmüş büyük beyaz ev
ama içeride efsaneleşmiş John F. Kennedy ‘nin karizmasını halen hissedebilmek
mümkün bence. Yağlı boya tablolardan, duvarlardaki resimlere ve bahçeye kadar
JFK ve Jacqueline ‘in izlerini ve
karizmasını görmek mümkün. Mesela 44 başkanın tablosu içinde en farklı olanı
değil, tek farklı olanı JFK’ninkiydi. İçeride fotoğraf çekmemiz mümkün olmadı
ama sizinle bu çok beğendiğim yağlı boya tablonun en azından internetten
bulduğum bir fotoğrafını paylaşmak istiyorum.
Gerek
senatörler, gerekse Beyaz Saray ekibinden hiç kimsede “Küçük dağları ben
yarattım” ifadesini görmemek şaşırtıcıydı. Özellikle de Tapu Kadastro Müdür
Yardımcısı’nın odasına önünü kapatarak girmek ve çoğu zaman ayakta beklemek zorunda
olan bir milletin evlatları için. Şimdi bu yazıyı yazarken ülkemizdeki bir futbol
klübü başkanının yıldız futbolcuyu göndermesini meşrulaştırmaya çalışırken “Yanımda
ayak ayak üstüne atıyordu!” demesini hatırladım. Diğer taraftan dünya
siyasetini yönlendiren adamlara bacak bacak üstünde soru soran grubumuzdaki Amerikalı
arkadaşlarımı. Obama’ nın 27 yaşındaki danışmanıyla olan bir fotoğrafı geçti
gözümün önünden, koltukta yoğun bir günün
ardından ikisi de bacaklarını sehpaya uzatmış akşamki konuşma metnini
okuyorlar.. Sonra bize döndüm. Avazım çıktığı kadar “Anne bizde niye yok!?!?”
diye bağırdım.. :) Bunu yaparken ceketimin
önünü kapatmayı tabii ki ihmal etmedim ama.
Amerika’da
siyaset keyifli. Hayatın içinde. Komik, eğlenceli ve renkli. O yüzden
Washington DC de öyle. Ankara’mız gibi sisli, puslu, heyecansız ve gri değil.
Belki de üstünde en çok düşünmemiz gereken budur. Ülkemdeki siyasetçi imajı da,
gençliğin siyasete ilgi duyup ülkesi için -ya da inandığı ne varsa onun için- bir
şeyler yapmak, elini taşın altına sokmak yerine herkesin sadece gemisini yürütmeye
çalışmasının sebebi budur. Belki de en basit sivil toplum kuruşlarımızdan, en
kallavi politik mevkilere kadar yapılması gereken budur: İşi yeniden
renklendirmek, resmiyetten biraz uzaklaşmak, bu işlerin ciddiyetini değil ama
bürokrasisini azaltmak. Renkleri görmek için griyi kaldırmak..
Neyse,
dertleşme kısmını son yazıya bırakayım en iyisi..
0 yorum:
Yorum Gönder