29 Temmuz 2013 Pazartesi

Çok merak edilen ve ilginç gelişmelere gebe olan FB ve BJK 'ın önümüzdeki yıl Avrupa Kupalarında yer alıp alamayacağı konusu hakkında geçtiğimiz hafta Bloomberg Ana Haber Bülteni'nde sayın Ali Çağatay'ın konuğuydum.. Konu uzun ve önemli, açıkçası burada bitecek gibi değil. Türk sporunu ve Türkiye spor ekonomisini çok ilgilendiren bir konu. Biz özellikle hisse senetlerine olan etkisinden, haberlerin piyasada doğru algılanması gerekliliğinden ve anlık haberlerin spekülatif etkilerinden bahsettik. Gerçekten de tarafların bir hayli de riskli olan hızlı (olağanüstü) yargılama prosedürünü seçmiş olmaları, "FB ve BJK Avrupa'ya gidiyor!" şeklinde yorumlanırsa ve hisse işlemleri bu beklentiyle yapılırsa, yatırımcıların ciddi anlamda canını yakabilir. Yayının ilgili kısmını bu linkten izleyebilirsiniz:  
Bundan önce hafta başında ise öğlen haberlerine telefon bağlantısı ile katılıp haberin ilk yansımalarını yorumlamıştık. Bu yayına ise buradan ulaşabilirsiniz:



FB-BJK-CAS ÜÇGENİ VE HİSSELERE ETKİSİ

Çok merak edilen ve ilginç gelişmelere gebe olan FB ve BJK 'ın önümüzdeki yıl Avrupa Kupalarında yer alıp alamayacağı konusu hakkında geçtiğimiz hafta Bloomberg Ana Haber Bülteni'nde sayın Ali Çağatay'ın konuğuydum.. Konu uzun ve önemli, açıkçası burada bitecek gibi değil. Türk sporunu ve Türkiye spor ekonomisini çok ilgilendiren bir konu. Biz özellikle hisse senetlerine olan etkisinden, haberlerin piyasada doğru algılanması gerekliliğinden ve anlık haberlerin spekülatif etkilerinden bahsettik. Gerçekten de tarafların bir hayli de riskli olan hızlı (olağanüstü) yargılama prosedürünü seçmiş olmaları, "FB ve BJK Avrupa'ya gidiyor!" şeklinde yorumlanırsa ve hisse işlemleri bu beklentiyle yapılırsa, yatırımcıların ciddi anlamda canını yakabilir. Yayının ilgili kısmını bu linkten izleyebilirsiniz:  
Bundan önce hafta başında ise öğlen haberlerine telefon bağlantısı ile katılıp haberin ilk yansımalarını yorumlamıştık. Bu yayına ise buradan ulaşabilirsiniz:



13 Temmuz 2013 Cumartesi

Moda dünyasının efsane isimlerinden Coco Chanel’in “Moda geçer, stil kalır.” lafını, herhalde duymayan kalmamıştır. Modanın; yerinde durmayan, belirli ellerde oluşturulan ve zamanı geldiğinde değiştirilen bir suni kavram olduğunu ama tarzın kalıcı olduğunu söylüyor,Coco. Tabii aynı zamanda, stil olmadığı takdirde modanın da anlamsızlığına işaret ediyor... Ben bir ekonomi yazarı olmanın bana vermiş olduğu yetkiye dayanarak, işi bir adım daha öteye götürüyor ve diyorum ki; para olmazsa hiç biri olmaz!


Tüm dünyada trendleri belirleyen, üstümüzdeki ceketin kesiminden, gömleğimizin rengine kadar karar verdiğimizi sandığımız tüm seçimlerimizi sezonlar öncesinden toplantı masalarında belirleyen ışıltılı bir sektör, moda. Bu noktada, yani tüketim trendlerini de etkilemesi; hatta doğrudan belirlemesi nedeniyle, moda sektörü, finans dünyasında bildiğimiz hiç bir sektöre benzemiyor. Trend olarak belirlenen renklerde üretim yapan fabrikalar net avantaj elde ediyor, ülkelerin ihracat ve ithalatçı olma durumları moda belirleme yeteneklerine göre şekilleniyor; hatta ülkelerin moda haftalarının takvimleri, politik takvimleri üzerinde bile belirleyici oluyor.

Modanın ışıltılı yönü bu kadar gözler önünde ve vitrini bu kadar albeniliyken, acaba işin mutfağında neler oluyor? İşin mutfağında, ekonomik düzenin tüm aşamalarında ve tüm sektörlerde olduğu gibi, doğal olarak; herkes susuyor, para konuşuyor. Ekonomik olarak çıktısı bu kadar cazipken ve göz önündeyken, tüketimi bu kadar hızlı ve bu kadar popülerken; moda sektörü, doğal olarak, yatırımcıların da ciddi anlamda dikkatini çekiyor. Moda konusunda faaliyet gösteren irili ufaklı markalar ise, hem maliyetleri düşürebilmek hem sektördeki etkilerini artırabilmek için bir araya gelip, daha büyük gruplar oluşturmaya çalışıyor. Örneğin senelik cirosu 20 milyar avronun üstünde olan Louis Vuitton 'un başını çektiği LVMH Louis Vuitton lüks tüketim grubu, bu konudaki en önemli örneklerden birisi. Avrupa ekonomisinin içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak, 20 milyar avroluk bir yıllık cironun ne anlama geldiğini daha doğru değerlendirebiliriz. O 20 milyarın en az %10'u-15'i kâr olsa gibi Türkçe hesaplamaları ise, sizlere bırakıyorum.
Dünyadaki tüketim trendleri belirleyebilmek, tüm dünyada ekonomileri değiştirebilecek ciddi bir güçtür. Ancak, ilginç bir kısır döngü olarak, bu duruma gelebilmek de ciddi ve sağlam bir mali yapı gerektiriyor. İşte, bu kısır döngüyü kıran çok önemli gölge aktörler var, moda dünyasında: Moda yatırımcıları. Ülkemizde henüz ciddi örnekleri bulunmasa da, dünyada moda yatırımcılığı diye bir meslek var. Bu yatırımcılar, aynen hisse senedi seçer gibi, dünyadaki moda tasarımcılarını; ürün, popülarite, etki alanı, pazarlama ve mali yapı gibi açılardan analiz ediyor. Analizin ardından, portföy çeşitlendirmeleri oluşturarak ve seçtikleri tasarımcılara belli oranlarda yatırımlar yaparak portföylerini oluşturuyorlar. Bu noktadan sonra işin klasik girişim sermayesi modelinden tek farkı, daha eğlenceli olması. Fonlar, seçilen tasarımcılara ya da markalara, yapılan anlaşmada; yönetimde yer alma, almama gibi şartları da belirleyerek ortak oluyor. Bu ortaklıkla, sermaye grupları, potansiyeli ve kâr yüzdesi bir hayli yüksek olan bir sektörde yatırım yapmış oluyor. Ayrıca, ortaklık yapılan sermaye grubunun dünya çapında ilişkileri ile moda markasını alıp bambaşka noktalara taşıması da yaşanmış örneklerden. Bu konudaki örnekler, sadece ufak markalarla ya da ihtiyaç halindeki tasarımcılarla sınırlı değil. Jean Paul Gaultier, Donna Karan ve Phillip Lim gibi dünyanın önde gelen markaları da moda yatırımcıları ile bir araya gelip markalarını bambaşka noktalara taşımak konusunda önde geliyor. Marka büyük de küçük de olsa, biraz para enjekte etmeye kimse hayır demez herhalde? Yani bu iş aslında doğru yapıldığında, "alan memnun satan memnun" ya da "kazan-kazan" durumundan başka bir şey değil.

Sadece giyim-kuşamla ilgili olarak değil, Avrupa
aristokrasisinin sembol isimlerinden olan pek çok otomotiv markası; özellikle, Hindistan ve körfez sermayeli şirketlere satılmış durumda. Bu sayfalardan da sıklıkla belirtmiş olduğumuz gibi ekonomide ışık doğudan yükselmeye devam ediyor. Doğu'nun sıcak parası, Batı'nın yüzlerce yıllık ışıltılı markalarını birer birer satın alıyor. Bu da bir kez daha bize marka değeri ne kadar yüksek olursa olsun; finansal gücün, bir markanın hâlâ ve her zaman en önemli değeri olduğunu gösteriyor. Batı'nın büyük moda markaları da diğer sektörlerde olduğu gibi, Doğu'nun büyük sermaye grupları tarafından satın alınırsa; aşina olduğumuz markalarda bazı değişiklikler olur mu acaba? 
Altın düğmeli, sırma desenli ceketler ya da Zemzem by Calvin Klein, beklememiz gerekenler arasında mı ne dersiniz?

MODA GEÇER, PARA KALIR..

Moda dünyasının efsane isimlerinden Coco Chanel’in “Moda geçer, stil kalır.” lafını, herhalde duymayan kalmamıştır. Modanın; yerinde durmayan, belirli ellerde oluşturulan ve zamanı geldiğinde değiştirilen bir suni kavram olduğunu ama tarzın kalıcı olduğunu söylüyor,Coco. Tabii aynı zamanda, stil olmadığı takdirde modanın da anlamsızlığına işaret ediyor... Ben bir ekonomi yazarı olmanın bana vermiş olduğu yetkiye dayanarak, işi bir adım daha öteye götürüyor ve diyorum ki; para olmazsa hiç biri olmaz!


Tüm dünyada trendleri belirleyen, üstümüzdeki ceketin kesiminden, gömleğimizin rengine kadar karar verdiğimizi sandığımız tüm seçimlerimizi sezonlar öncesinden toplantı masalarında belirleyen ışıltılı bir sektör, moda. Bu noktada, yani tüketim trendlerini de etkilemesi; hatta doğrudan belirlemesi nedeniyle, moda sektörü, finans dünyasında bildiğimiz hiç bir sektöre benzemiyor. Trend olarak belirlenen renklerde üretim yapan fabrikalar net avantaj elde ediyor, ülkelerin ihracat ve ithalatçı olma durumları moda belirleme yeteneklerine göre şekilleniyor; hatta ülkelerin moda haftalarının takvimleri, politik takvimleri üzerinde bile belirleyici oluyor.

Modanın ışıltılı yönü bu kadar gözler önünde ve vitrini bu kadar albeniliyken, acaba işin mutfağında neler oluyor? İşin mutfağında, ekonomik düzenin tüm aşamalarında ve tüm sektörlerde olduğu gibi, doğal olarak; herkes susuyor, para konuşuyor. Ekonomik olarak çıktısı bu kadar cazipken ve göz önündeyken, tüketimi bu kadar hızlı ve bu kadar popülerken; moda sektörü, doğal olarak, yatırımcıların da ciddi anlamda dikkatini çekiyor. Moda konusunda faaliyet gösteren irili ufaklı markalar ise, hem maliyetleri düşürebilmek hem sektördeki etkilerini artırabilmek için bir araya gelip, daha büyük gruplar oluşturmaya çalışıyor. Örneğin senelik cirosu 20 milyar avronun üstünde olan Louis Vuitton 'un başını çektiği LVMH Louis Vuitton lüks tüketim grubu, bu konudaki en önemli örneklerden birisi. Avrupa ekonomisinin içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak, 20 milyar avroluk bir yıllık cironun ne anlama geldiğini daha doğru değerlendirebiliriz. O 20 milyarın en az %10'u-15'i kâr olsa gibi Türkçe hesaplamaları ise, sizlere bırakıyorum.
Dünyadaki tüketim trendleri belirleyebilmek, tüm dünyada ekonomileri değiştirebilecek ciddi bir güçtür. Ancak, ilginç bir kısır döngü olarak, bu duruma gelebilmek de ciddi ve sağlam bir mali yapı gerektiriyor. İşte, bu kısır döngüyü kıran çok önemli gölge aktörler var, moda dünyasında: Moda yatırımcıları. Ülkemizde henüz ciddi örnekleri bulunmasa da, dünyada moda yatırımcılığı diye bir meslek var. Bu yatırımcılar, aynen hisse senedi seçer gibi, dünyadaki moda tasarımcılarını; ürün, popülarite, etki alanı, pazarlama ve mali yapı gibi açılardan analiz ediyor. Analizin ardından, portföy çeşitlendirmeleri oluşturarak ve seçtikleri tasarımcılara belli oranlarda yatırımlar yaparak portföylerini oluşturuyorlar. Bu noktadan sonra işin klasik girişim sermayesi modelinden tek farkı, daha eğlenceli olması. Fonlar, seçilen tasarımcılara ya da markalara, yapılan anlaşmada; yönetimde yer alma, almama gibi şartları da belirleyerek ortak oluyor. Bu ortaklıkla, sermaye grupları, potansiyeli ve kâr yüzdesi bir hayli yüksek olan bir sektörde yatırım yapmış oluyor. Ayrıca, ortaklık yapılan sermaye grubunun dünya çapında ilişkileri ile moda markasını alıp bambaşka noktalara taşıması da yaşanmış örneklerden. Bu konudaki örnekler, sadece ufak markalarla ya da ihtiyaç halindeki tasarımcılarla sınırlı değil. Jean Paul Gaultier, Donna Karan ve Phillip Lim gibi dünyanın önde gelen markaları da moda yatırımcıları ile bir araya gelip markalarını bambaşka noktalara taşımak konusunda önde geliyor. Marka büyük de küçük de olsa, biraz para enjekte etmeye kimse hayır demez herhalde? Yani bu iş aslında doğru yapıldığında, "alan memnun satan memnun" ya da "kazan-kazan" durumundan başka bir şey değil.

Sadece giyim-kuşamla ilgili olarak değil, Avrupa
aristokrasisinin sembol isimlerinden olan pek çok otomotiv markası; özellikle, Hindistan ve körfez sermayeli şirketlere satılmış durumda. Bu sayfalardan da sıklıkla belirtmiş olduğumuz gibi ekonomide ışık doğudan yükselmeye devam ediyor. Doğu'nun sıcak parası, Batı'nın yüzlerce yıllık ışıltılı markalarını birer birer satın alıyor. Bu da bir kez daha bize marka değeri ne kadar yüksek olursa olsun; finansal gücün, bir markanın hâlâ ve her zaman en önemli değeri olduğunu gösteriyor. Batı'nın büyük moda markaları da diğer sektörlerde olduğu gibi, Doğu'nun büyük sermaye grupları tarafından satın alınırsa; aşina olduğumuz markalarda bazı değişiklikler olur mu acaba? 
Altın düğmeli, sırma desenli ceketler ya da Zemzem by Calvin Klein, beklememiz gerekenler arasında mı ne dersiniz?

5 Temmuz 2013 Cuma

Geçtiğimiz ay tüm dünya bir efsanenin buralardan gidişini konuştu, İngiltere’nin “Demir Leydi”si Margaret Thatcher ‘ın. Bir yandan Avam Kamarasına heykeli dikilecek kadar önemsenen, diğer yandan da öldü diye tüm ülkede sabahlara kadar partiler düzenlenen bir ilginç karakterdi Thatcher. Dünyanın en önemli ekonomistleri ve siyasetcileri halen yaptıklarını ciddiyetle tartışadursun, o kendisiyle dalga geçmek için takılan “Demir Leydi” lakabını gururla sahiplenmiş ilginç bir kişiydi. Bence karakteriyle ilgili en büyük ipucu, kendi bronz heykelinin açılışında heykeli gördüğü andaki yaptığı yorumda gizli: “Keşke gerçekten demir olsaydı!”


İngiltere’nin küçük bir şehrinde, bir bakkalın kızı olarak dünyaya geldi Maggie. Aslında bu 'bakkalın kızı dünyayı yönetti' hikayesi işin İngiliz’lerin anlatmayı pek sevdiği şekli. Gerçekte durum bundan biraz daha farklı çünkü. Evet, İngiltere’nin minik bir şehrinde bir bakkalın çalışkan ve azimli kızı olarak doğuyor Thatcher ama hikayenin gidişatı esas milyoner iş adamı Denis Thatcher ‘la evlendikten sonra değişiyor. Zira enişte, leydinin tüm okul masraflarını karşılayıp çok iyi bir eğitim almasını sağladığı gibi, sonrasında da gelecekteki siyasi kariyerini oluşturabilmesi için kendisini İngiltere’nin zengin ve siyaseten itibarlı çevrelerine sokuyor. Yani Thatcher’ın çizdiği tüm o duygusuz tablo içinde “Liderlik tek başına yapılan bir iştir, ama biz hep iki kişi yaptık” demesi boşuna değil. Denis Thatcher, leydinin en büyük destekçisi, bu derece geride kalmayı asla dert etmeyecek kadar da kendinden emin bir figür.


Thatcher’ın inandığı ekonomik anlayış liberalizm, yani devletin bu işlerden mümkün olduğunca elini eteğini çekmesi, ortalığı özel sektöre ve mümkünse halka bırakması. Yaşı yetenler hatırlayacaktır, aynı dönemde yani 80’ler ve 90’ların başında tüm dünyada esen rüzgar da zaten buydu. Amerika’da Thatcher’ın çok iyi bir müteffiki, hatta emeklilik döneminde sıkı bir dostu olan Ronald Reagan’ın “Reaganomics” olarak anılan ekonomik liberalizm hamleleri, İngiltere’de halen “Thatcherizm” olarak anılan hareketler, bizim topraklarda da Turgut Özal’ın savunduğu serbest piyasa ekonomisi rüzgarları eş zamanlı olarak tüm dünyada esiyordu.

İngiltere’yi, devaldığı dönemdeki Avrupa’nın büyümeyen tek ekonomisi olma özelliğinden hızla kurtardı demir leydi. Ama ne pahasına? Hızla yaptığı özelleştirmeler, özellikle o dönem sosyal hayatta önemli yer tutan kömür işçilerinin kökünü kazıdı. Sadece kömür işçileri değil, o döneme kadar oraların patronu olan sendikaların da kolunu kanadını kırdı. Devletin ellerini ekonomiden mümkün olduğunca çekmeye çalışırken, kar etmeyen işletme ve sektörlere de tahammülü yoktu leydinin. Nispeten karsız tüm sektörlere makası vururken, işin sosyal yönünü pek de umursamıyordu aslında. Tarihin en büyük ve en kanlı işçi eylemleri bu dönemde yapıldı. İşsizlik yüzde onların üstüne çıktı. Üstüe önce işsizlik maaşı almayı zorlaştırdı, sonra da sadece işsizlik yardımı alanların işsiz sayılmasını sağlayarak işsizlik rakamlarını düşük tuttu. Bu “düzenlemeler” sayesinde o dönemdeki işsizlik oranları gerçek rakamların yarısının bile altında kaldığı söylenir. Yine o dönemleri yaşayanların Türkiye’den de hatırlayabileceği gibi enflasyon , dönemin dertlerinden en büyüğüydü ve demir leydinin bir başka önemli saplantısıydı. Kafasına koyduğu yolda önüne gelen her şeyi yıkmayı düstur edinen Maggie, enflasyonla mücadelede faizleri kullandı. Yükselen faizler önceki özelleştirme dalgasına atlayan ve konut alanları adeta kılıçtan geçirdi. Bedeli kredilerini ödeyemeyeler, evinden atılanlar ve sokakta kalanlardı. Ama olsun, enflasyon kontrol altındaydı.       


İngiltere’yi ve özellikle Londra’yı dünyanın önemli finans merkezi yapmak istiyordu leydi. Bunun için özellikle finans kurumlarına ciddi avantajlar getirdi. Başarıldı mı, evet . Ama çoğu iktisatçılar tüm dünyayı sallayan 2008 finans krizinin temellerinin bu kontrolsüz ve fazlaca serbestleştirilmiş finans piyasasından kaynalandığını söylüyor bugün ve hiç de haksız değiller.


Yani İngiltereli bakkalın fakir ama çalışkan kızı demir yumruğunu hiç silinmeyecek bir şekilde dünya tarihine vurdu. Beğenelim beğenmeyelim, Margaret Thatcher kendisine nefret sunan yüzlerce punk-rock şarkısıyla, dünyanın en önemli siyasetçisi ödülleriyle, heykelleriyle ve protestolarla buralardan gitti. Unutulmayacak önemde ikonik bir karakter olduğu kesin. Ama arkasından şunu söylemekten ben şahsen kendimi alamıyorum; 

Keşke gerçekten demir olsaydı..           

   

“KEŞKE GERÇEKTEN DEMİR OLSAYDI..”

Geçtiğimiz ay tüm dünya bir efsanenin buralardan gidişini konuştu, İngiltere’nin “Demir Leydi”si Margaret Thatcher ‘ın. Bir yandan Avam Kamarasına heykeli dikilecek kadar önemsenen, diğer yandan da öldü diye tüm ülkede sabahlara kadar partiler düzenlenen bir ilginç karakterdi Thatcher. Dünyanın en önemli ekonomistleri ve siyasetcileri halen yaptıklarını ciddiyetle tartışadursun, o kendisiyle dalga geçmek için takılan “Demir Leydi” lakabını gururla sahiplenmiş ilginç bir kişiydi. Bence karakteriyle ilgili en büyük ipucu, kendi bronz heykelinin açılışında heykeli gördüğü andaki yaptığı yorumda gizli: “Keşke gerçekten demir olsaydı!”


İngiltere’nin küçük bir şehrinde, bir bakkalın kızı olarak dünyaya geldi Maggie. Aslında bu 'bakkalın kızı dünyayı yönetti' hikayesi işin İngiliz’lerin anlatmayı pek sevdiği şekli. Gerçekte durum bundan biraz daha farklı çünkü. Evet, İngiltere’nin minik bir şehrinde bir bakkalın çalışkan ve azimli kızı olarak doğuyor Thatcher ama hikayenin gidişatı esas milyoner iş adamı Denis Thatcher ‘la evlendikten sonra değişiyor. Zira enişte, leydinin tüm okul masraflarını karşılayıp çok iyi bir eğitim almasını sağladığı gibi, sonrasında da gelecekteki siyasi kariyerini oluşturabilmesi için kendisini İngiltere’nin zengin ve siyaseten itibarlı çevrelerine sokuyor. Yani Thatcher’ın çizdiği tüm o duygusuz tablo içinde “Liderlik tek başına yapılan bir iştir, ama biz hep iki kişi yaptık” demesi boşuna değil. Denis Thatcher, leydinin en büyük destekçisi, bu derece geride kalmayı asla dert etmeyecek kadar da kendinden emin bir figür.


Thatcher’ın inandığı ekonomik anlayış liberalizm, yani devletin bu işlerden mümkün olduğunca elini eteğini çekmesi, ortalığı özel sektöre ve mümkünse halka bırakması. Yaşı yetenler hatırlayacaktır, aynı dönemde yani 80’ler ve 90’ların başında tüm dünyada esen rüzgar da zaten buydu. Amerika’da Thatcher’ın çok iyi bir müteffiki, hatta emeklilik döneminde sıkı bir dostu olan Ronald Reagan’ın “Reaganomics” olarak anılan ekonomik liberalizm hamleleri, İngiltere’de halen “Thatcherizm” olarak anılan hareketler, bizim topraklarda da Turgut Özal’ın savunduğu serbest piyasa ekonomisi rüzgarları eş zamanlı olarak tüm dünyada esiyordu.

İngiltere’yi, devaldığı dönemdeki Avrupa’nın büyümeyen tek ekonomisi olma özelliğinden hızla kurtardı demir leydi. Ama ne pahasına? Hızla yaptığı özelleştirmeler, özellikle o dönem sosyal hayatta önemli yer tutan kömür işçilerinin kökünü kazıdı. Sadece kömür işçileri değil, o döneme kadar oraların patronu olan sendikaların da kolunu kanadını kırdı. Devletin ellerini ekonomiden mümkün olduğunca çekmeye çalışırken, kar etmeyen işletme ve sektörlere de tahammülü yoktu leydinin. Nispeten karsız tüm sektörlere makası vururken, işin sosyal yönünü pek de umursamıyordu aslında. Tarihin en büyük ve en kanlı işçi eylemleri bu dönemde yapıldı. İşsizlik yüzde onların üstüne çıktı. Üstüe önce işsizlik maaşı almayı zorlaştırdı, sonra da sadece işsizlik yardımı alanların işsiz sayılmasını sağlayarak işsizlik rakamlarını düşük tuttu. Bu “düzenlemeler” sayesinde o dönemdeki işsizlik oranları gerçek rakamların yarısının bile altında kaldığı söylenir. Yine o dönemleri yaşayanların Türkiye’den de hatırlayabileceği gibi enflasyon , dönemin dertlerinden en büyüğüydü ve demir leydinin bir başka önemli saplantısıydı. Kafasına koyduğu yolda önüne gelen her şeyi yıkmayı düstur edinen Maggie, enflasyonla mücadelede faizleri kullandı. Yükselen faizler önceki özelleştirme dalgasına atlayan ve konut alanları adeta kılıçtan geçirdi. Bedeli kredilerini ödeyemeyeler, evinden atılanlar ve sokakta kalanlardı. Ama olsun, enflasyon kontrol altındaydı.       


İngiltere’yi ve özellikle Londra’yı dünyanın önemli finans merkezi yapmak istiyordu leydi. Bunun için özellikle finans kurumlarına ciddi avantajlar getirdi. Başarıldı mı, evet . Ama çoğu iktisatçılar tüm dünyayı sallayan 2008 finans krizinin temellerinin bu kontrolsüz ve fazlaca serbestleştirilmiş finans piyasasından kaynalandığını söylüyor bugün ve hiç de haksız değiller.


Yani İngiltereli bakkalın fakir ama çalışkan kızı demir yumruğunu hiç silinmeyecek bir şekilde dünya tarihine vurdu. Beğenelim beğenmeyelim, Margaret Thatcher kendisine nefret sunan yüzlerce punk-rock şarkısıyla, dünyanın en önemli siyasetçisi ödülleriyle, heykelleriyle ve protestolarla buralardan gitti. Unutulmayacak önemde ikonik bir karakter olduğu kesin. Ama arkasından şunu söylemekten ben şahsen kendimi alamıyorum; 

Keşke gerçekten demir olsaydı..           

   

4 Temmuz 2013 Perşembe

Gezi Parkı olayları ile ortaya çıkan hayali bir takım, "Istanbul United". Bir kaç ay öncesine kadar birbirine neredeyse düşman gibi algılanan üç büyüklerin bir araya gelerek oluşturduğu bir güç birliği.. Peki gerçekten "İstanbul United" diye bir futbol takımı var olsaydı ne büyüklükte olurdu? Marka değeri olarak dünyanın kaçıncı büyük takımı olurdu merak ettik, araştırıp sevgili Alper Kotaman'la Bloomberg HT'deki Ekospor programında konuştuk. 
Buyrunuz, bu linkten izleyebilirsiniz:



İSTANBUL UNITED!

Gezi Parkı olayları ile ortaya çıkan hayali bir takım, "Istanbul United". Bir kaç ay öncesine kadar birbirine neredeyse düşman gibi algılanan üç büyüklerin bir araya gelerek oluşturduğu bir güç birliği.. Peki gerçekten "İstanbul United" diye bir futbol takımı var olsaydı ne büyüklükte olurdu? Marka değeri olarak dünyanın kaçıncı büyük takımı olurdu merak ettik, araştırıp sevgili Alper Kotaman'la Bloomberg HT'deki Ekospor programında konuştuk. 
Buyrunuz, bu linkten izleyebilirsiniz: