30 Ekim 2012 Salı


Bugüne kadar genellikle önemli girişimcilerin, dünyaca ünlü iktisatçıların ya da ekonomi gündemine yöne veren kişilerin hikayelerini okudunuz bu sayfalarda. Önemli başarılara imza atmış genellikle dünyaca tanınan ve alıştığımız anlamda “başarılı” kişilerin. Bu kez çok farklı bir hikaye paylaşacağım sizinle. İçinde girişimcilik, başarısızlık, karakter, başarı ve alınabilecek bir yığın dersle birlikte. Steve Jobs ’ın ya da Bill Gates ’in değil,  İçliköfteci Ali Topçuoğlu’nun hikayesini anlatacağım size..

Hikayemiz 1987 yılında Kahramanmaraş’ta başlıyor. Bakliyat ticareti yapan Ali Topçuoğlu, bir arkadaşının borcuna kefil olur. Arkadaşı borcunu ödemeyince varlıklı sayılabilecek bir tüccar olan Ali Bey tüm mal varlığını kaybeder. Gururu yüzünden artık daha fazla memleketinde kalamayacağını hissedince eşi Fatma hanımı alıp İstanbul’un yolunu tutar. Bir süre iş arar ancak kimi işleri kendisine göre bulmaz, kimi işler de onu beğenmez. Böyle arayış ve umutsuzlukla geçen ayların sonunda bir akşam, umutların tükenmeye başladığı bir anda eşi Ali amcaya hayatlarını değiştirecek o soruyu sorar: “İçli köfte yapsam, satar mısın?” Seyyar satıcılığı kendisine pak konduramasa da artık başka seçeneği olmadığını gören Ali amca eşinin bir gece önce yaptığı içli köfteleri bir sepete doldurarak Taksim İstiklal Caddesi ’nde satmaya başlar.

Sermayesi bir minik piknik tüpü ve biraz malzeme olan bu iş bir süre sonra maddi zorluklar nedeniyle Maraş’ta bırakmak zorunda kaldığı altı çocuğunu İstanbul’a getirebileceği bir duruma getirir Topçuoğlu ailesini. Mütevazı bir ev tutup çocuklarını da yanlarına alabilmenin mutluluğunu yaşarlar kısa bir zaman içinde. Bu sırada hem lezzetli içli köfteler, hem de çevredeki kahvehanelerde olanca nezaketi ile içliköftesini satan Ali amca, tertemiz kıyafetleri, boynunda kravatı, bembeyazönlüğü ile dikkat çekmeye başlamıştır. Çevre kahvehanelerin yerini restoranlar, kafeler, hatta geceleri klüpler almaya başlar. Ali amcanın Taksim’de giremediği mekan, içli köftesini tattırmadığı müşteri neredeyse kalmamıştır. En şık kafe ve gece klüplerinden, en sert rock barlara kadar öğlenden sonra ikide de, gecenin üçünde de  Ali amcayı elinde içli köftesi ve gülen yüzüyle görebileceğiniz günlerdir bunlar. Hem zarafeti, hem hikayesi ile, sohbet etmeyi pek sevmese de, ettiği herkesi etkileyebilen tertemiz bir amcadır Ali amca. İçli köftenin şöhreti dilden dile yayılır ve sadece Taksim’deki mekanlara değil, İstanbul’un dünyaca ünlü iki önemli zincir otel markasına da içli köfte vermeye başlar. Artık işler  büyümeye başlamıştır. İki otelin katılması işleri hızlandırırken, bir de kantin işletmesi alır Topçuoğlu ailesi ve eleleverip geceyi gündüze katarak çalışmaya devam eder.

Bu tempo ve çalışkanlıkla on beş seneye yakın bir zaman sonunda tüm borçlarını sıfırlayabilmeyi başarır Ali bey kaptanlığındaki Topçuoğlu ailesi. Ne Kahramanmaraş’tan süren borçlar, ne tefeci borçları, artık hiçbiri kalmamıştır. On beş sene geceli gündüzlü, bazen günde yirmi saatin üstünde çalışarak sonunda ömründe önlüğünün beyazlığında bir sayfayı açmayı başarmıştır Ali amca. Daha zengin olma hırsı değil ama yaşadıkları, çocuklarına sağlam bir gelecek kurması yönünde motive eder Ali amcayı ve 2004 yılında çocuklarıyla birlikte işletecekleri “Sabırtaşı” isimli restoranlarını açarlar. Sabırtaşı, senelerce Ali amcanın içliköfte sattığı minik tezgahının üzerinde yazan, adeta tüm hikayesini dokuz harfte anlatan bir kelimedir. "Sabırtaşı"..

Restoranı çocuklarına emanet ederek sokaklarda satış yapmaya devam eden Ali amca 2009 yılında vefat eder.Geride yirmi küsür sene süren inanılmaz bir çalışma temposu, el emeğiyle ödenmiş yüzbinler tutan borçlar, alın teriyle kurulmuş bir restoran ve girişimcilik günlerinde hırslı gençlerin hırsını biraz da olsa törpüleyebilmek için anlatılacak muhteşem hayat hikayesini bırakarak..  

Apple’ların, Virgin’lerin,muhteris girişimcilerin ve hırslı patronların hikayelerinin yanında Ali amcanın tevazu ve ders dolu “Züğürt Ağa” hikayesi, aslında başlı başına üniversitelerin girişimcilik derslerinde okutulabilecek türden gerçek bir “ders”! Hedefe yılmadan, terlemeden, düşsen de yeniden doğrularak koşmak gibi erdemli derslerin yanında, biz Türklerin pek meraklı olduğu “Kaç içli köfte satsan beş yüz bin lira eder?” gibi modern matematiğin konusuna giren dersler de var bu hikayede. Ama bence en önemlisi; herkesin Steve Jobs olmak istediği bir dünyada Ali Topçuoğlu olmayı istemek. 
Var mısınız? 

İÇLİ BİR GİRİŞİMCİLİK HİKAYESİ


Bugüne kadar genellikle önemli girişimcilerin, dünyaca ünlü iktisatçıların ya da ekonomi gündemine yöne veren kişilerin hikayelerini okudunuz bu sayfalarda. Önemli başarılara imza atmış genellikle dünyaca tanınan ve alıştığımız anlamda “başarılı” kişilerin. Bu kez çok farklı bir hikaye paylaşacağım sizinle. İçinde girişimcilik, başarısızlık, karakter, başarı ve alınabilecek bir yığın dersle birlikte. Steve Jobs ’ın ya da Bill Gates ’in değil,  İçliköfteci Ali Topçuoğlu’nun hikayesini anlatacağım size..

Hikayemiz 1987 yılında Kahramanmaraş’ta başlıyor. Bakliyat ticareti yapan Ali Topçuoğlu, bir arkadaşının borcuna kefil olur. Arkadaşı borcunu ödemeyince varlıklı sayılabilecek bir tüccar olan Ali Bey tüm mal varlığını kaybeder. Gururu yüzünden artık daha fazla memleketinde kalamayacağını hissedince eşi Fatma hanımı alıp İstanbul’un yolunu tutar. Bir süre iş arar ancak kimi işleri kendisine göre bulmaz, kimi işler de onu beğenmez. Böyle arayış ve umutsuzlukla geçen ayların sonunda bir akşam, umutların tükenmeye başladığı bir anda eşi Ali amcaya hayatlarını değiştirecek o soruyu sorar: “İçli köfte yapsam, satar mısın?” Seyyar satıcılığı kendisine pak konduramasa da artık başka seçeneği olmadığını gören Ali amca eşinin bir gece önce yaptığı içli köfteleri bir sepete doldurarak Taksim İstiklal Caddesi ’nde satmaya başlar.

Sermayesi bir minik piknik tüpü ve biraz malzeme olan bu iş bir süre sonra maddi zorluklar nedeniyle Maraş’ta bırakmak zorunda kaldığı altı çocuğunu İstanbul’a getirebileceği bir duruma getirir Topçuoğlu ailesini. Mütevazı bir ev tutup çocuklarını da yanlarına alabilmenin mutluluğunu yaşarlar kısa bir zaman içinde. Bu sırada hem lezzetli içli köfteler, hem de çevredeki kahvehanelerde olanca nezaketi ile içliköftesini satan Ali amca, tertemiz kıyafetleri, boynunda kravatı, bembeyazönlüğü ile dikkat çekmeye başlamıştır. Çevre kahvehanelerin yerini restoranlar, kafeler, hatta geceleri klüpler almaya başlar. Ali amcanın Taksim’de giremediği mekan, içli köftesini tattırmadığı müşteri neredeyse kalmamıştır. En şık kafe ve gece klüplerinden, en sert rock barlara kadar öğlenden sonra ikide de, gecenin üçünde de  Ali amcayı elinde içli köftesi ve gülen yüzüyle görebileceğiniz günlerdir bunlar. Hem zarafeti, hem hikayesi ile, sohbet etmeyi pek sevmese de, ettiği herkesi etkileyebilen tertemiz bir amcadır Ali amca. İçli köftenin şöhreti dilden dile yayılır ve sadece Taksim’deki mekanlara değil, İstanbul’un dünyaca ünlü iki önemli zincir otel markasına da içli köfte vermeye başlar. Artık işler  büyümeye başlamıştır. İki otelin katılması işleri hızlandırırken, bir de kantin işletmesi alır Topçuoğlu ailesi ve eleleverip geceyi gündüze katarak çalışmaya devam eder.

Bu tempo ve çalışkanlıkla on beş seneye yakın bir zaman sonunda tüm borçlarını sıfırlayabilmeyi başarır Ali bey kaptanlığındaki Topçuoğlu ailesi. Ne Kahramanmaraş’tan süren borçlar, ne tefeci borçları, artık hiçbiri kalmamıştır. On beş sene geceli gündüzlü, bazen günde yirmi saatin üstünde çalışarak sonunda ömründe önlüğünün beyazlığında bir sayfayı açmayı başarmıştır Ali amca. Daha zengin olma hırsı değil ama yaşadıkları, çocuklarına sağlam bir gelecek kurması yönünde motive eder Ali amcayı ve 2004 yılında çocuklarıyla birlikte işletecekleri “Sabırtaşı” isimli restoranlarını açarlar. Sabırtaşı, senelerce Ali amcanın içliköfte sattığı minik tezgahının üzerinde yazan, adeta tüm hikayesini dokuz harfte anlatan bir kelimedir. "Sabırtaşı"..

Restoranı çocuklarına emanet ederek sokaklarda satış yapmaya devam eden Ali amca 2009 yılında vefat eder.Geride yirmi küsür sene süren inanılmaz bir çalışma temposu, el emeğiyle ödenmiş yüzbinler tutan borçlar, alın teriyle kurulmuş bir restoran ve girişimcilik günlerinde hırslı gençlerin hırsını biraz da olsa törpüleyebilmek için anlatılacak muhteşem hayat hikayesini bırakarak..  

Apple’ların, Virgin’lerin,muhteris girişimcilerin ve hırslı patronların hikayelerinin yanında Ali amcanın tevazu ve ders dolu “Züğürt Ağa” hikayesi, aslında başlı başına üniversitelerin girişimcilik derslerinde okutulabilecek türden gerçek bir “ders”! Hedefe yılmadan, terlemeden, düşsen de yeniden doğrularak koşmak gibi erdemli derslerin yanında, biz Türklerin pek meraklı olduğu “Kaç içli köfte satsan beş yüz bin lira eder?” gibi modern matematiğin konusuna giren dersler de var bu hikayede. Ama bence en önemlisi; herkesin Steve Jobs olmak istediği bir dünyada Ali Topçuoğlu olmayı istemek. 
Var mısınız? 

23 Ekim 2012 Salı


(Kitap diliyle; "Geçtiğimiz ay katılmış olduğum ve Türkiye ve Amerika'dan seçilmiş 'Geleceğin Liderleri'ni buluşturan Young Turkey/Young America programı" ile ilgili izlenimlerimin ikinci bölümü..  Bana sorarsanız "Batının iyi yönlerini alalım" yazı serimin ikincisi.. Yazar, bu yazıda ana fikir olarak püskevite hitap etmekte ve "Anne bizde niye yok?!" demektedir.) 

KALBİM EGE’DE, CİĞERİM NEW YORK’TA KALDI..

İkinci durağımız New York’tu.. Bizim kültürümüzle de epeyce ilgilenen grubumuza MFÖ’nün “New York sokaklarında” şarkısını gönderdim ilk günün sabahında. Mazhar Ağabey’in dediği gibi de, “Memleketi düşündüm, New York sokaklarında.” New York başlı başına ciddi bir ihtişam tabii ki, dünyanın başkenti demek kesinlikle yanlış olmaz. Gerçekten Frank Sinatra’nın söylediği gibi uyumayan şehir. Yalnız Manhattan’da kaldığımız için sanırım, beni son derece bastı NY. Hep bir gökyüzü aradım ama en azından Manhattan’da gökyüzü yok. Sonsuza uzanan binalar var sadece.. Anladım ki ben gökyüzünü görmeden yaşayamam! (Yazar burada; balık burcu olmasının da avantajından faydalanarak romantik kadın okuyucuları hedeflemektedir.) 

Buralarda bi gökyüzü olacaktı?!?

Central Park büyük keyif. Şehrin ortasında bir vaha. Anlatmaya gerek yok, bir kısmınız benden çok daha iyi, biliyor New York’u, o yüzden genel bilgi vermektense kendi gözümden yazacağım. Kendi ciğerimden desem daha doğru olur aslında, çünkü ciğerimi New York’ta bıraktım. Hayır, kalbim Ege’de kaldı tarzı bir romantizm değil bahsettiğim. Amerikalıların klima ve Air Condition aşkı nedeniyle gerçekten ciğerimi NY’da bırakıp döndüm. Kapalı mekanlar gerçekten herhalde 10 dereceler civarında seyrediyordu. Sıcak-soğuk-sıcak-soğuk temposu beni ve birkaç arkadaşımı daha hasta etmeye yetti. Araçlarda klima, metroda klima, mekanlarda zaten klima.. canımıza okumaya yetti. Ben tam anlamıyla yataklara düştüm ama diğer taraftan da toplantıları kaçırma endişesi. Yine Mazhar ağabey’in dediği gibi “Vitaminler avuç avuç” moduna geçerek New York’u tamamlayabildim.

New York’ta benim borsa geçmişimden dolayı en çok ilgimi çeken görüşmelerden birisi New York Stock Exchange oldu. Burada seansın açılmasıyla birlikte “trading floor” yani işlemlerin yapıldığı kata girme şansımız oldu. Tabi hem yaz aylarında genelde piyasaların yavaşlaması, hem de artık (bizde de olduğu gibi) bilgisayarla işlemlerin direkt gönderilmesi nedeniyle işlem salonu hayli durgundu. Ağzından köpükler saçarak koşuşturan brokerlar görmeyi bekleyen arkadaşlarım bir miktar hayal kırıklığına uğramış olsa da, senelerdir merak ettiğim bir yeri daha görmek beni mutlu etti. Yine de Victoria’s Secret’ın işleme açıldığı ve meleklerin açılış gongunu çaldığı gün orada olmayı tercih ederdim tabii ki! ;)   


New York’taki en önemli duraklardan biri de Dünya Ticaret Merkezi’nin eskiden bulunduğu yerde saldırıdan sonra yapılmış olan 11 Eylül anıtıydı. Saldırıdan sonra binlerce proje arasından seçilmiş bu siyah havuz. Etrafında hayatını kaybedenlerin isimleri yazıyor. 


11 Eylül saldırıları hiç süphesiz ki tüm Amerikalılar için çok büyük bir travma. 9/11 bölgesinde dallarını demir halatlarla ve kalın iplerle tutturdukları bir ağaç dikkatimi çekti. Ağaç saldırıdan sonra göçüklerin altından canlı kurtulmayı başarmış! Onlar da bu ağacı umudun ve yeniden dirilişin simgesi olarak yaşatmayı ve güçlendirmeyi kafaya koymuşlar. 



“Survivor Tree” sökülüp başka bir yerde desteklenip adeta yeniden canlandırıldıktan sonra aynı yere dikilmiş. Onca karanlığın içinde yemyeşil duruyor.. Dallarına dikkatli bakınca tüm kırıkları, derin yaraları ile ne kadar çok hasar gördüğü görülüyor.

Metropolitan Müzesi, Central Park, NYSE, 9/11 Memorial gibi görülmesi şart olan yerlerini görüp dört güne sayısız toplantı sığdırdıktan sonra trene atlayıp 1 hafta kalacağımız Washington DC ‘ye geçtik..


Önemli PS: New York'ta bir de şu "Tip" meselesi belimizi büktü yahu. Tamam hizmet aldığınız kişinin motivasyonu çok önemlidir de, %20-25 bahşiş mi olur arkadaş?!

HER ŞEYİ BİLEN PAPYONLU ADAMLARIN MEMLEKETİ : WASHINGTON DC

NY’un ardından durağımız yolculuğumuzun en uzun ve en dolu kısmı olan Washington DC oldu. Washington DC bu üç durak arasında benim açık ara favorim oldu. Washington DC ‘yi tek cümleyle anlatmak gerekirse; “Her şeyi bilip hiç bir şeyi bilmiyormuş gibi yapan papyonlu kibar adamların şehri!” Özellikle NY’dan sonra DC’nin geniş caddeleri, kibarlıktan yıkılan şık insanları, tertemiz metroları, bence harika tabiatı bir hayli iyi geldi. Washington DC ile ilgili ilk anlatmam gereken şey; Washington’luların adeta kanayan yarası "Taxation without representation" yani temsil edilmeden vergilendirilme konusu.. Washington federal bütçeye vergi ödemesine rağmen kongrede temsil edilmiyor. Bunu dillendirmek adına da bu sloganı tüm araç plakalarında taşıyorlar. 2000 yılında alınan bir kararla tüm araçların plakalarında "Taxation without representation" ibaresi yer alıyor. O kadar ki bu konuya destek amacıyla saksafoncu Başkan Bill Clinton başkanlığı döneminde makam limuzininin plakasında bile bunu taşımış..

Benim DC izlenimlerime gelirsek.. Öncelikle burada yaptığımız görüşmelerden bir cümleyle bahsetmek gerekirse, tüm programın en üst düzey ve en dolu görüşmelerini burada yaptık. Kendi adıma, çok faydalandığımı söylemem gerek. Oralardan buralar nasıl görünüyor, Türkiye’nin gelecekteki önemi, oralardaki işleyişler.. tüm bunları üçlemenin son yazısına bıraktım. (“Az sonra!” durumu yani) Ama hayatım boyunca unutmayacağım insanlar dinleyip hayatım boyunca unutmayacağım laflar not ettiğimi söyleyebilirim. 30 sene sonra geri dönüp bakacağım notlarla döndüm.



Tüm DC seyahati boyunca aklımdan çok sevdiğim, hatta Facebook duvarımda da paylaştığım Bertrand Russell’ın  “Bilenler hep kuşku içindeyken, cahiller küstahça kendinden emindir.” lafı geçti durdu. Bilgiyi paylaşmanın ağırlığından mıdır, “çok bilenin hiç bilmediğini bilmesinden” midir bilmiyorum ama hayatta her zaman çok şey bilen insanların hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmaları beni burada da bir kez daha düşündürdü. Diğer yandan, bizim milletçe pek sevmediğimiz, hatta belki biraz da utandığımız “Bilmiyorum” kelimesinin aşağı yukarı diğer tüm kültürlerde bu kadar rahatça kullanılmasının da üstüne ciddi bir şekilde düşünülmesi gerekir bence.

Amerika’nın NY hariç tüm eyaletlerinde görüp kıskandığım bir diğer konu da bisikletleriyle olan ilişkileri. Gerek bu blogu okuyanlar, gerekse kariyer günleri konuşmalarını dinleyenler bisikletle medeniyet arasında var olduğuna inandığım birebir ilişkiyi bilirler. Buna artık tamamen emin oldum. Metrolarda, otobüslerde ve en önemlisi de yollarda bisiklet için daima bir yer var. Otobüse bisikletle binip içeride bisikletinizi asabiliyorsunuz. Daha önce Londra’da da kullandığım ve şimdilerde bizde de oluşmaya başlayan bisiklet kiralama sistemi de özellikle Pazar gezintilerimizin değişmezi oldular.


Beyaz Saray, programımızın daha yoğun bir kısmının geçtiği kongre binası ve DC’deki bir çok bina nispeten tarihi. Amerikalı arkadaşlarımızdan birisi “Sizlere bu binalar tarihi bina demek ayıp tabii, İstanbul’dakilerle kıyasla bunlar daha dün yapılmış gibi” diyerek durumu özetledi aslında. Ama bu binaların da hakkını yememek lazım, özenli mimariyle yapılmış güzel tarihi binalar bunlar. Bu binaların çoğunun mimarisinde Roma esintilerini görmek fazlasıyla mümkün. Örneğin Kongre binasına girer girmez kubbelerinden biri, Roma’daki Pantheon’un kubbesinin birebir aynısı olduğunu farkettim. Mimaride eski Roma’nın örnek alındığı apaçık.


Beyaz Saray’ın içi ise gerçekten hikayelerle dolu. 44 Başkan görmüş büyük beyaz ev ama içeride efsaneleşmiş John F. Kennedy ‘nin karizmasını halen hissedebilmek mümkün bence. Yağlı boya tablolardan, duvarlardaki resimlere ve bahçeye kadar JFK ve  Jacqueline ‘in izlerini ve karizmasını görmek mümkün. Mesela 44 başkanın tablosu içinde en farklı olanı değil, tek farklı olanı JFK’ninkiydi. İçeride fotoğraf çekmemiz mümkün olmadı ama sizinle bu çok beğendiğim yağlı boya tablonun en azından internetten bulduğum bir fotoğrafını paylaşmak istiyorum.

Gerek senatörler, gerekse Beyaz Saray ekibinden hiç kimsede “Küçük dağları ben yarattım” ifadesini görmemek şaşırtıcıydı. Özellikle de Tapu Kadastro Müdür Yardımcısı’nın odasına önünü kapatarak girmek ve çoğu zaman ayakta beklemek zorunda olan bir milletin evlatları için. Şimdi bu yazıyı yazarken ülkemizdeki bir futbol klübü başkanının yıldız futbolcuyu göndermesini meşrulaştırmaya çalışırken “Yanımda ayak ayak üstüne atıyordu!” demesini hatırladım. Diğer taraftan dünya siyasetini yönlendiren adamlara bacak bacak üstünde soru soran grubumuzdaki Amerikalı arkadaşlarımı. Obama’ nın 27 yaşındaki danışmanıyla olan bir fotoğrafı geçti gözümün önünden, koltukta yoğun bir günün  ardından ikisi de bacaklarını sehpaya uzatmış akşamki konuşma metnini okuyorlar.. Sonra bize döndüm. Avazım çıktığı kadar “Anne bizde niye yok!?!?” diye bağırdım.. :) Bunu yaparken ceketimin önünü kapatmayı tabii ki ihmal etmedim ama.     


Amerika’da siyaset keyifli. Hayatın içinde. Komik, eğlenceli ve renkli. O yüzden Washington DC de öyle. Ankara’mız gibi sisli, puslu, heyecansız ve gri değil. Belki de üstünde en çok düşünmemiz gereken budur. Ülkemdeki siyasetçi imajı da, gençliğin siyasete ilgi duyup ülkesi için -ya da inandığı ne varsa onun için- bir şeyler yapmak, elini taşın altına sokmak yerine herkesin sadece gemisini yürütmeye çalışmasının sebebi budur. Belki de en basit sivil toplum kuruşlarımızdan, en kallavi politik mevkilere kadar yapılması gereken budur: İşi yeniden renklendirmek, resmiyetten biraz uzaklaşmak, bu işlerin ciddiyetini değil ama bürokrasisini azaltmak. Renkleri görmek için griyi kaldırmak..

Neyse, dertleşme kısmını son yazıya bırakayım en iyisi.. 

MACERA DOLU AMERİKA - II


(Kitap diliyle; "Geçtiğimiz ay katılmış olduğum ve Türkiye ve Amerika'dan seçilmiş 'Geleceğin Liderleri'ni buluşturan Young Turkey/Young America programı" ile ilgili izlenimlerimin ikinci bölümü..  Bana sorarsanız "Batının iyi yönlerini alalım" yazı serimin ikincisi.. Yazar, bu yazıda ana fikir olarak püskevite hitap etmekte ve "Anne bizde niye yok?!" demektedir.) 

KALBİM EGE’DE, CİĞERİM NEW YORK’TA KALDI..

İkinci durağımız New York’tu.. Bizim kültürümüzle de epeyce ilgilenen grubumuza MFÖ’nün “New York sokaklarında” şarkısını gönderdim ilk günün sabahında. Mazhar Ağabey’in dediği gibi de, “Memleketi düşündüm, New York sokaklarında.” New York başlı başına ciddi bir ihtişam tabii ki, dünyanın başkenti demek kesinlikle yanlış olmaz. Gerçekten Frank Sinatra’nın söylediği gibi uyumayan şehir. Yalnız Manhattan’da kaldığımız için sanırım, beni son derece bastı NY. Hep bir gökyüzü aradım ama en azından Manhattan’da gökyüzü yok. Sonsuza uzanan binalar var sadece.. Anladım ki ben gökyüzünü görmeden yaşayamam! (Yazar burada; balık burcu olmasının da avantajından faydalanarak romantik kadın okuyucuları hedeflemektedir.) 

Buralarda bi gökyüzü olacaktı?!?

Central Park büyük keyif. Şehrin ortasında bir vaha. Anlatmaya gerek yok, bir kısmınız benden çok daha iyi, biliyor New York’u, o yüzden genel bilgi vermektense kendi gözümden yazacağım. Kendi ciğerimden desem daha doğru olur aslında, çünkü ciğerimi New York’ta bıraktım. Hayır, kalbim Ege’de kaldı tarzı bir romantizm değil bahsettiğim. Amerikalıların klima ve Air Condition aşkı nedeniyle gerçekten ciğerimi NY’da bırakıp döndüm. Kapalı mekanlar gerçekten herhalde 10 dereceler civarında seyrediyordu. Sıcak-soğuk-sıcak-soğuk temposu beni ve birkaç arkadaşımı daha hasta etmeye yetti. Araçlarda klima, metroda klima, mekanlarda zaten klima.. canımıza okumaya yetti. Ben tam anlamıyla yataklara düştüm ama diğer taraftan da toplantıları kaçırma endişesi. Yine Mazhar ağabey’in dediği gibi “Vitaminler avuç avuç” moduna geçerek New York’u tamamlayabildim.

New York’ta benim borsa geçmişimden dolayı en çok ilgimi çeken görüşmelerden birisi New York Stock Exchange oldu. Burada seansın açılmasıyla birlikte “trading floor” yani işlemlerin yapıldığı kata girme şansımız oldu. Tabi hem yaz aylarında genelde piyasaların yavaşlaması, hem de artık (bizde de olduğu gibi) bilgisayarla işlemlerin direkt gönderilmesi nedeniyle işlem salonu hayli durgundu. Ağzından köpükler saçarak koşuşturan brokerlar görmeyi bekleyen arkadaşlarım bir miktar hayal kırıklığına uğramış olsa da, senelerdir merak ettiğim bir yeri daha görmek beni mutlu etti. Yine de Victoria’s Secret’ın işleme açıldığı ve meleklerin açılış gongunu çaldığı gün orada olmayı tercih ederdim tabii ki! ;)   


New York’taki en önemli duraklardan biri de Dünya Ticaret Merkezi’nin eskiden bulunduğu yerde saldırıdan sonra yapılmış olan 11 Eylül anıtıydı. Saldırıdan sonra binlerce proje arasından seçilmiş bu siyah havuz. Etrafında hayatını kaybedenlerin isimleri yazıyor. 


11 Eylül saldırıları hiç süphesiz ki tüm Amerikalılar için çok büyük bir travma. 9/11 bölgesinde dallarını demir halatlarla ve kalın iplerle tutturdukları bir ağaç dikkatimi çekti. Ağaç saldırıdan sonra göçüklerin altından canlı kurtulmayı başarmış! Onlar da bu ağacı umudun ve yeniden dirilişin simgesi olarak yaşatmayı ve güçlendirmeyi kafaya koymuşlar. 



“Survivor Tree” sökülüp başka bir yerde desteklenip adeta yeniden canlandırıldıktan sonra aynı yere dikilmiş. Onca karanlığın içinde yemyeşil duruyor.. Dallarına dikkatli bakınca tüm kırıkları, derin yaraları ile ne kadar çok hasar gördüğü görülüyor.

Metropolitan Müzesi, Central Park, NYSE, 9/11 Memorial gibi görülmesi şart olan yerlerini görüp dört güne sayısız toplantı sığdırdıktan sonra trene atlayıp 1 hafta kalacağımız Washington DC ‘ye geçtik..


Önemli PS: New York'ta bir de şu "Tip" meselesi belimizi büktü yahu. Tamam hizmet aldığınız kişinin motivasyonu çok önemlidir de, %20-25 bahşiş mi olur arkadaş?!

HER ŞEYİ BİLEN PAPYONLU ADAMLARIN MEMLEKETİ : WASHINGTON DC

NY’un ardından durağımız yolculuğumuzun en uzun ve en dolu kısmı olan Washington DC oldu. Washington DC bu üç durak arasında benim açık ara favorim oldu. Washington DC ‘yi tek cümleyle anlatmak gerekirse; “Her şeyi bilip hiç bir şeyi bilmiyormuş gibi yapan papyonlu kibar adamların şehri!” Özellikle NY’dan sonra DC’nin geniş caddeleri, kibarlıktan yıkılan şık insanları, tertemiz metroları, bence harika tabiatı bir hayli iyi geldi. Washington DC ile ilgili ilk anlatmam gereken şey; Washington’luların adeta kanayan yarası "Taxation without representation" yani temsil edilmeden vergilendirilme konusu.. Washington federal bütçeye vergi ödemesine rağmen kongrede temsil edilmiyor. Bunu dillendirmek adına da bu sloganı tüm araç plakalarında taşıyorlar. 2000 yılında alınan bir kararla tüm araçların plakalarında "Taxation without representation" ibaresi yer alıyor. O kadar ki bu konuya destek amacıyla saksafoncu Başkan Bill Clinton başkanlığı döneminde makam limuzininin plakasında bile bunu taşımış..

Benim DC izlenimlerime gelirsek.. Öncelikle burada yaptığımız görüşmelerden bir cümleyle bahsetmek gerekirse, tüm programın en üst düzey ve en dolu görüşmelerini burada yaptık. Kendi adıma, çok faydalandığımı söylemem gerek. Oralardan buralar nasıl görünüyor, Türkiye’nin gelecekteki önemi, oralardaki işleyişler.. tüm bunları üçlemenin son yazısına bıraktım. (“Az sonra!” durumu yani) Ama hayatım boyunca unutmayacağım insanlar dinleyip hayatım boyunca unutmayacağım laflar not ettiğimi söyleyebilirim. 30 sene sonra geri dönüp bakacağım notlarla döndüm.



Tüm DC seyahati boyunca aklımdan çok sevdiğim, hatta Facebook duvarımda da paylaştığım Bertrand Russell’ın  “Bilenler hep kuşku içindeyken, cahiller küstahça kendinden emindir.” lafı geçti durdu. Bilgiyi paylaşmanın ağırlığından mıdır, “çok bilenin hiç bilmediğini bilmesinden” midir bilmiyorum ama hayatta her zaman çok şey bilen insanların hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmaları beni burada da bir kez daha düşündürdü. Diğer yandan, bizim milletçe pek sevmediğimiz, hatta belki biraz da utandığımız “Bilmiyorum” kelimesinin aşağı yukarı diğer tüm kültürlerde bu kadar rahatça kullanılmasının da üstüne ciddi bir şekilde düşünülmesi gerekir bence.

Amerika’nın NY hariç tüm eyaletlerinde görüp kıskandığım bir diğer konu da bisikletleriyle olan ilişkileri. Gerek bu blogu okuyanlar, gerekse kariyer günleri konuşmalarını dinleyenler bisikletle medeniyet arasında var olduğuna inandığım birebir ilişkiyi bilirler. Buna artık tamamen emin oldum. Metrolarda, otobüslerde ve en önemlisi de yollarda bisiklet için daima bir yer var. Otobüse bisikletle binip içeride bisikletinizi asabiliyorsunuz. Daha önce Londra’da da kullandığım ve şimdilerde bizde de oluşmaya başlayan bisiklet kiralama sistemi de özellikle Pazar gezintilerimizin değişmezi oldular.


Beyaz Saray, programımızın daha yoğun bir kısmının geçtiği kongre binası ve DC’deki bir çok bina nispeten tarihi. Amerikalı arkadaşlarımızdan birisi “Sizlere bu binalar tarihi bina demek ayıp tabii, İstanbul’dakilerle kıyasla bunlar daha dün yapılmış gibi” diyerek durumu özetledi aslında. Ama bu binaların da hakkını yememek lazım, özenli mimariyle yapılmış güzel tarihi binalar bunlar. Bu binaların çoğunun mimarisinde Roma esintilerini görmek fazlasıyla mümkün. Örneğin Kongre binasına girer girmez kubbelerinden biri, Roma’daki Pantheon’un kubbesinin birebir aynısı olduğunu farkettim. Mimaride eski Roma’nın örnek alındığı apaçık.


Beyaz Saray’ın içi ise gerçekten hikayelerle dolu. 44 Başkan görmüş büyük beyaz ev ama içeride efsaneleşmiş John F. Kennedy ‘nin karizmasını halen hissedebilmek mümkün bence. Yağlı boya tablolardan, duvarlardaki resimlere ve bahçeye kadar JFK ve  Jacqueline ‘in izlerini ve karizmasını görmek mümkün. Mesela 44 başkanın tablosu içinde en farklı olanı değil, tek farklı olanı JFK’ninkiydi. İçeride fotoğraf çekmemiz mümkün olmadı ama sizinle bu çok beğendiğim yağlı boya tablonun en azından internetten bulduğum bir fotoğrafını paylaşmak istiyorum.

Gerek senatörler, gerekse Beyaz Saray ekibinden hiç kimsede “Küçük dağları ben yarattım” ifadesini görmemek şaşırtıcıydı. Özellikle de Tapu Kadastro Müdür Yardımcısı’nın odasına önünü kapatarak girmek ve çoğu zaman ayakta beklemek zorunda olan bir milletin evlatları için. Şimdi bu yazıyı yazarken ülkemizdeki bir futbol klübü başkanının yıldız futbolcuyu göndermesini meşrulaştırmaya çalışırken “Yanımda ayak ayak üstüne atıyordu!” demesini hatırladım. Diğer taraftan dünya siyasetini yönlendiren adamlara bacak bacak üstünde soru soran grubumuzdaki Amerikalı arkadaşlarımı. Obama’ nın 27 yaşındaki danışmanıyla olan bir fotoğrafı geçti gözümün önünden, koltukta yoğun bir günün  ardından ikisi de bacaklarını sehpaya uzatmış akşamki konuşma metnini okuyorlar.. Sonra bize döndüm. Avazım çıktığı kadar “Anne bizde niye yok!?!?” diye bağırdım.. :) Bunu yaparken ceketimin önünü kapatmayı tabii ki ihmal etmedim ama.     


Amerika’da siyaset keyifli. Hayatın içinde. Komik, eğlenceli ve renkli. O yüzden Washington DC de öyle. Ankara’mız gibi sisli, puslu, heyecansız ve gri değil. Belki de üstünde en çok düşünmemiz gereken budur. Ülkemdeki siyasetçi imajı da, gençliğin siyasete ilgi duyup ülkesi için -ya da inandığı ne varsa onun için- bir şeyler yapmak, elini taşın altına sokmak yerine herkesin sadece gemisini yürütmeye çalışmasının sebebi budur. Belki de en basit sivil toplum kuruşlarımızdan, en kallavi politik mevkilere kadar yapılması gereken budur: İşi yeniden renklendirmek, resmiyetten biraz uzaklaşmak, bu işlerin ciddiyetini değil ama bürokrasisini azaltmak. Renkleri görmek için griyi kaldırmak..

Neyse, dertleşme kısmını son yazıya bırakayım en iyisi.. 

4 Ekim 2012 Perşembe

Dün Bloomberg TV 'de konuk olduğum ve sevgili Alper Kotaman ile sporun ekonomisini konuştuğumuz programı izleyemeyen ve izlemek isteyenler için linkini paylaşıyorum. Ekospor programının ilk bölümü ve ben de ilk konuğuydum. Bahtının açık, şansının bol olmasını diliyorum. Cidden son derece ilginç konularda ilginç sorular soruldu. NHL'den girdik, Alex'in piyasa değerinden çıktık, EA Sports'dan girdik, lokavttan çıktık.. Geçmişte "Dragon's Den" , "Sporaktif" gibi çeşitli programları başarıyla yapan Alper Kotaman sayesinde, bu programın da çok özel ve başarılı olacağına eminim. Merakla yeni bölümlerini bekliyor olacağız.. 
Buyrunuz:




BLOOMBERG 'DE "EKOSPOR"UN KONUĞUYDUM

Dün Bloomberg TV 'de konuk olduğum ve sevgili Alper Kotaman ile sporun ekonomisini konuştuğumuz programı izleyemeyen ve izlemek isteyenler için linkini paylaşıyorum. Ekospor programının ilk bölümü ve ben de ilk konuğuydum. Bahtının açık, şansının bol olmasını diliyorum. Cidden son derece ilginç konularda ilginç sorular soruldu. NHL'den girdik, Alex'in piyasa değerinden çıktık, EA Sports'dan girdik, lokavttan çıktık.. Geçmişte "Dragon's Den" , "Sporaktif" gibi çeşitli programları başarıyla yapan Alper Kotaman sayesinde, bu programın da çok özel ve başarılı olacağına eminim. Merakla yeni bölümlerini bekliyor olacağız.. 
Buyrunuz:




2 Ekim 2012 Salı

Baştan söyleyeyim, bu bir ekonomi yazısı değil. Bir gezi yazısı değil. Bir politik analiz yazısı hiç değil.. Hepsinden biraz var, ama hiçbiri değil. Sadece geçtiğimiz ay  yaşadığımız Amerika serüvenini sizlerle paylaşacağım. Bunu da belki ilerde birileri film haklarını satın alır, trilyoner olurum düşüncesiyle "üçleme" olarak yazacağım... 

YTYA 2012
Öncelikle niye gittik? Ne işimiz vardı Amerika'da? Nedir kuzum bu YTYA? YTYA, yani “Young Turkey / Young Amerika” programı birkaç senedir düzenlenen ve iki ülkenin, kendi deyimleriyle, “Genç Liderlerini” bir araya getirip ikili ilişkileri hem sosyal ilişkiler, hem burada doğup yaşayacak yeni projelerle güçlendirmeyi amaçlayan bir program. İki bacağı var; tahmin ettiniz bile; Amerika ve Türkiye. Geçtiğimiz ay Türkiye Delegasyonu olarak biz Amerika’ya gittik, bahar aylarında ise Amerikan Delegasyonu Türkiye’ye gelip bizim misafirimiz olacak, birlikte Türkiye’de toplantılar yapacağız. Programın sponsoru ABD Dışişleri Bakanlığı. Organizatörleri ise Atlantic Council ve Sabancı Üniversitesi İstanbulPolitikalar Merkezi. Bu güçlü program ortakları sayesinde kitaplarından ya da yorumlarından tanıdığımız bir çok yazar, iş insanı, akademisyen ve politikacı ile birebir toplantılar yaptık. Dünya politikasına yön veren kişilere her aklımıza geleni sorabildik, merak ettiğimiz konularda en birinci ağızlardan fikirlerini alabildik. Daha önce üzerine defalarca yazmış olduğum Amerikan Ekonomisini yerinde görüp anlamak, neredeyse tüm girişimcilik konferanslarında konuştuğumuz “sistem”i daha yakından gözlemlemek ve bazı dersler çıkarmak şahsen benim için önemli fırsatlardı. Ama bence en önemlisi kariyer olarak çok ciddi benzerlikler gösterdiğimiz bence her biri birbirinden kıymetli, yeni Türk ve Amerikalı arkadaşlar edindik ve onlarla neredeyse hiç durmadan –geceli gündüzlü- beyin fırtınaları yaşadık.

Bu programa seçildiğimi öğrenir öğrenmez internetten ciddi bir araştırmaya girdim ve çok resmi ağızlardan yazılmış pek resmi metinler dışında pek de bir şey bulamadım açıkcası. Bu satırların okuyucuları resmi metinlerle olan aşk-nefret ilişkimi zaten gayet iyi bilirler. Bu yazıyı da hem bu güzel  deneyimi paylaşmak, hem de merak edenlere bir anlamda bir kaynak oluşturabilmek adına yazıyorum.

Bizim de programın Mart ayındaki Türkiye ayağında yapacağımız gibi; esas amaçlardan biri politik sohbetler ve oturumlar yapmanın yanında, her ülkenin diğer ülkenin kültürünü de deneyimlemesi aslında. Bu nedenle görülmesi farz olan ve çok yoğun toplantılarımızın olduğu New York ve Washington DC ’nin yanında üçüncü bir şehir de seçilmişti. Bu şehir, Washington başkent olduğu, New York da dünyanın başka hiçbir yerine benzemeyen nev-i şahsına münhasır bir şehir olduğu için, ortalama bir Amerikan şehrini daha iyi anlayabilmemiz adına seçilmiş olan Minneapolis..

YAZI GÜLDÜRÜR, KIŞI SÜRÜNDÜRÜRMÜŞ : MINNEAPOLIS !

Minneapolis - Skyway
İlk durağımız Minneapolis oldu. Uçaktan iner inmez, akşam yemeğine kadarki birkaç saatlik boşluğumuzda hemen şehri az da olsa keşfetmeye çalışayım istedim. Otelimizin bulunduğu bölgeden yaklaşık yarım saatlik yürüme çapında toplam 10 kişi gördüm sokakta! “Herhalde bizim oraların Maslak’ı gibi bir yerde kalıyoruz, hep iş merkezleri ve plazalar olduğu için bu saatlerde kimse yok” diye düşündüm. Meğer öyle değilmiş. Kış mevsimi ciddi anlamda zor ve çetin geçen Minneapolis ’de eksi 30’ları bulan soğuklar nedeniyle tüm şehri yukarıda resmini gördüğünüz “Skyway” adını verdikleri geçitlerle örmüşler! Skyway’ler aracılığı ile neredeyse tüm binalar birbirine bağlı ve ayağınızı sokağa değdirmeden, kilometrelerce yolu binaların içinden geçerek yürüyüp gidebiliyorsunuz. Aynı bildiğimiz metro haritaları gibi “Skyway haritaları” var ve hangi binadan hangi binaya geçiş yaparak gitmek istediğiniz yere gidebileceğinizi planlayabiliyor, sincap misali binadan binaya sekerek gideceğiniz yere varıyorsunuz! Sokaklarda kimsecikler olmamasının sebebi meğerse buymuş! E kışın soğuktan koruyan Skywayler elbette yazın da sıcaktan ve nemden koruyor. Gideceğin yere püfür püfür klimalar eşliğinde serin serin gidiveriyorsunuz! Gerçi bu “klimalar” konusuna New York yazısında yeniden döneceğim! Şimdilik klimalara sempati duymaya devam. Ve ilk dersimizi çıkarıyoruz:

HER ŞEY İNSAN İÇİN!

Amerika’da daha önce bulunmuş olmakla beraber, siyasi ve sosyo-ekonomik (böyle söyleyince çok sıkıcı oldu, biliyorum ama bana güvenip okumaya devam edin) sistem hakkında bu kadar bilgiyi en yetkili ağızlardan alabilme imkanım açıkcası olmamıştı. Hem yerel yönetimlerde, hem daha sonra Washinton DC ’de  yaptığımız görüşmelerde en yetkili ağızlardan Amerika’nın bence tüm dünyanın merak ettiği o meşhur “sistem”i hakkında bilgiler aldık. Örneğin Minneapolis, sosyal güvenlik ve sosyal olanaklar açısından tüm ülkenin gurur duyduğu bir örnek olmuş. Şehirdeki 3M, Best Buy gibi Fortune 100 firmalarının da etkisiyle şehir yaşaması zevkli ve kolay bir şehir halini almış. Örneğin şehirde ilk dikkatimi çeken ve hemen fotoğrafladığım “People Serving People” organizasyonu gibi. Evsizler için gönüllüleri çalıştırdığını öğrendiğim, gerçekten örnek alınması gereken harika bir model. İsminden anlaşıldığı gibi, insanlara hizmet eden insanlar.. Sistem sadece bu imkanı sağlıyor. En çok etkilendiğim ise sosyal yardımlaşmanın yanında, sosyal yardımlaşmayla gurur duyulması oldu. Şehrin neresine baksanız bir sosyal yardım kurumu görüyorsunuz. Bu imkanların oluşturulmasıyla şehir, geçmişte İskandinav ve Alman, şimdilerde ise başta Somali ve Vietnamlıların artan göçlerine kucak açabilen, yaşam kalitesini düşürmeyen, aksine yükseltebilen bir yapıya kavuşmuş. Şehirde ev sahipliği oranı %72.9, Fortune 500 şirketlerinden tam 32 tanesi bu şehirde, kadınların işgücüne katılma oranı %67.4 ve işsizlik oranı ülke ortalamasının bir hayli altında: %7. Bu rakamlarla da karın kışın ortasında nasıl rahat bir yaşam kurulduğu anlaşılıyor değil mi? Evsizlik varsa sosyal yardımlaşma var, dondurucu soğuk varsa skyway’ler var. Burada her şey insan için!

Minneapolis’den bahsedip Amerika’nın yerli halkı olan Kızılderililerden bahsetmemek mümkün değil tabii. Öncelikle Minnesota eyaletinin ismi bile Kızılderililerden geliyor. Minnesota, Dakota dilinde “bulutlu” anlamına gelen, kızılderilice bir söz. Minnesota bölgesine ilk ayak basan “yabancılar” Fransızlar. Bölgedeki diğer Kızılderili kabilesi olan Ojibway’lerin dilinde halen yer alan “Boozhoo” kelimesinin Fransızcadaki “Bonjour”dan geldiğine inanılıyor. Fransızların başka diller konuşmama konusundaki ısrarı düşünülürse, son derece olası bir iddia ;) 

Bir ilginç bilgi daha, Minnesota, telefon rehberinde en çok rastlanan ismin “Smith” olmadığı tek Amerikan eyaleti. Smith yerine sarı sayfalarda en çok bulunan ismin “Peterson” olması, İskandinav kökleri konusunda da ciddi bir bilgi veriyor! Bu arada biz de kendisi Amerikan yerlisi soyundan gelen Profesör David Eugene Wilkins ’le bir araya gelip bu müthiş kültür ve sistemdeki mevcut yeri hakkında merak ettiklerimizi sorma fırsatı bulduk. Özetle, profesör kızılderili soyundan gelen tüm entelektüellerin yapmaya çalıştığı gibi kültürlerinden ne kalmışsa koruma konusunda çok hassas. Bu nedenle de arazi araçlarına, ya da futbol takımlarına kızılderi kabilelerinin isimlerinin verilmesi konusuna daha dikkatli davranılması gerektiğini düşünüyor. Kendimize de çok yakın bulduğumuz bu kültür hakkında önemli bilgiler aldık ama içimizi kemiren “Kızılderililer Türk mü?” sorusunu sormadan kendisinden ayrıldık.


TAK ÇUBUĞA, BATIR YAĞA: MINNESOTA STATE FAIR!


İlk günden beri Amerikalı meslektaşlarımızın içinde programımızda görünen “Minnesota State Fair”le ilgili bir heyecan vardı ki sormayın.. “Minnesota State Fair” nedir diye sorarsanız, “İzmir fuarının kovboycası” derim size. Dev bir fuar alanı; içinde lunaparktan oyun alanlarına, yiyecek standlarından yarışmalara kadar  her şey var. Ama bizim için en ilgi çekici olan yiyeceklerdi! Burada her şey sopa ucunda ve her şey kızartılmış durumda. Pizza bile çubuğun ucunda, bisküvi bile kızartılıp yeniyor. Tam bir “junk food” çılgınlığı.. Yahu Oreo  gibi şahane bir lezzet icad etmişsin, daha onu neden kızartıyorsun? Ama kural öyle, burada her şey kızaracak, kaloriye kalori eklenecek. Bir de her şey sopa ucunda olacak, hatta insanlar bile.. Bakınız:


Minnesota State Fair, inek güzellik yarışmasından kongre adaylarının standlarına kadar ilginç bir deneyim oldu bize. Burada en çok hoşuma giden şeylerden biri politikanın hayatın ve eğlencenin de içinde olması.. Örneğin böyle bir fuarda adaylardan birinin standı karşınıza çıkabiliyor, seçim ekibi size projelerini A’dan Z’ye sıkmadan anlatabiliyor. Biz de Demokrat aday Jim Graves’in standı karşımıza çıkınca, diğerlerinin de hakkı kalmasın diye Cumhuriyetçi ve bağımsız adayların standlarını da bulup muhabbetimizi ettik. Türkiye’den geldiğimizi duyunca ciddi ilgi gösterdiler. Aslında galiba Türkiye’den gelip kendilerine ilgi göstermemize daha da çok ilgi gösterdiler! ;) Politikayı nasıl bu kadar eğlenceli hale getirdikleri konusuna seçimleri ve "convention"ları anlatırken döneceğim zaten.


Minneapolis seyahatimiz meşhur fuar, görüşmeler, 11.000 kişilik dev 3M yerleşkesini ve pek çok yerel yöneticiyi ziyaretle sona erdi, ver elini New York dedik.. Onu da bir sonraki yazıda anlatıyor olacağım.

(Bir dahaki yazı: “Kalbim Ege’de, ciğerim New York’da kaldı..”)

MACERA DOLU AMERİKA - I

Baştan söyleyeyim, bu bir ekonomi yazısı değil. Bir gezi yazısı değil. Bir politik analiz yazısı hiç değil.. Hepsinden biraz var, ama hiçbiri değil. Sadece geçtiğimiz ay  yaşadığımız Amerika serüvenini sizlerle paylaşacağım. Bunu da belki ilerde birileri film haklarını satın alır, trilyoner olurum düşüncesiyle "üçleme" olarak yazacağım... 

YTYA 2012
Öncelikle niye gittik? Ne işimiz vardı Amerika'da? Nedir kuzum bu YTYA? YTYA, yani “Young Turkey / Young Amerika” programı birkaç senedir düzenlenen ve iki ülkenin, kendi deyimleriyle, “Genç Liderlerini” bir araya getirip ikili ilişkileri hem sosyal ilişkiler, hem burada doğup yaşayacak yeni projelerle güçlendirmeyi amaçlayan bir program. İki bacağı var; tahmin ettiniz bile; Amerika ve Türkiye. Geçtiğimiz ay Türkiye Delegasyonu olarak biz Amerika’ya gittik, bahar aylarında ise Amerikan Delegasyonu Türkiye’ye gelip bizim misafirimiz olacak, birlikte Türkiye’de toplantılar yapacağız. Programın sponsoru ABD Dışişleri Bakanlığı. Organizatörleri ise Atlantic Council ve Sabancı Üniversitesi İstanbulPolitikalar Merkezi. Bu güçlü program ortakları sayesinde kitaplarından ya da yorumlarından tanıdığımız bir çok yazar, iş insanı, akademisyen ve politikacı ile birebir toplantılar yaptık. Dünya politikasına yön veren kişilere her aklımıza geleni sorabildik, merak ettiğimiz konularda en birinci ağızlardan fikirlerini alabildik. Daha önce üzerine defalarca yazmış olduğum Amerikan Ekonomisini yerinde görüp anlamak, neredeyse tüm girişimcilik konferanslarında konuştuğumuz “sistem”i daha yakından gözlemlemek ve bazı dersler çıkarmak şahsen benim için önemli fırsatlardı. Ama bence en önemlisi kariyer olarak çok ciddi benzerlikler gösterdiğimiz bence her biri birbirinden kıymetli, yeni Türk ve Amerikalı arkadaşlar edindik ve onlarla neredeyse hiç durmadan –geceli gündüzlü- beyin fırtınaları yaşadık.

Bu programa seçildiğimi öğrenir öğrenmez internetten ciddi bir araştırmaya girdim ve çok resmi ağızlardan yazılmış pek resmi metinler dışında pek de bir şey bulamadım açıkcası. Bu satırların okuyucuları resmi metinlerle olan aşk-nefret ilişkimi zaten gayet iyi bilirler. Bu yazıyı da hem bu güzel  deneyimi paylaşmak, hem de merak edenlere bir anlamda bir kaynak oluşturabilmek adına yazıyorum.

Bizim de programın Mart ayındaki Türkiye ayağında yapacağımız gibi; esas amaçlardan biri politik sohbetler ve oturumlar yapmanın yanında, her ülkenin diğer ülkenin kültürünü de deneyimlemesi aslında. Bu nedenle görülmesi farz olan ve çok yoğun toplantılarımızın olduğu New York ve Washington DC ’nin yanında üçüncü bir şehir de seçilmişti. Bu şehir, Washington başkent olduğu, New York da dünyanın başka hiçbir yerine benzemeyen nev-i şahsına münhasır bir şehir olduğu için, ortalama bir Amerikan şehrini daha iyi anlayabilmemiz adına seçilmiş olan Minneapolis..

YAZI GÜLDÜRÜR, KIŞI SÜRÜNDÜRÜRMÜŞ : MINNEAPOLIS !

Minneapolis - Skyway
İlk durağımız Minneapolis oldu. Uçaktan iner inmez, akşam yemeğine kadarki birkaç saatlik boşluğumuzda hemen şehri az da olsa keşfetmeye çalışayım istedim. Otelimizin bulunduğu bölgeden yaklaşık yarım saatlik yürüme çapında toplam 10 kişi gördüm sokakta! “Herhalde bizim oraların Maslak’ı gibi bir yerde kalıyoruz, hep iş merkezleri ve plazalar olduğu için bu saatlerde kimse yok” diye düşündüm. Meğer öyle değilmiş. Kış mevsimi ciddi anlamda zor ve çetin geçen Minneapolis ’de eksi 30’ları bulan soğuklar nedeniyle tüm şehri yukarıda resmini gördüğünüz “Skyway” adını verdikleri geçitlerle örmüşler! Skyway’ler aracılığı ile neredeyse tüm binalar birbirine bağlı ve ayağınızı sokağa değdirmeden, kilometrelerce yolu binaların içinden geçerek yürüyüp gidebiliyorsunuz. Aynı bildiğimiz metro haritaları gibi “Skyway haritaları” var ve hangi binadan hangi binaya geçiş yaparak gitmek istediğiniz yere gidebileceğinizi planlayabiliyor, sincap misali binadan binaya sekerek gideceğiniz yere varıyorsunuz! Sokaklarda kimsecikler olmamasının sebebi meğerse buymuş! E kışın soğuktan koruyan Skywayler elbette yazın da sıcaktan ve nemden koruyor. Gideceğin yere püfür püfür klimalar eşliğinde serin serin gidiveriyorsunuz! Gerçi bu “klimalar” konusuna New York yazısında yeniden döneceğim! Şimdilik klimalara sempati duymaya devam. Ve ilk dersimizi çıkarıyoruz:

HER ŞEY İNSAN İÇİN!

Amerika’da daha önce bulunmuş olmakla beraber, siyasi ve sosyo-ekonomik (böyle söyleyince çok sıkıcı oldu, biliyorum ama bana güvenip okumaya devam edin) sistem hakkında bu kadar bilgiyi en yetkili ağızlardan alabilme imkanım açıkcası olmamıştı. Hem yerel yönetimlerde, hem daha sonra Washinton DC ’de  yaptığımız görüşmelerde en yetkili ağızlardan Amerika’nın bence tüm dünyanın merak ettiği o meşhur “sistem”i hakkında bilgiler aldık. Örneğin Minneapolis, sosyal güvenlik ve sosyal olanaklar açısından tüm ülkenin gurur duyduğu bir örnek olmuş. Şehirdeki 3M, Best Buy gibi Fortune 100 firmalarının da etkisiyle şehir yaşaması zevkli ve kolay bir şehir halini almış. Örneğin şehirde ilk dikkatimi çeken ve hemen fotoğrafladığım “People Serving People” organizasyonu gibi. Evsizler için gönüllüleri çalıştırdığını öğrendiğim, gerçekten örnek alınması gereken harika bir model. İsminden anlaşıldığı gibi, insanlara hizmet eden insanlar.. Sistem sadece bu imkanı sağlıyor. En çok etkilendiğim ise sosyal yardımlaşmanın yanında, sosyal yardımlaşmayla gurur duyulması oldu. Şehrin neresine baksanız bir sosyal yardım kurumu görüyorsunuz. Bu imkanların oluşturulmasıyla şehir, geçmişte İskandinav ve Alman, şimdilerde ise başta Somali ve Vietnamlıların artan göçlerine kucak açabilen, yaşam kalitesini düşürmeyen, aksine yükseltebilen bir yapıya kavuşmuş. Şehirde ev sahipliği oranı %72.9, Fortune 500 şirketlerinden tam 32 tanesi bu şehirde, kadınların işgücüne katılma oranı %67.4 ve işsizlik oranı ülke ortalamasının bir hayli altında: %7. Bu rakamlarla da karın kışın ortasında nasıl rahat bir yaşam kurulduğu anlaşılıyor değil mi? Evsizlik varsa sosyal yardımlaşma var, dondurucu soğuk varsa skyway’ler var. Burada her şey insan için!

Minneapolis’den bahsedip Amerika’nın yerli halkı olan Kızılderililerden bahsetmemek mümkün değil tabii. Öncelikle Minnesota eyaletinin ismi bile Kızılderililerden geliyor. Minnesota, Dakota dilinde “bulutlu” anlamına gelen, kızılderilice bir söz. Minnesota bölgesine ilk ayak basan “yabancılar” Fransızlar. Bölgedeki diğer Kızılderili kabilesi olan Ojibway’lerin dilinde halen yer alan “Boozhoo” kelimesinin Fransızcadaki “Bonjour”dan geldiğine inanılıyor. Fransızların başka diller konuşmama konusundaki ısrarı düşünülürse, son derece olası bir iddia ;) 

Bir ilginç bilgi daha, Minnesota, telefon rehberinde en çok rastlanan ismin “Smith” olmadığı tek Amerikan eyaleti. Smith yerine sarı sayfalarda en çok bulunan ismin “Peterson” olması, İskandinav kökleri konusunda da ciddi bir bilgi veriyor! Bu arada biz de kendisi Amerikan yerlisi soyundan gelen Profesör David Eugene Wilkins ’le bir araya gelip bu müthiş kültür ve sistemdeki mevcut yeri hakkında merak ettiklerimizi sorma fırsatı bulduk. Özetle, profesör kızılderili soyundan gelen tüm entelektüellerin yapmaya çalıştığı gibi kültürlerinden ne kalmışsa koruma konusunda çok hassas. Bu nedenle de arazi araçlarına, ya da futbol takımlarına kızılderi kabilelerinin isimlerinin verilmesi konusuna daha dikkatli davranılması gerektiğini düşünüyor. Kendimize de çok yakın bulduğumuz bu kültür hakkında önemli bilgiler aldık ama içimizi kemiren “Kızılderililer Türk mü?” sorusunu sormadan kendisinden ayrıldık.


TAK ÇUBUĞA, BATIR YAĞA: MINNESOTA STATE FAIR!


İlk günden beri Amerikalı meslektaşlarımızın içinde programımızda görünen “Minnesota State Fair”le ilgili bir heyecan vardı ki sormayın.. “Minnesota State Fair” nedir diye sorarsanız, “İzmir fuarının kovboycası” derim size. Dev bir fuar alanı; içinde lunaparktan oyun alanlarına, yiyecek standlarından yarışmalara kadar  her şey var. Ama bizim için en ilgi çekici olan yiyeceklerdi! Burada her şey sopa ucunda ve her şey kızartılmış durumda. Pizza bile çubuğun ucunda, bisküvi bile kızartılıp yeniyor. Tam bir “junk food” çılgınlığı.. Yahu Oreo  gibi şahane bir lezzet icad etmişsin, daha onu neden kızartıyorsun? Ama kural öyle, burada her şey kızaracak, kaloriye kalori eklenecek. Bir de her şey sopa ucunda olacak, hatta insanlar bile.. Bakınız:


Minnesota State Fair, inek güzellik yarışmasından kongre adaylarının standlarına kadar ilginç bir deneyim oldu bize. Burada en çok hoşuma giden şeylerden biri politikanın hayatın ve eğlencenin de içinde olması.. Örneğin böyle bir fuarda adaylardan birinin standı karşınıza çıkabiliyor, seçim ekibi size projelerini A’dan Z’ye sıkmadan anlatabiliyor. Biz de Demokrat aday Jim Graves’in standı karşımıza çıkınca, diğerlerinin de hakkı kalmasın diye Cumhuriyetçi ve bağımsız adayların standlarını da bulup muhabbetimizi ettik. Türkiye’den geldiğimizi duyunca ciddi ilgi gösterdiler. Aslında galiba Türkiye’den gelip kendilerine ilgi göstermemize daha da çok ilgi gösterdiler! ;) Politikayı nasıl bu kadar eğlenceli hale getirdikleri konusuna seçimleri ve "convention"ları anlatırken döneceğim zaten.


Minneapolis seyahatimiz meşhur fuar, görüşmeler, 11.000 kişilik dev 3M yerleşkesini ve pek çok yerel yöneticiyi ziyaretle sona erdi, ver elini New York dedik.. Onu da bir sonraki yazıda anlatıyor olacağım.

(Bir dahaki yazı: “Kalbim Ege’de, ciğerim New York’da kaldı..”)