24 Ocak 2012 Salı

[Nisan 2011 - Esquire Yazımdan..]

Bu ay size para yönetiminin rockstarı’ndan bahsedeceğim. Hayır, havalı bir bankacıyı ya da efsaneleşmiş bir portföy yöneticisini anlatmayacağım sizlere. Gerçek bir rock yıldızının inişli çıkışlı hayat hikayesini ve hayatının ekonomiyle keşismesinin ilginç hikayesini anlatacağım. Bahsettiğimiz kişi dünya üzerinde yüz milyonun üstünde albümü satılmış,Q Dergisi tarafından hayattayken izlenmesi gereken 50 müzik grubu arasında sayılan, 90’ların tartışmasız en büyük rock grubu Guns ‘n Roses grubunun bas gitaristi Duff McKagan!

Bu ay ayrı bir mutluluğum var. Çünkü hayatımın önemli bir yarısı olan rock müzikle hayatımın diğer önemli yarısı olan ekonomiyi bir arada anlatabilecek olmanın tarifsiz mutluluğunu yaşıyorum! Bunu yaparken pek sevdiğim bir müzisyenden bahsetme şansını yakalayacağım. Ama eski bir müzisyen olmanın coşkusunu da dizginlemeye çalışarak “Ekonomistsin, ekonomist kal!” düsturuna sadık kalmaya çalışacağım. 


Hikayemiz aslında 1985 senesinde sonradan dünyanın en önemli rock gruplarından birisi olacak olan Guns ‘N Roses ‘ın kurulmasıyla başlıyor. Ama hikayesini anlatacağım Duff McKagan için dönüm noktası 1994 yılında pankreasının patlaması oluyor. Düzensiz hayat ve uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle vücudu yavaş yavaş iflas etmeye başlıyor müzisyenin. Sonrasında gelen iyileşme ve dinlenme sürecinde Mr.Brownstone’la yollarını ayıran McKagan’ın evde çok fazla zaman geçirme şansı oluyor ve bir gün dolaplardan birinde tıka basa bazı finansal raporlamalar buluyor. Merak edip karıştırdığında bunların o dönem “Dünyanın en çok kazanan rock grubu” olan GNR’ın finansalları olduğunu farkediyor. Kendi deyimiyle hiç bir şey anlamadığı belgelere bakarken şunu farkettiğini söylüyor: “30 yaşında bir milyonerdim ve paraya dair hiç bir fikrim yoktu!”      



Bunun üzerine içindeki asi rockçı ve akıllı işadamı minik bir toplantı yapıyor. Konuyla ilgili birşeyler yapılması gerektiğine karar veren McKagan en yakınındaki kolejden basit ekonomi dersleri almaya başlıyor. Bununla yetinmeyip 4 sene sonra Seattle’e taşınıyor ve başka ekonomi derslerine daha kaydoluyor, bunlarla başedip Seattle Universitesi’ne kabul ediliyor. Bu başarı hırsına hırs katıyor McKagan’ın, ekonomiyi anlamaya başladığını gördüğünde hangi dalda uzmanlaşmak istediğini de seçiyor: Hisse senetleri, yatırım uzmanlığı ve portföy yönetimi.

Bu dönemde efsane grup GNR dağılıyor, müzisyenler kendi yollarını çizmeye başlıyor. Duff birçok grup kurup yeniden turnelere çıkıyor ama ekonomiye olan ilgisi ve daha da önemlisi bilgisi enteresan bir şekilde diğer rock müzisyeni dostlarının dikkatini çekiyor. Bu arada diğer müzisyen dostları deyimiyle aynı zamanda dev Amerikan müzik endüstrisinin multi-milyoner aktörlerini kastetiğimizi unutmayalım. Bu konudaki ünü iyice yayılan Duff amatör bir şekilde dostlarına tavsiyeler vermeye, paralarını yönlendirmeye başlıyor. Hatta Playboy dergisinde ekonomi üzerine “Duffonomics” köşesini yazmaya başlıyor. (Emekli bir rock müzisyenine ekonomi yazıları yazdıran tek dergi Esquire Türkiye değil yani! ;) )

Yoğun ilgi ve yardım talepleri Duff’a bunun profesyonel olarak yapılabilecek bir iş olduğu fikrini veriyor. “Takım elbiseli adamlarla rock yıldızları çok uzaklardı. İki taraf da birbirine hiç güvenmediği gibi birbirinden nefret ediyordu. Neden bu ikisi arasında bir köprü olmayayım dedim ve şirketimi kurdum” diyor Duff ve Meridian Rock isimli portföy yönetimi şirketini kuruyor. Tecrübeli bir İngiliz finans uzmanı ile birlikte kurdukları şirketin piyasadaki diğer binlercesinden farkı ne diye sorulduğunda Duff kendi tecrübeleriyle açıklıyor: “20’li yaşlarda müzik piyasasında başarıyı yakalayınca paranın her zaman gelmeye devam edeceğini zannediyorsunuz. Konserinize gelen ve albümünüzü alan milyonlar, bir gün hepsi bir anda yok oluyorlar! Akıl sağlığını korumak için o güne hazırlıklı olmak gerekiyor! 20 yaşımda milyoner oldum, 60 yaşımda parasız olmak istemiyorum! Sadece bu.” diyor olanca cool’luğuyla.


Kendisine özellikle rockçıların neden böyle bir yönlendirmeye ihtiyacı olduğu sorulduğunda ise şöyle diyor McKagan: “Müzisyenlerde ama özellikle Rockçılarda inanılmaz bir ego vardır. Tüm o sihir, insana kendini o kadar büyük hissettirir ki herhangi bir konuda, herhangi birinden tavsiye almak istemezsin! Rockstar genellikle tüm o akıllı tavsiyelere kulaklarını kapatan kişidir!” Doğru söze ne denir!

Duff McKagan’ın hikayesi, erken sayılabilecek bir yaşta yaşam tarzını tamamıyla değiştirip yeryüzüne yumuşak iniş yapmaya karar veren bir milyonerin, bir rock ikonunun, bir yıldızın hikayesi. Hayatının geri kalanını en iyi anladığı iki işi birleştirerek sürdürmeye karar vermiş bir işadamının hikayesi. Aynı zamanda da herkesin faydalanabileceği, çok akıllı tespitlerle dolu bir hikaye. Örneğin “Rockstar tüm akıllı tavsiyelere kulaklarını kapatan kişidir!” Ben kendi adıma bu sözden bir çıkarım yaptım mesela. Bunca senedir gördüklerimi gözümün önünden geçiriyor ve diyorum ki; eğer bu tanım doğruysa bizim sadece sahnelerimiz değil, piyasalarımız da rockstardan geçilmiyor demek ki, ne dersiniz?      

28.000.000 = Dünyada “Tüm zamanların en çok satan albümü” olmuş Guns ‘n Roses - Appetite for Destruction albümünün satış rakamı.

PARANIN ROCKSTARI!

[Nisan 2011 - Esquire Yazımdan..]

Bu ay size para yönetiminin rockstarı’ndan bahsedeceğim. Hayır, havalı bir bankacıyı ya da efsaneleşmiş bir portföy yöneticisini anlatmayacağım sizlere. Gerçek bir rock yıldızının inişli çıkışlı hayat hikayesini ve hayatının ekonomiyle keşismesinin ilginç hikayesini anlatacağım. Bahsettiğimiz kişi dünya üzerinde yüz milyonun üstünde albümü satılmış,Q Dergisi tarafından hayattayken izlenmesi gereken 50 müzik grubu arasında sayılan, 90’ların tartışmasız en büyük rock grubu Guns ‘n Roses grubunun bas gitaristi Duff McKagan!

Bu ay ayrı bir mutluluğum var. Çünkü hayatımın önemli bir yarısı olan rock müzikle hayatımın diğer önemli yarısı olan ekonomiyi bir arada anlatabilecek olmanın tarifsiz mutluluğunu yaşıyorum! Bunu yaparken pek sevdiğim bir müzisyenden bahsetme şansını yakalayacağım. Ama eski bir müzisyen olmanın coşkusunu da dizginlemeye çalışarak “Ekonomistsin, ekonomist kal!” düsturuna sadık kalmaya çalışacağım. 


Hikayemiz aslında 1985 senesinde sonradan dünyanın en önemli rock gruplarından birisi olacak olan Guns ‘N Roses ‘ın kurulmasıyla başlıyor. Ama hikayesini anlatacağım Duff McKagan için dönüm noktası 1994 yılında pankreasının patlaması oluyor. Düzensiz hayat ve uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle vücudu yavaş yavaş iflas etmeye başlıyor müzisyenin. Sonrasında gelen iyileşme ve dinlenme sürecinde Mr.Brownstone’la yollarını ayıran McKagan’ın evde çok fazla zaman geçirme şansı oluyor ve bir gün dolaplardan birinde tıka basa bazı finansal raporlamalar buluyor. Merak edip karıştırdığında bunların o dönem “Dünyanın en çok kazanan rock grubu” olan GNR’ın finansalları olduğunu farkediyor. Kendi deyimiyle hiç bir şey anlamadığı belgelere bakarken şunu farkettiğini söylüyor: “30 yaşında bir milyonerdim ve paraya dair hiç bir fikrim yoktu!”      



Bunun üzerine içindeki asi rockçı ve akıllı işadamı minik bir toplantı yapıyor. Konuyla ilgili birşeyler yapılması gerektiğine karar veren McKagan en yakınındaki kolejden basit ekonomi dersleri almaya başlıyor. Bununla yetinmeyip 4 sene sonra Seattle’e taşınıyor ve başka ekonomi derslerine daha kaydoluyor, bunlarla başedip Seattle Universitesi’ne kabul ediliyor. Bu başarı hırsına hırs katıyor McKagan’ın, ekonomiyi anlamaya başladığını gördüğünde hangi dalda uzmanlaşmak istediğini de seçiyor: Hisse senetleri, yatırım uzmanlığı ve portföy yönetimi.

Bu dönemde efsane grup GNR dağılıyor, müzisyenler kendi yollarını çizmeye başlıyor. Duff birçok grup kurup yeniden turnelere çıkıyor ama ekonomiye olan ilgisi ve daha da önemlisi bilgisi enteresan bir şekilde diğer rock müzisyeni dostlarının dikkatini çekiyor. Bu arada diğer müzisyen dostları deyimiyle aynı zamanda dev Amerikan müzik endüstrisinin multi-milyoner aktörlerini kastetiğimizi unutmayalım. Bu konudaki ünü iyice yayılan Duff amatör bir şekilde dostlarına tavsiyeler vermeye, paralarını yönlendirmeye başlıyor. Hatta Playboy dergisinde ekonomi üzerine “Duffonomics” köşesini yazmaya başlıyor. (Emekli bir rock müzisyenine ekonomi yazıları yazdıran tek dergi Esquire Türkiye değil yani! ;) )

Yoğun ilgi ve yardım talepleri Duff’a bunun profesyonel olarak yapılabilecek bir iş olduğu fikrini veriyor. “Takım elbiseli adamlarla rock yıldızları çok uzaklardı. İki taraf da birbirine hiç güvenmediği gibi birbirinden nefret ediyordu. Neden bu ikisi arasında bir köprü olmayayım dedim ve şirketimi kurdum” diyor Duff ve Meridian Rock isimli portföy yönetimi şirketini kuruyor. Tecrübeli bir İngiliz finans uzmanı ile birlikte kurdukları şirketin piyasadaki diğer binlercesinden farkı ne diye sorulduğunda Duff kendi tecrübeleriyle açıklıyor: “20’li yaşlarda müzik piyasasında başarıyı yakalayınca paranın her zaman gelmeye devam edeceğini zannediyorsunuz. Konserinize gelen ve albümünüzü alan milyonlar, bir gün hepsi bir anda yok oluyorlar! Akıl sağlığını korumak için o güne hazırlıklı olmak gerekiyor! 20 yaşımda milyoner oldum, 60 yaşımda parasız olmak istemiyorum! Sadece bu.” diyor olanca cool’luğuyla.


Kendisine özellikle rockçıların neden böyle bir yönlendirmeye ihtiyacı olduğu sorulduğunda ise şöyle diyor McKagan: “Müzisyenlerde ama özellikle Rockçılarda inanılmaz bir ego vardır. Tüm o sihir, insana kendini o kadar büyük hissettirir ki herhangi bir konuda, herhangi birinden tavsiye almak istemezsin! Rockstar genellikle tüm o akıllı tavsiyelere kulaklarını kapatan kişidir!” Doğru söze ne denir!

Duff McKagan’ın hikayesi, erken sayılabilecek bir yaşta yaşam tarzını tamamıyla değiştirip yeryüzüne yumuşak iniş yapmaya karar veren bir milyonerin, bir rock ikonunun, bir yıldızın hikayesi. Hayatının geri kalanını en iyi anladığı iki işi birleştirerek sürdürmeye karar vermiş bir işadamının hikayesi. Aynı zamanda da herkesin faydalanabileceği, çok akıllı tespitlerle dolu bir hikaye. Örneğin “Rockstar tüm akıllı tavsiyelere kulaklarını kapatan kişidir!” Ben kendi adıma bu sözden bir çıkarım yaptım mesela. Bunca senedir gördüklerimi gözümün önünden geçiriyor ve diyorum ki; eğer bu tanım doğruysa bizim sadece sahnelerimiz değil, piyasalarımız da rockstardan geçilmiyor demek ki, ne dersiniz?      

28.000.000 = Dünyada “Tüm zamanların en çok satan albümü” olmuş Guns ‘n Roses - Appetite for Destruction albümünün satış rakamı.

22 Ocak 2012 Pazar

Bilkent İktisat Bölümü'nden Doç. Hakan Berument ile Merkez Bankası'ndan Eray Yücel’in yaptığı araştırmada futboldaki  Avrupa zaferleriyle Sanayi üretimi arasındaki ilişki araştırılmış. Türk takımlarının 1989 ile 2002 arasındaki bütün maçlarını inceleyip Türkiye İstatistik Kurumu'nun sanayi üretimi verileriyle karşılaştıran akademisyenler elde ettikleri sonuçları bir çalışmada toplamış. İkilinin araştırması, sonuç olarak Beşiktaş'ın üretim artışına katkısının daha fazla olduğunu ortaya koyuyor. Araştırmada Beşiktaş'ın sadece Avrupa değil İnönü Stadı galibiyetlerinin de sanayi üretimi artışına fazladan etkisi görülüyor. İnönü Stadı'ndan alınan bir galibiyet sanayi üretimindeki artışı yüzde 0.15 oranında artırıyor. Bunun en önemli sebebi olarak da, Beşiktaş seyircisinin sanayi üretimiyle birebir ilişkideki mavi yakalılar olması gösteriliyor.

ÇARŞI, KÖTÜ EKONOMİYE KARŞI!

Bilkent İktisat Bölümü'nden Doç. Hakan Berument ile Merkez Bankası'ndan Eray Yücel’in yaptığı araştırmada futboldaki  Avrupa zaferleriyle Sanayi üretimi arasındaki ilişki araştırılmış. Türk takımlarının 1989 ile 2002 arasındaki bütün maçlarını inceleyip Türkiye İstatistik Kurumu'nun sanayi üretimi verileriyle karşılaştıran akademisyenler elde ettikleri sonuçları bir çalışmada toplamış. İkilinin araştırması, sonuç olarak Beşiktaş'ın üretim artışına katkısının daha fazla olduğunu ortaya koyuyor. Araştırmada Beşiktaş'ın sadece Avrupa değil İnönü Stadı galibiyetlerinin de sanayi üretimi artışına fazladan etkisi görülüyor. İnönü Stadı'ndan alınan bir galibiyet sanayi üretimindeki artışı yüzde 0.15 oranında artırıyor. Bunun en önemli sebebi olarak da, Beşiktaş seyircisinin sanayi üretimiyle birebir ilişkideki mavi yakalılar olması gösteriliyor.
Bu satırların düzenli okuyucuları hatırlayacaktır, geçtiğimiz yıl içerisinde komşu Yunanistan’ın ekonomisini enine boyuna incelemiş, sonuçta ülke ekonomisi bu şekilde gitmeye devam ederse ülkenin adalarından başlayarak bazı tabiat güzelliklerini elden çıkarma yoluna gidebileceğini söylemiştik. Hatta yazının sonunda yakında para birleştirip 12 adalara girebiliriz demiştik. Şaka gerçek oldu. Sevinsek mi üzülsek mi bilemediğimiz bir gelişme yaşanıyor. Geçtiğimiz ay içerisinde CNR EXPO’da düzenlenen fuarda Yunanistan Adaları’nda ciddi emlak fırsatları potansiyel alıcılarla buluştu. Özellikle Santorini gibi turistik adalarda ciddi emlak satışları yaşanıyor. Para birleştirip adaya grime kavramı gerçek oluyor...
  

PARA BİRLEŞTİRİP ADAYA GİRMEK?

Bu satırların düzenli okuyucuları hatırlayacaktır, geçtiğimiz yıl içerisinde komşu Yunanistan’ın ekonomisini enine boyuna incelemiş, sonuçta ülke ekonomisi bu şekilde gitmeye devam ederse ülkenin adalarından başlayarak bazı tabiat güzelliklerini elden çıkarma yoluna gidebileceğini söylemiştik. Hatta yazının sonunda yakında para birleştirip 12 adalara girebiliriz demiştik. Şaka gerçek oldu. Sevinsek mi üzülsek mi bilemediğimiz bir gelişme yaşanıyor. Geçtiğimiz ay içerisinde CNR EXPO’da düzenlenen fuarda Yunanistan Adaları’nda ciddi emlak fırsatları potansiyel alıcılarla buluştu. Özellikle Santorini gibi turistik adalarda ciddi emlak satışları yaşanıyor. Para birleştirip adaya grime kavramı gerçek oluyor...
  
Dünyada tüm ülkeler vatandaşlarının sağlık koşullarını iyileştirmeye çalışadursun Rusya’dan ekonomik durgunluk için inanılmaz bir reçete geldi! Rusya Maliye Bakanı Aleksey Kudrin vatandaşlarından ekonomiyi canlandırmak için daha fazla alkol tüketmelerini ve sigara içmelerini istedi! Bakan, sosyal ihtiyaçların daha rahat karşılanabilmesi için vergi gelirlerinin artması gerektiğine dikkat çekerken, bunu  da tabii ki ülkenin en favori kalemleri arasında gelen alkol ve sigaraya dayandırıyor. "İnsanlar anlamalı; daha fazla alkol almak, daha fazla sigara içmek devlete daha fazla yardım anlamına geliyor" diyen Bakan Kudrin sözlerini "Eğer bir paket sigara içerseniz, sosyal problemlerin çözümüne daha fazla katkı sağlıyorsunuz demektir.” şeklinde sürdürmüş. 

Saçma ekonomik paketler deyince çok iddialı olabilecek bir memleketin çocuklarıyız ama bu kadar saçmasını biz bile duymamıştık! Bu arada Rusya, dünyada en çok alkol ve sigara tüketen ülke. Erkeklerin yüzde 65'i sigara kullanıyor. Ayrıca resmi rakamlara göre  Ruslar büyük çoğunluğu vodka olmak üzere kişi başı yıllık ortalama 18 litre alkol tüketiyor. Daha acısı bu zihni sinir projenin uygulanılmak istendiği ülkede yılda tam 500.000 kişi alkol ve sigaranın neden olduğu hastalıkalrdan dolayı yaşamını yitiriyor.

1 NİSAN ŞAKASI DEĞİL, EKONOMİK REÇETE !

Dünyada tüm ülkeler vatandaşlarının sağlık koşullarını iyileştirmeye çalışadursun Rusya’dan ekonomik durgunluk için inanılmaz bir reçete geldi! Rusya Maliye Bakanı Aleksey Kudrin vatandaşlarından ekonomiyi canlandırmak için daha fazla alkol tüketmelerini ve sigara içmelerini istedi! Bakan, sosyal ihtiyaçların daha rahat karşılanabilmesi için vergi gelirlerinin artması gerektiğine dikkat çekerken, bunu  da tabii ki ülkenin en favori kalemleri arasında gelen alkol ve sigaraya dayandırıyor. "İnsanlar anlamalı; daha fazla alkol almak, daha fazla sigara içmek devlete daha fazla yardım anlamına geliyor" diyen Bakan Kudrin sözlerini "Eğer bir paket sigara içerseniz, sosyal problemlerin çözümüne daha fazla katkı sağlıyorsunuz demektir.” şeklinde sürdürmüş. 

Saçma ekonomik paketler deyince çok iddialı olabilecek bir memleketin çocuklarıyız ama bu kadar saçmasını biz bile duymamıştık! Bu arada Rusya, dünyada en çok alkol ve sigara tüketen ülke. Erkeklerin yüzde 65'i sigara kullanıyor. Ayrıca resmi rakamlara göre  Ruslar büyük çoğunluğu vodka olmak üzere kişi başı yıllık ortalama 18 litre alkol tüketiyor. Daha acısı bu zihni sinir projenin uygulanılmak istendiği ülkede yılda tam 500.000 kişi alkol ve sigaranın neden olduğu hastalıkalrdan dolayı yaşamını yitiriyor.


MasterCard tarafından yaptırılan MasterIndex araştırması, “Elinize fazladan 40 bin lira geçse nasıl değerlendirirsiniz?” sorusuna Türkiye’nin 11 ilinde cevap aramış. Araştırmaya katılanların yüzde 19’u “ev alırım”, yüzde 15’i “otomobil alırım” ve yüzde 9’u “altına yatırım yaparım” yanıtını vermiş. Daha ilginci ise, uzunca bir süredir düzenli olan yapılan araştırmada son 5 senedir ilk sırada hep ev alma isteğinin bulunması. Diğer seçenekler yer değiştirse bile ev alma isteği birinciliği kimselere kaptırmıyor. “Ev alma komşu al” atasözü yakında “Ev de al, komşu da al” şeklinde değişecek anlaşılan...

ÖNCE EV!


MasterCard tarafından yaptırılan MasterIndex araştırması, “Elinize fazladan 40 bin lira geçse nasıl değerlendirirsiniz?” sorusuna Türkiye’nin 11 ilinde cevap aramış. Araştırmaya katılanların yüzde 19’u “ev alırım”, yüzde 15’i “otomobil alırım” ve yüzde 9’u “altına yatırım yaparım” yanıtını vermiş. Daha ilginci ise, uzunca bir süredir düzenli olan yapılan araştırmada son 5 senedir ilk sırada hep ev alma isteğinin bulunması. Diğer seçenekler yer değiştirse bile ev alma isteği birinciliği kimselere kaptırmıyor. “Ev alma komşu al” atasözü yakında “Ev de al, komşu da al” şeklinde değişecek anlaşılan...

“Borsada her zaman iyi hikayeler anlatılır” der kurt borsacılar ki son derece doğrudur. Hep kazananların hikayelerinin ballandırıla ballandırıla, kimi zaman bire bin katılarak anlatıldığı bir sanal tarafı da vardır  piyasaların. Tatsız tarafını da benden duyun öyleyse;  İSMMMO’nun “İMKB ve Mağdur Yatırımcı” raporunda, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın (İMKB) kuruluşundan bugüne geçen 26 yılda 55 şirketin hissesinin işleme kapatılırken, sayıları 400 bini bulan küçük yatırımcıların yaklaşık 1 milyar dolar zarar ettiği belirtiliyor. Sadece işleme kapatılan hisselerin mağdur ettiği yatırımcı sayısı 400.000 civarında.

BORSANIN TATSIZ YÜZÜ

“Borsada her zaman iyi hikayeler anlatılır” der kurt borsacılar ki son derece doğrudur. Hep kazananların hikayelerinin ballandırıla ballandırıla, kimi zaman bire bin katılarak anlatıldığı bir sanal tarafı da vardır  piyasaların. Tatsız tarafını da benden duyun öyleyse;  İSMMMO’nun “İMKB ve Mağdur Yatırımcı” raporunda, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın (İMKB) kuruluşundan bugüne geçen 26 yılda 55 şirketin hissesinin işleme kapatılırken, sayıları 400 bini bulan küçük yatırımcıların yaklaşık 1 milyar dolar zarar ettiği belirtiliyor. Sadece işleme kapatılan hisselerin mağdur ettiği yatırımcı sayısı 400.000 civarında.

Farmville oyununu artık hepimiz biliyoruz. Facebook’tan çıkıp tüm dünyayı kasıp kavuran bu oyunun çok basit bir mantığı var: Çiftliğinizi kurup ürünlerinizi büyüterek puan toplamak. Farmville trendi öyle bir hal aldı ki sanal dünyadan gerçek dünyaya taştı, Farmville marka çiftlik ürünleri çıktı, bu markayı taşıyan gerçek ürün isimlerini tescil ettirmek için büyük paralar sayıldı.. Ama sanırım en ilginci yine güzel ülkemizde yaşandı. 


Farmville’den ilham alan girişimci Beykoz Belediyesi, Beykoz’da tarım yapmaya müsait 50 metrekarelik minik çiftlikler kiraya vermeye başladı. Gelen talebe yetişemediğini belirten belediye, çiftlik sayısını 2, hatta 3 katına artırmak istediğini belirtiyor. Bize de bu girişimcilik karşısında hep birlikte “Beğen” butonuna  basmak düşer!


FARMVILLE, BEYKOZ’A TAŞTI!

Farmville oyununu artık hepimiz biliyoruz. Facebook’tan çıkıp tüm dünyayı kasıp kavuran bu oyunun çok basit bir mantığı var: Çiftliğinizi kurup ürünlerinizi büyüterek puan toplamak. Farmville trendi öyle bir hal aldı ki sanal dünyadan gerçek dünyaya taştı, Farmville marka çiftlik ürünleri çıktı, bu markayı taşıyan gerçek ürün isimlerini tescil ettirmek için büyük paralar sayıldı.. Ama sanırım en ilginci yine güzel ülkemizde yaşandı. 


Farmville’den ilham alan girişimci Beykoz Belediyesi, Beykoz’da tarım yapmaya müsait 50 metrekarelik minik çiftlikler kiraya vermeye başladı. Gelen talebe yetişemediğini belirten belediye, çiftlik sayısını 2, hatta 3 katına artırmak istediğini belirtiyor. Bize de bu girişimcilik karşısında hep birlikte “Beğen” butonuna  basmak düşer!


Aralık ayında hatırlarsınız, piyango ve piyango merakıyla ilgili bir yazı kaleme almış, bununla da kalmayıp potansiyel talihlimize bazı ilginç yatırım önerilerinde bulunmuştum.Yılbaşı geçti, çekilişler yapıldı, bazı talihliler şans güvercinin taaruzuna maruz kalıp zengin oldu. Ama her çekilişte daha da zengin olan biri var: Şans Güvercini’nin bizzat kendisi! 

Spor Toto Teşkilat Başkanlığı, 2010 yılında 3 milyar 746 milyon TL ciroya ve yüzde 34’lük "rekor" büyümeye imza atarak spor organizasyonları arasında dünya ikincisi oldu. 

Göğsümüz kabarırken cebimiz de biraz kabarsaydı fena olmazdı, ne dersiniz?

ŞANS GÜVERCİNİNİ ZENGİN ETMEK!

Aralık ayında hatırlarsınız, piyango ve piyango merakıyla ilgili bir yazı kaleme almış, bununla da kalmayıp potansiyel talihlimize bazı ilginç yatırım önerilerinde bulunmuştum.Yılbaşı geçti, çekilişler yapıldı, bazı talihliler şans güvercinin taaruzuna maruz kalıp zengin oldu. Ama her çekilişte daha da zengin olan biri var: Şans Güvercini’nin bizzat kendisi! 

Spor Toto Teşkilat Başkanlığı, 2010 yılında 3 milyar 746 milyon TL ciroya ve yüzde 34’lük "rekor" büyümeye imza atarak spor organizasyonları arasında dünya ikincisi oldu. 

Göğsümüz kabarırken cebimiz de biraz kabarsaydı fena olmazdı, ne dersiniz?
Gördüğünüz bu arabalardan birisi 1978 model  Peugeot 504, diğeri ise 2011 model bir Ferrari California. Yapmanızı istediğim bu arabalardan hangisinin daha pahalı olduğunu tahmin etmeniz. Ne kadar kolay değil mi? Aslında değil.. 


Nefes kesen Ferrari California 250.000 Euro civarında bir satış fiyatına sahipken  33 yıllık emektar Peugeot tam 1 milyon dolar ediyor! Peki nedir bu hurdayı bu kadar değerli yapan? 


Gördüğünüz Peuogeot İran Devlet başkanı Ahmedinejad’ın aracı. Gençler için yaptırılacak bir konut projesine kaynak sağlamak için aracını açık artırmaya çıkaran Ahmedinejad’ın arabasına verilen teklif “şimdilik” 1 milyon dolar! 
Bu fiyatla bu araç yanında duran sıfır kilometre Ferrari’den 2 adet alabiliyor!  

BU ARABALARDAN HANGİSİ DAHA PAHALI?

Gördüğünüz bu arabalardan birisi 1978 model  Peugeot 504, diğeri ise 2011 model bir Ferrari California. Yapmanızı istediğim bu arabalardan hangisinin daha pahalı olduğunu tahmin etmeniz. Ne kadar kolay değil mi? Aslında değil.. 


Nefes kesen Ferrari California 250.000 Euro civarında bir satış fiyatına sahipken  33 yıllık emektar Peugeot tam 1 milyon dolar ediyor! Peki nedir bu hurdayı bu kadar değerli yapan? 


Gördüğünüz Peuogeot İran Devlet başkanı Ahmedinejad’ın aracı. Gençler için yaptırılacak bir konut projesine kaynak sağlamak için aracını açık artırmaya çıkaran Ahmedinejad’ın arabasına verilen teklif “şimdilik” 1 milyon dolar! 
Bu fiyatla bu araç yanında duran sıfır kilometre Ferrari’den 2 adet alabiliyor!  

21 Ocak 2012 Cumartesi

[Eylül 2010 - Esquire Yazımdan..] 

İmkansız ve imkansızlıklar her zaman iyinin ve başarının yanında olmak zorunda değil. Kimi zaman bazı başarısızlıkların gerçekleşmesi de çok zor, hatta imkansız olabilir. Mesela dünya devi bir şirketi un ufak etmek, çok güçlü bir ülkeyi batırmak, kaybedilmesi imkansız bir maçı kaybetmek.. Hem ekonomi, hem de tarih bilgimiz bunların hepsinin gerçekleşebileceğini söyledi bize son zamanlarda. Hem de tekrar tekrar. İşte bugün böyle bir imkansızı başaran bir adamın hikayesini paylaşacağım sizinle. Bu gerçek hikaye borsada yapılamayacak kadar büyük zararlar edip batması imkansız olan 238 yıllık “Kraliçe’nin Bankası”nı tek başına batırabilmiş bir tek adamın hikayesi: Bu hikaye Nick Leeson’un hikayesi..



1967’nin Şubat ayında Nicholas Leeson dünyaya geldiğinde henüz yollarının kesişmediği Barrings Bankası, İngiltere’nin köklü ve saygın bir bankası olarak hayatını mutlu ve mesut bir şekilde sürdürüyordu. Napolyon Savaşlarını finanse etmiş olan bu dev banka o kadar güvenilir, o kadar eski ve sağlamdı ki gelenekçi ve sağlamcı İngilizlerin çoğunluğunun, hatta İngiltere kraliçesinin parası bile Barrings’e emanetti. Banka bu güveni son derece haklı çıkaracak muhafazakar ve tutucu bir yönetim anlayışı ile meşhurdu. Kısacası banka, ekonomistlerin çok sevdiği deyişle “Batamayacak kadar büyük”tü.

Ama Leeson batıramayacak kadar küçük değildi! Hırslı borsacı Leeson da elbette kariyerine Kraliçe’nin bankasını batıran adam olarak tarihe geçmek niyetiyle başlamamıştı. Ama kariyerinin ilk adımlarında bile hırsı ve inadı bu inanılmaz sonun ipuçlarını veriyordu. Arkadaşlarının tarifine göre Nick; bara gidildiğinde en çok içkiyi içen, işyerinde en çok işlemi gerçekleştiren, havuza gidildiğinde en hızlı  yüzebilen kişi olmayı çok seviyordu. Ayrıca iş seçiminden belli olduğu gibi Nick, parayı, parayla ilgilenmeyi ve paranın getirdiği herşeyi de fazlasıyla seviyordu.


Yıl 1985.. O yıl İngiltere Müzik listelerinin zirvesinde Tears for Fears’dan Shout vardı. İşe şalvar pantolonlar ve vatkalı ceketlerden oluşan son derece havalı takımlarla gidiliyordu. İşte bu yıllarda Leeson okuldan mezun olup iş hayatına başlamıştı bile. Bir kaç farklı yatırım bankasında çalıştıktan sonra finans piyasaları için bir okul olan Morgan Stanley’de ve sonrasında da hem kendisi, hem de başka birçok kişi için son durak olacak Barrings’de çalışmaya başladı.


Yıl 1992..İngiltere Pop Listelerinde çok ilginç bir şarkı listebaşı. George Michael ve Sir Elton John bir ağızdan “Don’t let the Sun go down on me” diyor. İngiltere adeta üzerinden batıp gidecek bir güneşi hissetmiş gibi... Dünya finans piyasaları tüm aç gözlülüğü ile daha sonraları kendi başına büyük dertler açacak olan türev ürünler ile artık iyice içli dışlı olmaya başlıyor. Vadeli piyasalar tüm dünyada olanca hızıyla gelişirken finansın başkenti Londra da elbette bu değişikliğe kayıtsız kalmıyor. Barrings Bank, umut veren piyasalardan olan Singapur’dan sorumlu olması için, en umut veren uzmanlarından biri olan Leeson’ı gönderiyor. Kendisinden beklentiler büyük. Bu yeni ve riskli piyasada kendini göstermesi bekleniyor.

Başlangıçta işler hiç de fena gitmiyor. Londra’ya uzakdoğudan hep güzel haberler, hesaplara hep güzel paralar geliyor. Tam bir alan memnun satan memnun durumu yaşanıyor. Leeson’ın üstleri kendisini uzakdoğu sorumlu yapmakla ne kadar doğru bir iş yaptıklarını ifade ederek her fırsatta kendisiyle övündüklerini söylüyorlar. Hatta kendisine tam da bu dönemde bir lakap takıyorlar: “Altın Çocuk”.  Altın Çocuk olmak Nick’in karakteriyle de son derece parelel aslında. Girdiği her ortamda, yaptığı her işte birinci olmanın dışında bir alternatifi kabullenemeyen Altın Çocuğun sonunu da tam bu özelliği ufak ufak hazırlıyor işte: Yenilgiyi kabullenememesi.

Yenilgi kelimesi ile bir türlü yıldızı barışamayan Altın Çocuğumuz, riskli piyasalarda ettiği güzel karların yanında ciddi zararlarda da karşılaşıyor. Zararlarını daha da büyük riskler alarak telafi etmeye çalışıyor. Her yatırımcının başına gelebileği gibi piyasanın doğası gereği kimi zaman kazanıyor, kimi zamansa kaybediyor. Ancak piyasanın doğası Leeson’ın doğasına söz geçiremiyor bir türlü. Çok normal olarak karlar ve zararlar birbirini takip ederek gelse de zararlar bir türlü gün yüzüne çıkmıyor. Gerçekten Leeson’ın yönettiği hesaplar piyasaların tüm karışıklığına rağmen nasıl oluyorsa sürekli kar ediyor!

Sürekli kar eden portföyler piyasa gerçeklerinden azıcık anlayacak her insan için şüphe uyandırıcı olsa da Londra’daki banka yöneticileri normal olarak dönem sonu kar ve zararlarla ilgileniyorlar. Başarıya alışmış ve tüm çevresini de alıştırmış bir altın çocuk tarafından idare edilen ve sürekli olarak kar eden bir portföye normal olarak kimsenin itirazı olmuyor. Karlar karları, onlar daha büyük karları takip ediyor. Bu sırada hala ufak tefek zararlar olsa da büyük miktarlarda zararlar hala ortada yok. Ortada olmamaları çok normal çünkü bütün bu süre içerisinde zarar doğuran işlemlerin hepsi Nick’in 88888 adını verdiği hata hesabında birikiyor. Yani piyasa gereği olması gerektiği gibi kar ve zararlar edilmiş, karlar göğsünü gere gere ortalarda gezerken zararları gören olmamış çünkü onlar Leeson’ın icadı olan hata hesabında gözlerden uzak birikmiş de birikmiş.. Olayı basit bir havuz problemi gibi anlatmak gerekirse karlar havuzun görünen kısmında damla damla birikirken havuzun tıpası çoktan fırlamış, zararlar tüm havuzu boşaltmış hatta eksiye geçirmiş ancak Altın Çocuk tüm ışıkları kapattığı için gerçeği kimse görememiş!

Leeson için uykusuz geceleri stresli günler kovalamaya başlıyor.Her zarar daha da büyük risklerle kapatılmaya çalışılırken kartopu etkisiyle dev boyutlara ulaşıyor. Sahne tipik bir kumarhane filminde olduğu gibi: Oyuncu hala masada, soğuk soğuk terliyor, her kaybettiği elde zararı daha da büyüyor ama sürekli oynamaya da devam ediyor. Derken Nick artık tüm bu açmazı inanılmaz büyüklükte son bir risk alarak kapatmayı hedefliyor. Bu aşamada sanırım olayın ekonomiyle ya da yatırımın herhangi bir şekliyle hiçbir ilişkisinin kalmadığını belirtmeme gerek yok. Bu noktada iş tamamıyla bir kumara, bir yazı tura oyununa dönüyor!

16 Ocak 1995’te yine kaderin garip bir cilvesi olarak müzik listelerinin tepesindeki şarkı olan “Here comes the hotstepper!”, sanki yaklaşan felaketi ve felaketin baş kahramanını haber veriyordu.  O gün yatağa girdiğinde Nick “Ya hep ya hiç!” demişti.  Singapur ve Tokyo Borsalarındaki türev enstrümanlar aracılığıyla aldığı pozisyonlarda, özetle Japonya piyasalarının aşağı yönlü bir hareket yapmayacağı beklentisi üzerine tam bir kumar oynamıştı. Nicholas Leeson o gece yatağa girdi. Gözlerini kapadı. Birkaç saat sonra gecenin sabaha yakın bir saatinde televizyonunu açmasını söyleyen bir telefon aldı. Telefonu kapatıp televizyonunu açtı. Gördüklerine inanmak istemiyordu. Kobe Depremi meydana gelmişti! Ve bunun çok normal bir sonucu olarak ertesi gün Uzakdoğu piyasalarının hepsi trajik bir şekilde değer kaybederek açılacaktı. Bu, ters yönde yatırım yapmış herkes için berbat bir haberdi! Ama daha ötesi; bu, ters yönde hayatının kumarını oynamış birisi için ölümden de beterdi!

O gün ve takip eden diğer günler tam da altın çocuğun tahmin ettiği gibi işkence gibi geçti. Artık Leeson’ın icadı olan ve Çin inanışlarına göre çok şanslı kabul edilen sayılardan oluşan  88888  no.lu hesabı artık  şiştikçe şişmiş, patlamaya yaklaşmıştı. Nick’in sabrı ve sinirleri de öyle. Sonunda 23 Şubat günü masasına bir not bırakarak kaçtı. Notta sadece şu yazılıydı: “Üzgünüm!”  Kraliçe’nin batması imkansız bankasını batıran, bir dünya devine dünya finans tarihinin en imkansız  kayıplarından birini yaşatan, tüm bunları kendi kazancı için değil, sadece kaybetmeme korkusuna ve başarı hırsına yenildiği için yapan, 28 yaşında bir tıfıl oğlan, imkansızı başarmış ve herşeyin ardından sadece üzgünüm deyip ortadan kaybolmuştu!

Altın çocuk ortadan kaybolduğunda ardında bıraktığı kayıp da gerçekten altın değerindeydi! Barrings Bank’ın Nicholas Leeson’ın işlemlerinden kaynaklanan zararı tam tamına 827 milyon pound yani 1.4 milyar dolardı! Leeson imkansızı başarmıştı, bankayı tek başına batırmıştı! Koskoca Napolyon savaşlarını finanse eden banka, bir broker’ın kendi egosuyla savaşını finanse edememişti! Kaçak Leeson önce Malezya’ya, ordan Tayland’a ve Almanya’ya kaçtı. 20 Kasım 1995’de Londra’nın klüplerinde Mariah Carrey’in Fantasy şarkısı en çok çalınan şarkıyken, tüm bu fantazi nihayet sona erdi, Leeson yakalanarak yargılanmak üzere hapse atıldı. Time dergisine kapak olan fotoğrafı tam yakalandığı sırada çekilmiştir. Derginin kapağında Leeson’ın fotoğrafının üzerinde sadece iki kelime yazar: Ego ve Hırs!

Nick Leeson’ın yakalanmasından sonra yaşananlar da aslında bir serinin devam filmi olabilecak kadar ilginç. Öncelikle Leeson’ın tek başına çürüttüğü dev çınar Barrings Bank, ING’ye tam 1 pound karşılığında satılır. Nick, 6.5 yıllık cezaya çarptırılır. Cezasının 4 yılını tamamladıktan sonra serbest bırakılır. İtibarına, ailesine ve sağlığına veda etmiş bir şekilde. Strese bağlı geliştiğine hiç şüphe olmayan bir kanser türüne yakalandığı açıklanır. Ama güzel haber, kanser altın çocuğu bugüne kadar alt etmeyi başaramadı.

Hikayesini dinlerken kendisi için sevinelim mi yoksa üzülelim mi bilemediğimiz hikaye kahramanlarından biri Nicholas Leeson. Kimileri piyasa kurallarının tümünü çiğnemiş bir şarlatan olarak,  kimileri ise herhangi bir ahlaksızlık yapmamış, sadece egosunun ve başarı hırsının kurbanı olmuş bir zavallı olarak görüyor onu. Ama gerçek ne olursa olsun tek bir sonuç var: Nick Leeson imkansızı gerçekleştirmiş bir adamdır ve hikayesi çok değerlidir!

Sadece borsacılar ya da finansçılar için değil, iş hayatında başkalarıyla olduğu kadar kadar kendi iç sesiyle, kendi egosuyla da mücadele eden, kariyeri için herşeyinden vazgeçebilen nicelerimize! İçimizdeki “Altın çocuk”lara tokat gibi bir derstir!  

Bu hikayeden neler öğrendik?
1. Hırsın da egonun da fazlası zarar getirir,
2. Bol tekrarlı rakamlar sadece piyango da değil, gerçek hayatta da şanssızlık demektir,
3. Yalnızca başaranların değil, başaramayanların hikayeleri de son derece kıymetlidir,
4. Sadece müzik listelerine kulak vererek mükemmel bir yatırım stratejisi çizebilmek mümkündür!
   

İMKANSIZI BAŞARAN BİR ADAMIN HİKAYESİ...

[Eylül 2010 - Esquire Yazımdan..] 

İmkansız ve imkansızlıklar her zaman iyinin ve başarının yanında olmak zorunda değil. Kimi zaman bazı başarısızlıkların gerçekleşmesi de çok zor, hatta imkansız olabilir. Mesela dünya devi bir şirketi un ufak etmek, çok güçlü bir ülkeyi batırmak, kaybedilmesi imkansız bir maçı kaybetmek.. Hem ekonomi, hem de tarih bilgimiz bunların hepsinin gerçekleşebileceğini söyledi bize son zamanlarda. Hem de tekrar tekrar. İşte bugün böyle bir imkansızı başaran bir adamın hikayesini paylaşacağım sizinle. Bu gerçek hikaye borsada yapılamayacak kadar büyük zararlar edip batması imkansız olan 238 yıllık “Kraliçe’nin Bankası”nı tek başına batırabilmiş bir tek adamın hikayesi: Bu hikaye Nick Leeson’un hikayesi..



1967’nin Şubat ayında Nicholas Leeson dünyaya geldiğinde henüz yollarının kesişmediği Barrings Bankası, İngiltere’nin köklü ve saygın bir bankası olarak hayatını mutlu ve mesut bir şekilde sürdürüyordu. Napolyon Savaşlarını finanse etmiş olan bu dev banka o kadar güvenilir, o kadar eski ve sağlamdı ki gelenekçi ve sağlamcı İngilizlerin çoğunluğunun, hatta İngiltere kraliçesinin parası bile Barrings’e emanetti. Banka bu güveni son derece haklı çıkaracak muhafazakar ve tutucu bir yönetim anlayışı ile meşhurdu. Kısacası banka, ekonomistlerin çok sevdiği deyişle “Batamayacak kadar büyük”tü.

Ama Leeson batıramayacak kadar küçük değildi! Hırslı borsacı Leeson da elbette kariyerine Kraliçe’nin bankasını batıran adam olarak tarihe geçmek niyetiyle başlamamıştı. Ama kariyerinin ilk adımlarında bile hırsı ve inadı bu inanılmaz sonun ipuçlarını veriyordu. Arkadaşlarının tarifine göre Nick; bara gidildiğinde en çok içkiyi içen, işyerinde en çok işlemi gerçekleştiren, havuza gidildiğinde en hızlı  yüzebilen kişi olmayı çok seviyordu. Ayrıca iş seçiminden belli olduğu gibi Nick, parayı, parayla ilgilenmeyi ve paranın getirdiği herşeyi de fazlasıyla seviyordu.


Yıl 1985.. O yıl İngiltere Müzik listelerinin zirvesinde Tears for Fears’dan Shout vardı. İşe şalvar pantolonlar ve vatkalı ceketlerden oluşan son derece havalı takımlarla gidiliyordu. İşte bu yıllarda Leeson okuldan mezun olup iş hayatına başlamıştı bile. Bir kaç farklı yatırım bankasında çalıştıktan sonra finans piyasaları için bir okul olan Morgan Stanley’de ve sonrasında da hem kendisi, hem de başka birçok kişi için son durak olacak Barrings’de çalışmaya başladı.


Yıl 1992..İngiltere Pop Listelerinde çok ilginç bir şarkı listebaşı. George Michael ve Sir Elton John bir ağızdan “Don’t let the Sun go down on me” diyor. İngiltere adeta üzerinden batıp gidecek bir güneşi hissetmiş gibi... Dünya finans piyasaları tüm aç gözlülüğü ile daha sonraları kendi başına büyük dertler açacak olan türev ürünler ile artık iyice içli dışlı olmaya başlıyor. Vadeli piyasalar tüm dünyada olanca hızıyla gelişirken finansın başkenti Londra da elbette bu değişikliğe kayıtsız kalmıyor. Barrings Bank, umut veren piyasalardan olan Singapur’dan sorumlu olması için, en umut veren uzmanlarından biri olan Leeson’ı gönderiyor. Kendisinden beklentiler büyük. Bu yeni ve riskli piyasada kendini göstermesi bekleniyor.

Başlangıçta işler hiç de fena gitmiyor. Londra’ya uzakdoğudan hep güzel haberler, hesaplara hep güzel paralar geliyor. Tam bir alan memnun satan memnun durumu yaşanıyor. Leeson’ın üstleri kendisini uzakdoğu sorumlu yapmakla ne kadar doğru bir iş yaptıklarını ifade ederek her fırsatta kendisiyle övündüklerini söylüyorlar. Hatta kendisine tam da bu dönemde bir lakap takıyorlar: “Altın Çocuk”.  Altın Çocuk olmak Nick’in karakteriyle de son derece parelel aslında. Girdiği her ortamda, yaptığı her işte birinci olmanın dışında bir alternatifi kabullenemeyen Altın Çocuğun sonunu da tam bu özelliği ufak ufak hazırlıyor işte: Yenilgiyi kabullenememesi.

Yenilgi kelimesi ile bir türlü yıldızı barışamayan Altın Çocuğumuz, riskli piyasalarda ettiği güzel karların yanında ciddi zararlarda da karşılaşıyor. Zararlarını daha da büyük riskler alarak telafi etmeye çalışıyor. Her yatırımcının başına gelebileği gibi piyasanın doğası gereği kimi zaman kazanıyor, kimi zamansa kaybediyor. Ancak piyasanın doğası Leeson’ın doğasına söz geçiremiyor bir türlü. Çok normal olarak karlar ve zararlar birbirini takip ederek gelse de zararlar bir türlü gün yüzüne çıkmıyor. Gerçekten Leeson’ın yönettiği hesaplar piyasaların tüm karışıklığına rağmen nasıl oluyorsa sürekli kar ediyor!

Sürekli kar eden portföyler piyasa gerçeklerinden azıcık anlayacak her insan için şüphe uyandırıcı olsa da Londra’daki banka yöneticileri normal olarak dönem sonu kar ve zararlarla ilgileniyorlar. Başarıya alışmış ve tüm çevresini de alıştırmış bir altın çocuk tarafından idare edilen ve sürekli olarak kar eden bir portföye normal olarak kimsenin itirazı olmuyor. Karlar karları, onlar daha büyük karları takip ediyor. Bu sırada hala ufak tefek zararlar olsa da büyük miktarlarda zararlar hala ortada yok. Ortada olmamaları çok normal çünkü bütün bu süre içerisinde zarar doğuran işlemlerin hepsi Nick’in 88888 adını verdiği hata hesabında birikiyor. Yani piyasa gereği olması gerektiği gibi kar ve zararlar edilmiş, karlar göğsünü gere gere ortalarda gezerken zararları gören olmamış çünkü onlar Leeson’ın icadı olan hata hesabında gözlerden uzak birikmiş de birikmiş.. Olayı basit bir havuz problemi gibi anlatmak gerekirse karlar havuzun görünen kısmında damla damla birikirken havuzun tıpası çoktan fırlamış, zararlar tüm havuzu boşaltmış hatta eksiye geçirmiş ancak Altın Çocuk tüm ışıkları kapattığı için gerçeği kimse görememiş!

Leeson için uykusuz geceleri stresli günler kovalamaya başlıyor.Her zarar daha da büyük risklerle kapatılmaya çalışılırken kartopu etkisiyle dev boyutlara ulaşıyor. Sahne tipik bir kumarhane filminde olduğu gibi: Oyuncu hala masada, soğuk soğuk terliyor, her kaybettiği elde zararı daha da büyüyor ama sürekli oynamaya da devam ediyor. Derken Nick artık tüm bu açmazı inanılmaz büyüklükte son bir risk alarak kapatmayı hedefliyor. Bu aşamada sanırım olayın ekonomiyle ya da yatırımın herhangi bir şekliyle hiçbir ilişkisinin kalmadığını belirtmeme gerek yok. Bu noktada iş tamamıyla bir kumara, bir yazı tura oyununa dönüyor!

16 Ocak 1995’te yine kaderin garip bir cilvesi olarak müzik listelerinin tepesindeki şarkı olan “Here comes the hotstepper!”, sanki yaklaşan felaketi ve felaketin baş kahramanını haber veriyordu.  O gün yatağa girdiğinde Nick “Ya hep ya hiç!” demişti.  Singapur ve Tokyo Borsalarındaki türev enstrümanlar aracılığıyla aldığı pozisyonlarda, özetle Japonya piyasalarının aşağı yönlü bir hareket yapmayacağı beklentisi üzerine tam bir kumar oynamıştı. Nicholas Leeson o gece yatağa girdi. Gözlerini kapadı. Birkaç saat sonra gecenin sabaha yakın bir saatinde televizyonunu açmasını söyleyen bir telefon aldı. Telefonu kapatıp televizyonunu açtı. Gördüklerine inanmak istemiyordu. Kobe Depremi meydana gelmişti! Ve bunun çok normal bir sonucu olarak ertesi gün Uzakdoğu piyasalarının hepsi trajik bir şekilde değer kaybederek açılacaktı. Bu, ters yönde yatırım yapmış herkes için berbat bir haberdi! Ama daha ötesi; bu, ters yönde hayatının kumarını oynamış birisi için ölümden de beterdi!

O gün ve takip eden diğer günler tam da altın çocuğun tahmin ettiği gibi işkence gibi geçti. Artık Leeson’ın icadı olan ve Çin inanışlarına göre çok şanslı kabul edilen sayılardan oluşan  88888  no.lu hesabı artık  şiştikçe şişmiş, patlamaya yaklaşmıştı. Nick’in sabrı ve sinirleri de öyle. Sonunda 23 Şubat günü masasına bir not bırakarak kaçtı. Notta sadece şu yazılıydı: “Üzgünüm!”  Kraliçe’nin batması imkansız bankasını batıran, bir dünya devine dünya finans tarihinin en imkansız  kayıplarından birini yaşatan, tüm bunları kendi kazancı için değil, sadece kaybetmeme korkusuna ve başarı hırsına yenildiği için yapan, 28 yaşında bir tıfıl oğlan, imkansızı başarmış ve herşeyin ardından sadece üzgünüm deyip ortadan kaybolmuştu!

Altın çocuk ortadan kaybolduğunda ardında bıraktığı kayıp da gerçekten altın değerindeydi! Barrings Bank’ın Nicholas Leeson’ın işlemlerinden kaynaklanan zararı tam tamına 827 milyon pound yani 1.4 milyar dolardı! Leeson imkansızı başarmıştı, bankayı tek başına batırmıştı! Koskoca Napolyon savaşlarını finanse eden banka, bir broker’ın kendi egosuyla savaşını finanse edememişti! Kaçak Leeson önce Malezya’ya, ordan Tayland’a ve Almanya’ya kaçtı. 20 Kasım 1995’de Londra’nın klüplerinde Mariah Carrey’in Fantasy şarkısı en çok çalınan şarkıyken, tüm bu fantazi nihayet sona erdi, Leeson yakalanarak yargılanmak üzere hapse atıldı. Time dergisine kapak olan fotoğrafı tam yakalandığı sırada çekilmiştir. Derginin kapağında Leeson’ın fotoğrafının üzerinde sadece iki kelime yazar: Ego ve Hırs!

Nick Leeson’ın yakalanmasından sonra yaşananlar da aslında bir serinin devam filmi olabilecak kadar ilginç. Öncelikle Leeson’ın tek başına çürüttüğü dev çınar Barrings Bank, ING’ye tam 1 pound karşılığında satılır. Nick, 6.5 yıllık cezaya çarptırılır. Cezasının 4 yılını tamamladıktan sonra serbest bırakılır. İtibarına, ailesine ve sağlığına veda etmiş bir şekilde. Strese bağlı geliştiğine hiç şüphe olmayan bir kanser türüne yakalandığı açıklanır. Ama güzel haber, kanser altın çocuğu bugüne kadar alt etmeyi başaramadı.

Hikayesini dinlerken kendisi için sevinelim mi yoksa üzülelim mi bilemediğimiz hikaye kahramanlarından biri Nicholas Leeson. Kimileri piyasa kurallarının tümünü çiğnemiş bir şarlatan olarak,  kimileri ise herhangi bir ahlaksızlık yapmamış, sadece egosunun ve başarı hırsının kurbanı olmuş bir zavallı olarak görüyor onu. Ama gerçek ne olursa olsun tek bir sonuç var: Nick Leeson imkansızı gerçekleştirmiş bir adamdır ve hikayesi çok değerlidir!

Sadece borsacılar ya da finansçılar için değil, iş hayatında başkalarıyla olduğu kadar kadar kendi iç sesiyle, kendi egosuyla da mücadele eden, kariyeri için herşeyinden vazgeçebilen nicelerimize! İçimizdeki “Altın çocuk”lara tokat gibi bir derstir!  

Bu hikayeden neler öğrendik?
1. Hırsın da egonun da fazlası zarar getirir,
2. Bol tekrarlı rakamlar sadece piyango da değil, gerçek hayatta da şanssızlık demektir,
3. Yalnızca başaranların değil, başaramayanların hikayeleri de son derece kıymetlidir,
4. Sadece müzik listelerine kulak vererek mükemmel bir yatırım stratejisi çizebilmek mümkündür!
   

20 Ocak 2012 Cuma

[Temmuz 2010 - Esquire Yazımdan..]

Günleri aylar, ayları yıllar kovalıyor, zaman kabullenemediğimiz bir hızla geçip gitmeye devam ediyor. Zaman hızla geçip yaşam tarzlarımızı, ilgilerimizi ve hatta ekonomik sistemlerimizi de çok büyük bir hızla değiştiriyor. Daha şimdiden önümüzdeki binyılın yeni ekonomisinde oluşacak yeni iş kolları ve meslekler konuşulmaya başlandı bile. Bu mesleklerden bir kısmı şu anki iş kollarının daha gelişmiş halleri, kimisi ise hepimize tamamen yeni ve son derece uçuk. Bu meslekleri görecek kadar yaşayabilir miyiz bilmiyorum ama hayal gücünü biraz zorlamanın kimseye zararı olmaz herhalde. Gelin önümüzdeki bin yılın yeni ekonomik sistemindeki yeni mesleklere bir bakalım...

İnternet Arkeoloğu: Internet Arkeoloğu önümüzdeki dönemin en ilginç mesleklerinden biri. Internetteki bilgi çokluğu ve kirliliği içinde aranılan bilgiye ulaşmak hayati önem taşıyor. Hele bir de bundan 30 sene sonra bugüninternette yer almış ve sizi ölümüne ilgilendiren bir haberi bulmanız gerektiğini hayal edin. İşte internet Arkeologları tam bu noktada devreye giriyor. İhtiyacınız olan bilgiyi gereksiz bilgi yığınlarının içinden –hatta çoğu zaman altından- hasar vermeden, ince bir işçilikle çıkarıp size sunuyorlar. Internet bu hızla değişip gelişirken, arşivi tutulmamış, yenilenmemiş, hatta kapanmış web siteleri için bile bu çalışmayı yapabilen web arkeologlara çok işimiz düşecek gibi görünüyor. Gerçi konu internet olunca Çılgın Türkler olarak bizler elin yabancılarının bir asır sonra yapacağı muhabbeti şimdiden yapıyoruz, örneğin “Bir Youtube vardı hatırlar mısınız?” Bu da internette onlardan bir asır kadar daha ilerde olduğumuzu gösterir! Ne kadar övünsek az!!!

E-İtibar Yöneticileri: Bu meslek grubundakiler bir önceki meslek grubu olan internet arkeologlarının yaptığının tam tersini yapıyorlar. Yani hakkınızda çıkan, sizi ilgilendiren haberler ve “kalıntılar” arasından olumlu olanları ön plana çıkarıp olumsuz olanları internetin karanlık odalarına hapsediyorlar. Böylece web üzerindeki itibarınızı istediğiniz şekilde yönetiyorlar. İlk buluşma öncesinde bile müstakbelimizin ismini google’lamadan evden çıkmayan bir nesil olarak e-itibar yöneticilerine son derece ihtiyaç duyacağımız kesin.

Duygu Tasarımcıları: Hemen heyecanlanmayın, bugünlerde benzincilerde satılan “Karşı Cinsin Duygularını Coşturan Kahve”ler kadar mucizevi buluşdan bahsetmeyeceğim. Tasarlanabilecek olan duygular karşı cinsin duyguları ya da spesifik olarak bir kişinin duyguları değil. Kastedilen, kitlelerin duygu yoğunluklarına, hislerine göre geliştirilecek olan yapay zeka ve sanal ortam uygulamaları. Bu da gelecekte reklamcılığın bir parçası olacağı söylenen bir kavram. Kararları biz veriyoruz zannederken kişileri atlayıp karar aşamalarında doğrudan beynin karar merkezlerine etki edecek uygulamalardan bahsediyoruz. İçimizden bir his durmadan bunu al, şunu yap, bunu sevme diyecek. Korkutucu değil mi?

Gen Haritacıları: İnsan vücudunun gizemlerini çözmek, TV’de belgesel izleyip mısır yiyerek “Vay anasını be!” demekten fazlasını gerektiriyormuş maalesef. Gen haritacıları vücudun gen haritasını çıkararak kişiye özel tedaviler geliştirmekle kalmayacak, bir de bu haritalar sayesinde hastalıklara daha oluşmadan çareler bulabileceklermiş. Hadi hayırlısı. İnsan sağlığı ve neslinin geleceği için tıp bilimi gündüzünü gecesine katmış çalışmaya devam ediyor yani! Gerçi ben halen dişçi koltuğuna oturduğumda çocukluğumdan beri duyduğum aynı matkap sesiyle irkilmeye ve aynı dayanılmaz acıları çekmeye devam ediyorum ve bu vesile ile başta İsviçreli bilim adamları olmak üzere ilgili herkese tıp biliminde daha hızlı çözümler için buradan haykırıyorum!

İklim Değiştirme Uzmanları: Dünyanın geri kalanı bizim aksimize “Havalar nasıl olursa olsun sizin havanız iyi olsun!” deyip kendini rahatlatamadığı için zavallı bir şekilde küresel ısınmadan korkmaya devam ediyor! Bunun için de iklim tabiata bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir demiş ve iklim geliştirme uzmanlığı diye bir meslek icad etmişler. İklim Değiştirme Uzmanları, küresel ısınmayla mücadele gibi uzun vadeli ulvi amaçların yanısıra dönemler ve bölgeler bazında da iklimleri kontrol etmeye çalışacaklar. Doğal afetlerle bu yolla mücadele edilecei gibi, tarımda verimliliğin de artırılabileceği söyleniyor. Fantezi bu ya, günün birinde ülkemizden iyi iklim mühendisleri çıkarsa belki sadece ilkokul kitaplarında kalan “Türkiye kendi kendisine yeten bir tarım ülkesidir“ saptaması da gerçek olur kimbilir? Ama görünüşe göre Türkiye maalesef hala Haziran ayının ortasında şehirlerinin  orta yerinde sel baskınları yaşayan bir doğal rafting ülkesi olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Internet Emlakçıları: İnternet ve internetle ilgili tüm işlerin pıtırcık gibi doğup bir anda çoğaldığı 2000’lerin başında denenmiş olsa da pek başarılı olamamış ama internetin kurallarının zamanla oturması ile birlikte yeniden gelişmesi beklenen bir iştir. İşin esasını gelişim gösterebileceği düşünülen web isimlerinin önceden satın alınıp belli fiyatlara ilgilenenlere satılması oluşturuyor. Ülkemizdeki işleyiş ise biraz farklı. Com.tr uzantısını sadece şirket isminin tescilli sahipleri alabiliyor ve jenerik isimleri almak gerçekten çok zor. Ama “.com” uzantılı global isimler için böyle bir şart tabii ki yok. Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti tabii. Mesela işin ciddiyetini ve büyüklüğünü daha iyi anlatabilmek için Sex.com adresinin 14 milyon dolara satıldığını hatırlatmak isterim. “Sex sells : seks satar” diyen haklıymış!

Sanal Mecra Yöneticileri: İddiaya göre gün gelecek sanal mecrada temsil edildiğimiz mecralar o kadar çoğalacak ki bu işe kendimiz yetişemeyeceğiz. Kişileri için abartılı olduğunu düşündüğüm bir iddia olsa da firmalar için bu durum ufak ufak oluşmaya başladı bile. Marka yönetiminin hiç azımsanamayacak eksiksiz bir parçası da markaların sanal mecralarda yönetimi haline geldi. Markanın Facebook sayfasının, Twitter profilinin ya da başka sanal mecralardaki temsilinin ciddi bir önemi var. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanımızın twitter hesabı açması bu konudaki ciddi bir deneyimdi mesela. Uzun süre gerçek mi değil mi, o değildir canım-yok vallahi oymuş’lar arasında gidip gelindiken sonra ortaya çıktı twitter’daki geçekten Cumhurbaşkanımızın hesabıymış. Bu konuyla ilgili bir danışmanının olması güzel, bu danışmanın gün içindeki mesaisinin şeklini hayal etmek daha da güzel!

Uzay Rehberliği: İşte tam biz Türklere göre bir meslek! Yurtdışında hizmet veren turist rehberlerimizin pekala uzayda da tekrarlayabilecekleri dillere destan başarılarını, nev-i  şahsına münhasır rehberlik metodlarını duymayan kalmadı. Eğer halen duymayan varsa internetinizi açıp “Ukrayna Kiev Turist Rehberi” yazmanız, bu işteki doğal kabiliyet ve yaratıcılığımızı keşfetmenize yeterli olacaktır! Aynı başarıyı uzayda da sürdürmek rehber kardeşlerimiz için çozuk oyuncağı olacaktır. Çok yakın bir gelecekte Virgin’in uzay gezilerinden ellerinde kilimler, kafalarında fesler ve üzerlerinde “I kiss Space” yazan t-shirtlerle güllü lokum yiyerek dönen uzay gezginleri görürseniz sonunda Türkler bu işe girmiş demektir!

Vücut Yedek Parçası ve Organ İmalatçıları: Biraz riskli olmakla birlikte milletçe başarılı olabileceğimiz bir başka alan. Genel çerçeve olarak, genetik biliminden faydalanılarak kişinin genetik özellikleri baz alınarak vücut parçalarının ve organlarının özel olarak üretilmesi. Fikir olarak tıp bilimini destekleyici, yine son derece yüce bir amaca hizmet edecek mükemmel bir fikir gibi duruyor. Ama insan vücudunun ticaretinin yapılması ve “imalat” kelimesiyle birlikte anılması insanı korkutmuyor da değil. Kalp, beyin, ciğer gibi organlarımızı değiştirebilme, keyfimize göre yeniden tasarlayıp yaptırabilme şansımızın olduğunu düşününce sizlere soruyorum; Türk erkekleri olarak en çok sipariş verilecek organ hangisi olurdu? Cevaplarınızdan utanın, halı sahalarda performansımızı daha da artırabilmek için daha büyük dalaklar, gayet tabii ki!

Rüya Tasarlayıcıları: Gel 2110 senesi gel! Planlanan gelişime göre yaklaşık 100 yıl içerisinde beynin rüya ile ilgilenen müdürlüklerinde de sözümüz dinlenir olacak ve artık beynin seçtiği değil, kendi tasarladığımız rüyaları görebilmemiz mümkün olacakmış. 1980’li yıllarda kasetlerin moda olduğu dönemi, kaset “çektirme” eylemini ve kaset çektirmek için saatlerce sıra bekleyişlerimizi hatırlayın lütfen! İşte bu eylemin aynısını rüya kasetleri çektirip istediğimiz rüyaları tasarlattırarak ve istemediklerimizi uzak tutarak yapabilecekmişiz. İddia ediyorum rüyalarımızı şekillendirebildiğimiz gün uyanık bir insan evladı kalmaz!

Gelecek yüzyılın mesleklerine bir göz atıp hayaller kurduktan sonra hepimiz için hiç de sıkıcı olmayan işlerimizin başına dönme zamanı geldi. Rüya Tasarlayıcıları, uzay rehberleri ve gen haritacıları ortaya çıkana kadar ekonomistlerle, gazetecilerle, doktorlarla yetinmeye, bilgisayar başından yapılan sanal dolgular icad edilene kadar da dişçileri kızdırmamaya devam!

GELECEĞİN MESLEKLERİ

[Temmuz 2010 - Esquire Yazımdan..]

Günleri aylar, ayları yıllar kovalıyor, zaman kabullenemediğimiz bir hızla geçip gitmeye devam ediyor. Zaman hızla geçip yaşam tarzlarımızı, ilgilerimizi ve hatta ekonomik sistemlerimizi de çok büyük bir hızla değiştiriyor. Daha şimdiden önümüzdeki binyılın yeni ekonomisinde oluşacak yeni iş kolları ve meslekler konuşulmaya başlandı bile. Bu mesleklerden bir kısmı şu anki iş kollarının daha gelişmiş halleri, kimisi ise hepimize tamamen yeni ve son derece uçuk. Bu meslekleri görecek kadar yaşayabilir miyiz bilmiyorum ama hayal gücünü biraz zorlamanın kimseye zararı olmaz herhalde. Gelin önümüzdeki bin yılın yeni ekonomik sistemindeki yeni mesleklere bir bakalım...

İnternet Arkeoloğu: Internet Arkeoloğu önümüzdeki dönemin en ilginç mesleklerinden biri. Internetteki bilgi çokluğu ve kirliliği içinde aranılan bilgiye ulaşmak hayati önem taşıyor. Hele bir de bundan 30 sene sonra bugüninternette yer almış ve sizi ölümüne ilgilendiren bir haberi bulmanız gerektiğini hayal edin. İşte internet Arkeologları tam bu noktada devreye giriyor. İhtiyacınız olan bilgiyi gereksiz bilgi yığınlarının içinden –hatta çoğu zaman altından- hasar vermeden, ince bir işçilikle çıkarıp size sunuyorlar. Internet bu hızla değişip gelişirken, arşivi tutulmamış, yenilenmemiş, hatta kapanmış web siteleri için bile bu çalışmayı yapabilen web arkeologlara çok işimiz düşecek gibi görünüyor. Gerçi konu internet olunca Çılgın Türkler olarak bizler elin yabancılarının bir asır sonra yapacağı muhabbeti şimdiden yapıyoruz, örneğin “Bir Youtube vardı hatırlar mısınız?” Bu da internette onlardan bir asır kadar daha ilerde olduğumuzu gösterir! Ne kadar övünsek az!!!

E-İtibar Yöneticileri: Bu meslek grubundakiler bir önceki meslek grubu olan internet arkeologlarının yaptığının tam tersini yapıyorlar. Yani hakkınızda çıkan, sizi ilgilendiren haberler ve “kalıntılar” arasından olumlu olanları ön plana çıkarıp olumsuz olanları internetin karanlık odalarına hapsediyorlar. Böylece web üzerindeki itibarınızı istediğiniz şekilde yönetiyorlar. İlk buluşma öncesinde bile müstakbelimizin ismini google’lamadan evden çıkmayan bir nesil olarak e-itibar yöneticilerine son derece ihtiyaç duyacağımız kesin.

Duygu Tasarımcıları: Hemen heyecanlanmayın, bugünlerde benzincilerde satılan “Karşı Cinsin Duygularını Coşturan Kahve”ler kadar mucizevi buluşdan bahsetmeyeceğim. Tasarlanabilecek olan duygular karşı cinsin duyguları ya da spesifik olarak bir kişinin duyguları değil. Kastedilen, kitlelerin duygu yoğunluklarına, hislerine göre geliştirilecek olan yapay zeka ve sanal ortam uygulamaları. Bu da gelecekte reklamcılığın bir parçası olacağı söylenen bir kavram. Kararları biz veriyoruz zannederken kişileri atlayıp karar aşamalarında doğrudan beynin karar merkezlerine etki edecek uygulamalardan bahsediyoruz. İçimizden bir his durmadan bunu al, şunu yap, bunu sevme diyecek. Korkutucu değil mi?

Gen Haritacıları: İnsan vücudunun gizemlerini çözmek, TV’de belgesel izleyip mısır yiyerek “Vay anasını be!” demekten fazlasını gerektiriyormuş maalesef. Gen haritacıları vücudun gen haritasını çıkararak kişiye özel tedaviler geliştirmekle kalmayacak, bir de bu haritalar sayesinde hastalıklara daha oluşmadan çareler bulabileceklermiş. Hadi hayırlısı. İnsan sağlığı ve neslinin geleceği için tıp bilimi gündüzünü gecesine katmış çalışmaya devam ediyor yani! Gerçi ben halen dişçi koltuğuna oturduğumda çocukluğumdan beri duyduğum aynı matkap sesiyle irkilmeye ve aynı dayanılmaz acıları çekmeye devam ediyorum ve bu vesile ile başta İsviçreli bilim adamları olmak üzere ilgili herkese tıp biliminde daha hızlı çözümler için buradan haykırıyorum!

İklim Değiştirme Uzmanları: Dünyanın geri kalanı bizim aksimize “Havalar nasıl olursa olsun sizin havanız iyi olsun!” deyip kendini rahatlatamadığı için zavallı bir şekilde küresel ısınmadan korkmaya devam ediyor! Bunun için de iklim tabiata bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir demiş ve iklim geliştirme uzmanlığı diye bir meslek icad etmişler. İklim Değiştirme Uzmanları, küresel ısınmayla mücadele gibi uzun vadeli ulvi amaçların yanısıra dönemler ve bölgeler bazında da iklimleri kontrol etmeye çalışacaklar. Doğal afetlerle bu yolla mücadele edilecei gibi, tarımda verimliliğin de artırılabileceği söyleniyor. Fantezi bu ya, günün birinde ülkemizden iyi iklim mühendisleri çıkarsa belki sadece ilkokul kitaplarında kalan “Türkiye kendi kendisine yeten bir tarım ülkesidir“ saptaması da gerçek olur kimbilir? Ama görünüşe göre Türkiye maalesef hala Haziran ayının ortasında şehirlerinin  orta yerinde sel baskınları yaşayan bir doğal rafting ülkesi olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Internet Emlakçıları: İnternet ve internetle ilgili tüm işlerin pıtırcık gibi doğup bir anda çoğaldığı 2000’lerin başında denenmiş olsa da pek başarılı olamamış ama internetin kurallarının zamanla oturması ile birlikte yeniden gelişmesi beklenen bir iştir. İşin esasını gelişim gösterebileceği düşünülen web isimlerinin önceden satın alınıp belli fiyatlara ilgilenenlere satılması oluşturuyor. Ülkemizdeki işleyiş ise biraz farklı. Com.tr uzantısını sadece şirket isminin tescilli sahipleri alabiliyor ve jenerik isimleri almak gerçekten çok zor. Ama “.com” uzantılı global isimler için böyle bir şart tabii ki yok. Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti tabii. Mesela işin ciddiyetini ve büyüklüğünü daha iyi anlatabilmek için Sex.com adresinin 14 milyon dolara satıldığını hatırlatmak isterim. “Sex sells : seks satar” diyen haklıymış!

Sanal Mecra Yöneticileri: İddiaya göre gün gelecek sanal mecrada temsil edildiğimiz mecralar o kadar çoğalacak ki bu işe kendimiz yetişemeyeceğiz. Kişileri için abartılı olduğunu düşündüğüm bir iddia olsa da firmalar için bu durum ufak ufak oluşmaya başladı bile. Marka yönetiminin hiç azımsanamayacak eksiksiz bir parçası da markaların sanal mecralarda yönetimi haline geldi. Markanın Facebook sayfasının, Twitter profilinin ya da başka sanal mecralardaki temsilinin ciddi bir önemi var. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanımızın twitter hesabı açması bu konudaki ciddi bir deneyimdi mesela. Uzun süre gerçek mi değil mi, o değildir canım-yok vallahi oymuş’lar arasında gidip gelindiken sonra ortaya çıktı twitter’daki geçekten Cumhurbaşkanımızın hesabıymış. Bu konuyla ilgili bir danışmanının olması güzel, bu danışmanın gün içindeki mesaisinin şeklini hayal etmek daha da güzel!

Uzay Rehberliği: İşte tam biz Türklere göre bir meslek! Yurtdışında hizmet veren turist rehberlerimizin pekala uzayda da tekrarlayabilecekleri dillere destan başarılarını, nev-i  şahsına münhasır rehberlik metodlarını duymayan kalmadı. Eğer halen duymayan varsa internetinizi açıp “Ukrayna Kiev Turist Rehberi” yazmanız, bu işteki doğal kabiliyet ve yaratıcılığımızı keşfetmenize yeterli olacaktır! Aynı başarıyı uzayda da sürdürmek rehber kardeşlerimiz için çozuk oyuncağı olacaktır. Çok yakın bir gelecekte Virgin’in uzay gezilerinden ellerinde kilimler, kafalarında fesler ve üzerlerinde “I kiss Space” yazan t-shirtlerle güllü lokum yiyerek dönen uzay gezginleri görürseniz sonunda Türkler bu işe girmiş demektir!

Vücut Yedek Parçası ve Organ İmalatçıları: Biraz riskli olmakla birlikte milletçe başarılı olabileceğimiz bir başka alan. Genel çerçeve olarak, genetik biliminden faydalanılarak kişinin genetik özellikleri baz alınarak vücut parçalarının ve organlarının özel olarak üretilmesi. Fikir olarak tıp bilimini destekleyici, yine son derece yüce bir amaca hizmet edecek mükemmel bir fikir gibi duruyor. Ama insan vücudunun ticaretinin yapılması ve “imalat” kelimesiyle birlikte anılması insanı korkutmuyor da değil. Kalp, beyin, ciğer gibi organlarımızı değiştirebilme, keyfimize göre yeniden tasarlayıp yaptırabilme şansımızın olduğunu düşününce sizlere soruyorum; Türk erkekleri olarak en çok sipariş verilecek organ hangisi olurdu? Cevaplarınızdan utanın, halı sahalarda performansımızı daha da artırabilmek için daha büyük dalaklar, gayet tabii ki!

Rüya Tasarlayıcıları: Gel 2110 senesi gel! Planlanan gelişime göre yaklaşık 100 yıl içerisinde beynin rüya ile ilgilenen müdürlüklerinde de sözümüz dinlenir olacak ve artık beynin seçtiği değil, kendi tasarladığımız rüyaları görebilmemiz mümkün olacakmış. 1980’li yıllarda kasetlerin moda olduğu dönemi, kaset “çektirme” eylemini ve kaset çektirmek için saatlerce sıra bekleyişlerimizi hatırlayın lütfen! İşte bu eylemin aynısını rüya kasetleri çektirip istediğimiz rüyaları tasarlattırarak ve istemediklerimizi uzak tutarak yapabilecekmişiz. İddia ediyorum rüyalarımızı şekillendirebildiğimiz gün uyanık bir insan evladı kalmaz!

Gelecek yüzyılın mesleklerine bir göz atıp hayaller kurduktan sonra hepimiz için hiç de sıkıcı olmayan işlerimizin başına dönme zamanı geldi. Rüya Tasarlayıcıları, uzay rehberleri ve gen haritacıları ortaya çıkana kadar ekonomistlerle, gazetecilerle, doktorlarla yetinmeye, bilgisayar başından yapılan sanal dolgular icad edilene kadar da dişçileri kızdırmamaya devam!

[Haziran 2010 - Esquire Yazımdan..]
Derginin bu ayki teması spor ve futbol olunca ekonomi yazısının da futbol temalı olması kaçınılmaz oldu. Gelin bu ay hepbirlikte spor ekonomisini, özellikle de pastanın en büyük parçası olan futbol endüstrisini, bu ekonomik düzenin önemli aktörlerini ve paylarını bir gözden geçirelim. Bunu yaparken ülkemizde hem ekonomi hem spor yazarlığı yapan azımsanmayacak kitlenin klişe saptamalarından, benzetmelerinden ve tanımlamalarından mümkün olduğunca uzak durmaya çalışalım...

Değişmez geyik konularımızdan en önemli iki tanesidir futbol ve ekonomi. Genellikle politika, arabalar ve kadınlar ikisini takip eder. Hepimizin A’dan Z’ye çok iyi bildiği, mutlaka söylecek sözümüzün olduğu, bilgi sahibi olmadan rahatlıkla fikir sahibi olabilinen, geyik anlarının şahane iki kurtarıcısıdır futbol ve ekonomi. Hatta iddia ediyorum, desteksiz sallamalar ve mesnetsiz uzmanlıklar cenneti olan bu iki konu içerisinde ekonomi ile ilgili olarak sallamak, futbolla ilgili sallamaktan çok daha da kolaydır. Ne de olsa futbolla ilgili esip gürlerken birisi çıkıp da mesela “Yahu cimbomluyum diye geçiniyorsun, ilk 11’i sayamazsın!” diyebilir ve bu fren cümle sizi bir anda futbol profesörlüğünden tıfıl stajyer düzeyine indirgeyebilir! Oysa ekonomide böyle bir risk de yok. İstediğiniz kadar sallayın kimse tutup da “Yahu 11 tane liberal ekonomist say da bi dinleyelim!” demez. Bunu size rahatlıkla garanti edebilirim. 

Futbol ve ekonomi konusunu hep eleştirdiğimiz kahvehane seviyesinden bir adım öteye taşıyıp bir anlamda birleştirecek olan bir konuyu inceleyeceğiz bu ay: Futbolun Ekonomik Değeri. Her ne kadar şu ana kadarki bir çok ekonomi yazımızda futbolla ilgili örnekler kullanmış, neredeyse her yazımızda futboldan bir hayli bahsetmiş olsak da bu sefer bahsedeceğimiz konu doğrudan doğruya futbolun kendisi! 

Futbolun ekonomik değeri deyince, yalnızca birebir futbolla ilgili olan ekonomik faaliyetleri kastedersek bile yaklaşık olarak 25 milyar dolarlık dev bir endüstriden bahsediyoruz. Ama ekonomik büyüklük sadece bu rakamla sınırlı değil. Dış faydalar ve birebir ilişkide bulunduğu yan sektörlerle birlikte futbolun doğurduğu ekonomik büyüklük 200 milyarın üstünde değerlendiriliyor. Durum pek de “Altı üstü 22 adam bir topun peşinde” durumu değil yani. 

22 adamın dama desenli meşin bir topun peşinde 90 dakika koşturması uzun süre önce basit bir spor dalı olmaktan çıktı. Peki ne oldu da futbol gerçek anlamda bir sektör, binlerce insana iş sağlayan dev bir endüstri halini aldı? Bu sorunun altından televizyonun yaygınlaşması ve medyanın virüs etkisi çıkıyor. Televizyondan önce futbol kendi halinde bir spor, futbolcular da hala ayakları yere basan normal insanlarken, televizyondan sonra bir futbol maçı sokakları doldurup boşaltabilen sosyal bir olay, futbolcular ise vücutlarındaki dövmelerinin koordinatları tüm dünya tarfından bilinen ikonlar haline gelmiş. Bu popülerlik sonucunda futbolcuları stil ikonlarına dönüşmesi, onları moda ve tüketim öncüleri haline getirmiş ve bu düzen böyle devam edip gitmiş. X futbolcu yakasını kaldırıyor diye o sene tüm t-shirtlerin yakası kalkmış, şu parfümü kullanıyor diye sokaklar o parfümle kokmuş. Alanın da verenin de razı olduğu, güçlü önderleri olan nefis bir tüketim mekanizması oluşmuş yani.

Futbolun Beşiği tabii ki Avrupa. Her ne kadar diğer kıtaların da dönem dönem öne çıkan takımları ya da starları oluyorsa da bu işin sistematik önderliğini kuşkusuz Avrupa yapıyor. Dünya futbol endüstrisinin yüzde 60’ını, yani 17 milyar dolarlık bir kısmını kıta Avrupası tek başına yapıyor, üstelik 5 büyük ligiyle. Bu dev liglerle geri kalan diğer tüm ligler arasında büyüklük açısından gerçekten ciddi bir uçurum sözkonusu. Dünyanın hem popülarite, hem değer anlamında en büyük 5 ligi olan İngiliz Premier Lig, İspanyol La Liga, İtalyan Serie A , Alman Bundesliga ve Fransız Ligue 1, tüm futbol endüstrisinin % 60’ını oluştururken, geriye kalan 43 lig ise tüm endüstrinin %40’ını aralarında paylaşıyor. Yani dünya futbol arenasında bizdeki 3 büyükler durumundan çok daha acımasız bir abi-kardeş durumu sözkonusu. Beş dev ligin sadece transfere ayırdığı bütçe aşağı yukarı 1 Milyar pound civarında. Yazması ya da konuşması çok rahat olmakla beraber, orta ölçekli bir devleti savaşa sokabilecek parasal büyüklüklerden bahsettiğimize dikkatinizi çekerim.

Futbol Ekonomisinden bahsedip de Amerikan Futbolu ve Super Bowl’dan bahsetmeden olur mu? Tahmin edeceğiniz gibi Futbol Ligi de herşeyi abartılı ve büyük porsiyonlarla yaşamayı seven Amerikan toplumunu yansıtan şekilde büyük bir ihtişamla yaşanıyor. ABD’de her sene yılın spor olayı olarak nitelendirilen ve bu sene 106 milyon 500 bin kişinin canlı izlediği NFL Futbol Ligi finali “Super Bowl”, reklam verenler için bir güç gösterisi, reklamcılar için bir geçit töreni olmaya devam ediyor. Krizden etkilenmiş olan mütevazı rakamlar, final maçı gecesi yayıncı kuruluşun 261 milyon dolarlık bir reklam aldığını gösteriyor. NBC Kanalı, final için 30 saniyelik toplam 69 reklam spotunu, 2.5-3 milyon $ arası değişen fiyatlarla satışa sunduğunda, yüzde 80`i anında satılmış! Onlar hala ayakla futbol oynamayı öğrenmeye çalışırken, biz de onlardan para kazanmayı öğreniyoruz yani!

Televizyonla futbol birbirini besleyen iki popüler sektör ve -ekonomi klişeleriyle ifade etmek gerekirse- iki bacasız ekonomi iken, futbolun varlığıyla şenlenen yokluğuyla hüzünlenen tek sektör de televizyon değil elbette. Turizm, tekstil, iletişim, yazılım, otomotiv hatta bankacılık ve finans, spor ekonomisinden nemalanan güzide sektörlerimizden bazıları. Spor izleyiciliği ve takım taraftarlığı gibi kavramlar toplu müşteri grupları anlamına da geldiği için doğal olarak tüm sektörlerin ağzını sulandırıyor. Aslan adam bu terliği giyer, timsah adam bu telefonla konuşur ya da kanarya dediğin bu arabaya biner demek cidden de çok kolay bir pazarlama yolu. Yoksa kanımızın ne renk aktığı pek de kimsenin umrunda değil aslında!

Peki bu dünyada futbol endüstrisi böyle büyük ve ihtişamlı pasta şeklindeyken bize düşen dilim ne büyüklükte dersiniz. Dilimimiz pastanın güzel bir yerinden, ama pek de büyük değil henüz maalesef. Son yayın hakları ihalesinden önce yapılmış olan hesaplarda Türkiye Futbol Ligi’ne biçilen ekonomik değer 700 milyon dolaar civarındaydı. Ama Ocak ayında gerçekleştirilen ve kimilerince son derece astronomik bulunan ihale sonucu süper lig yayın haklarımız dört seneliğine 321 milyon dolara alıcı buldu. Demek oluyor ki pasta büyüyor, daha büyük paraların dönmesiyle ligin kalitesi daha da artacak. Bu arada şampiyon olan klüplerin geliri de bir hayli artacak. Hele bir de aylardan Temmuz ise bambaşka artacak, zira bu sezonun şampiyonu Bursaspor şampiyonluğu nedeniyle son hesaplamalara göre 51 milyon TL civarında bir gelirle taçlanacak. Öte yandan takımın toplam bütçesi 9 milyon avro! Gelirin orantılı büyüklüğünü zenginin parası-züğürdün çenesi metodolojisini kullanarak buyrun siz hesaplayın! 

Ülkemizden bahsetmişken tabii bir de halka açık olan, hisseleri borsada işlem gören spor klüpleri durumu var. Üç artı bir büyüklerin tümünün IMKB’mizde anlı şanlı hisse senetleri boy göstermekte. Kimi yatırımcılar gerçekten yatırım değerine inandıkları, kimileri klüplerine faydalı olsun diye, kimi ise çerçeveletip duvarına asmak için aldı klüp hisselerini. Ama ortak bir gerçek var ki, sağlıklı bir temettü sistemini ancak filmlerde görebildiğimiz güzel ülkemizin güzel borsasında spor klüplerinin hisseleri kimseleri pek de memnun edemedi şu ana kadar. Mutlaka arada dönemsel hareketlerden güzel paralar kazanan şanslı yatırımcılar olmuştur ama genel trend şu ana kadar maalesef “Çarşı tavana karşı!” formasyonunda gelişti.

Biz bu sayfalardan ahkam kesip duralım, gerçek mesleği futbol ve ekonomistlik olan bir takım sayın abilerimiz de yok değil. Berberlerde son derece havalı olduğunu tahmin ettiğimiz bu abilerimizden Futbol Ekonomisti Tuğrul Akşar'ın Futbol Ekonomisi kitabında gerçekten çok entersan tespitler bulunmakta. Akşar’ın hesaplamalarına göre futbol, kendisi için bir birim gelir yaratırken, diğer sektörler için dokuz birim para yaratıyor. Örneğin,

• 2002 yılındaki Dünya Kupası'na Türkiye'den Kore ve Japonya'ya 2 bin 500 kişi gitmiş,
• Türkiye'nin bu kupada yarı finale çıkması, bayrak ve forma satışlarını patlatmış. Tekstil sektörü bir ayda ek 50 milyon dolar gelir elde etmiş. Maç arası reklam yayınlarından medya şirketlerinin elde ettiği gelir, saniye başına 14 kat artmış.
• Türkiye'nin katılamadığı 2006 Dünya Kupası sırasında ise LCD, plazma TV ve uydu anten satışı 190 milyon dolar arttı.
• Bu gerçekten ilginç, Almanya'da yapılan 2006 Dünya Kupası’nın Türkiye turizmini sekteye uğratmasının üzerine Türk turizm şirketleri, Alman kadınlarına yönelik "Kocanı bırak da gel" kampanyaları düzenlemişler. Pek iddialı bir slogan, umarım yanlış anlaşılmamışızdır! 

Gördüğünüz gibi bu büyük ekonomik sistemin karşısında durmaya hiç birşeyin gücü yetmezken, bu inanılmaz büyüklükteki sektör de, bir çoğumuz gibi, sadece tek birşeyden korkuyor: Kadınlardan! Kadınlar da bu pazara girdiği anda futbol endüstrisi tartışmasız dünyanın en büyük pazarı, en önemli sanayisi haline gelir. Başka bir deyişle; Kadınlar ofsaytı öğrendiği gün, futbol endüstrisi dünyayı yönetecek büyüklüğe gelir. Ama neyse ki bu çok yakın bir gelecek gibi görünmüyor değil mi?
Iki fanatik konusuyor: 
- Maça gitmiyor musun? 
- Ne diye gideyim?.. Futbol berbat... Hakemler kötü... 22 adam bi topun peşinde... Saatlerce gisede itiş kakış bekle... Çikista ayrı bir işkence... 
- Haklısın. Beni de senin gibi karim birakmiyor...

"Türkiye’nin ilk şirketleşen futbol klübü 3 büyüklerden birisi değil, bir Anadolu takımı olan Malatyaspor’dur."

PARALAR PEŞİN, DAMALI MEŞİN!

[Haziran 2010 - Esquire Yazımdan..]
Derginin bu ayki teması spor ve futbol olunca ekonomi yazısının da futbol temalı olması kaçınılmaz oldu. Gelin bu ay hepbirlikte spor ekonomisini, özellikle de pastanın en büyük parçası olan futbol endüstrisini, bu ekonomik düzenin önemli aktörlerini ve paylarını bir gözden geçirelim. Bunu yaparken ülkemizde hem ekonomi hem spor yazarlığı yapan azımsanmayacak kitlenin klişe saptamalarından, benzetmelerinden ve tanımlamalarından mümkün olduğunca uzak durmaya çalışalım...

Değişmez geyik konularımızdan en önemli iki tanesidir futbol ve ekonomi. Genellikle politika, arabalar ve kadınlar ikisini takip eder. Hepimizin A’dan Z’ye çok iyi bildiği, mutlaka söylecek sözümüzün olduğu, bilgi sahibi olmadan rahatlıkla fikir sahibi olabilinen, geyik anlarının şahane iki kurtarıcısıdır futbol ve ekonomi. Hatta iddia ediyorum, desteksiz sallamalar ve mesnetsiz uzmanlıklar cenneti olan bu iki konu içerisinde ekonomi ile ilgili olarak sallamak, futbolla ilgili sallamaktan çok daha da kolaydır. Ne de olsa futbolla ilgili esip gürlerken birisi çıkıp da mesela “Yahu cimbomluyum diye geçiniyorsun, ilk 11’i sayamazsın!” diyebilir ve bu fren cümle sizi bir anda futbol profesörlüğünden tıfıl stajyer düzeyine indirgeyebilir! Oysa ekonomide böyle bir risk de yok. İstediğiniz kadar sallayın kimse tutup da “Yahu 11 tane liberal ekonomist say da bi dinleyelim!” demez. Bunu size rahatlıkla garanti edebilirim. 

Futbol ve ekonomi konusunu hep eleştirdiğimiz kahvehane seviyesinden bir adım öteye taşıyıp bir anlamda birleştirecek olan bir konuyu inceleyeceğiz bu ay: Futbolun Ekonomik Değeri. Her ne kadar şu ana kadarki bir çok ekonomi yazımızda futbolla ilgili örnekler kullanmış, neredeyse her yazımızda futboldan bir hayli bahsetmiş olsak da bu sefer bahsedeceğimiz konu doğrudan doğruya futbolun kendisi! 

Futbolun ekonomik değeri deyince, yalnızca birebir futbolla ilgili olan ekonomik faaliyetleri kastedersek bile yaklaşık olarak 25 milyar dolarlık dev bir endüstriden bahsediyoruz. Ama ekonomik büyüklük sadece bu rakamla sınırlı değil. Dış faydalar ve birebir ilişkide bulunduğu yan sektörlerle birlikte futbolun doğurduğu ekonomik büyüklük 200 milyarın üstünde değerlendiriliyor. Durum pek de “Altı üstü 22 adam bir topun peşinde” durumu değil yani. 

22 adamın dama desenli meşin bir topun peşinde 90 dakika koşturması uzun süre önce basit bir spor dalı olmaktan çıktı. Peki ne oldu da futbol gerçek anlamda bir sektör, binlerce insana iş sağlayan dev bir endüstri halini aldı? Bu sorunun altından televizyonun yaygınlaşması ve medyanın virüs etkisi çıkıyor. Televizyondan önce futbol kendi halinde bir spor, futbolcular da hala ayakları yere basan normal insanlarken, televizyondan sonra bir futbol maçı sokakları doldurup boşaltabilen sosyal bir olay, futbolcular ise vücutlarındaki dövmelerinin koordinatları tüm dünya tarfından bilinen ikonlar haline gelmiş. Bu popülerlik sonucunda futbolcuları stil ikonlarına dönüşmesi, onları moda ve tüketim öncüleri haline getirmiş ve bu düzen böyle devam edip gitmiş. X futbolcu yakasını kaldırıyor diye o sene tüm t-shirtlerin yakası kalkmış, şu parfümü kullanıyor diye sokaklar o parfümle kokmuş. Alanın da verenin de razı olduğu, güçlü önderleri olan nefis bir tüketim mekanizması oluşmuş yani.

Futbolun Beşiği tabii ki Avrupa. Her ne kadar diğer kıtaların da dönem dönem öne çıkan takımları ya da starları oluyorsa da bu işin sistematik önderliğini kuşkusuz Avrupa yapıyor. Dünya futbol endüstrisinin yüzde 60’ını, yani 17 milyar dolarlık bir kısmını kıta Avrupası tek başına yapıyor, üstelik 5 büyük ligiyle. Bu dev liglerle geri kalan diğer tüm ligler arasında büyüklük açısından gerçekten ciddi bir uçurum sözkonusu. Dünyanın hem popülarite, hem değer anlamında en büyük 5 ligi olan İngiliz Premier Lig, İspanyol La Liga, İtalyan Serie A , Alman Bundesliga ve Fransız Ligue 1, tüm futbol endüstrisinin % 60’ını oluştururken, geriye kalan 43 lig ise tüm endüstrinin %40’ını aralarında paylaşıyor. Yani dünya futbol arenasında bizdeki 3 büyükler durumundan çok daha acımasız bir abi-kardeş durumu sözkonusu. Beş dev ligin sadece transfere ayırdığı bütçe aşağı yukarı 1 Milyar pound civarında. Yazması ya da konuşması çok rahat olmakla beraber, orta ölçekli bir devleti savaşa sokabilecek parasal büyüklüklerden bahsettiğimize dikkatinizi çekerim.

Futbol Ekonomisinden bahsedip de Amerikan Futbolu ve Super Bowl’dan bahsetmeden olur mu? Tahmin edeceğiniz gibi Futbol Ligi de herşeyi abartılı ve büyük porsiyonlarla yaşamayı seven Amerikan toplumunu yansıtan şekilde büyük bir ihtişamla yaşanıyor. ABD’de her sene yılın spor olayı olarak nitelendirilen ve bu sene 106 milyon 500 bin kişinin canlı izlediği NFL Futbol Ligi finali “Super Bowl”, reklam verenler için bir güç gösterisi, reklamcılar için bir geçit töreni olmaya devam ediyor. Krizden etkilenmiş olan mütevazı rakamlar, final maçı gecesi yayıncı kuruluşun 261 milyon dolarlık bir reklam aldığını gösteriyor. NBC Kanalı, final için 30 saniyelik toplam 69 reklam spotunu, 2.5-3 milyon $ arası değişen fiyatlarla satışa sunduğunda, yüzde 80`i anında satılmış! Onlar hala ayakla futbol oynamayı öğrenmeye çalışırken, biz de onlardan para kazanmayı öğreniyoruz yani!

Televizyonla futbol birbirini besleyen iki popüler sektör ve -ekonomi klişeleriyle ifade etmek gerekirse- iki bacasız ekonomi iken, futbolun varlığıyla şenlenen yokluğuyla hüzünlenen tek sektör de televizyon değil elbette. Turizm, tekstil, iletişim, yazılım, otomotiv hatta bankacılık ve finans, spor ekonomisinden nemalanan güzide sektörlerimizden bazıları. Spor izleyiciliği ve takım taraftarlığı gibi kavramlar toplu müşteri grupları anlamına da geldiği için doğal olarak tüm sektörlerin ağzını sulandırıyor. Aslan adam bu terliği giyer, timsah adam bu telefonla konuşur ya da kanarya dediğin bu arabaya biner demek cidden de çok kolay bir pazarlama yolu. Yoksa kanımızın ne renk aktığı pek de kimsenin umrunda değil aslında!

Peki bu dünyada futbol endüstrisi böyle büyük ve ihtişamlı pasta şeklindeyken bize düşen dilim ne büyüklükte dersiniz. Dilimimiz pastanın güzel bir yerinden, ama pek de büyük değil henüz maalesef. Son yayın hakları ihalesinden önce yapılmış olan hesaplarda Türkiye Futbol Ligi’ne biçilen ekonomik değer 700 milyon dolaar civarındaydı. Ama Ocak ayında gerçekleştirilen ve kimilerince son derece astronomik bulunan ihale sonucu süper lig yayın haklarımız dört seneliğine 321 milyon dolara alıcı buldu. Demek oluyor ki pasta büyüyor, daha büyük paraların dönmesiyle ligin kalitesi daha da artacak. Bu arada şampiyon olan klüplerin geliri de bir hayli artacak. Hele bir de aylardan Temmuz ise bambaşka artacak, zira bu sezonun şampiyonu Bursaspor şampiyonluğu nedeniyle son hesaplamalara göre 51 milyon TL civarında bir gelirle taçlanacak. Öte yandan takımın toplam bütçesi 9 milyon avro! Gelirin orantılı büyüklüğünü zenginin parası-züğürdün çenesi metodolojisini kullanarak buyrun siz hesaplayın! 

Ülkemizden bahsetmişken tabii bir de halka açık olan, hisseleri borsada işlem gören spor klüpleri durumu var. Üç artı bir büyüklerin tümünün IMKB’mizde anlı şanlı hisse senetleri boy göstermekte. Kimi yatırımcılar gerçekten yatırım değerine inandıkları, kimileri klüplerine faydalı olsun diye, kimi ise çerçeveletip duvarına asmak için aldı klüp hisselerini. Ama ortak bir gerçek var ki, sağlıklı bir temettü sistemini ancak filmlerde görebildiğimiz güzel ülkemizin güzel borsasında spor klüplerinin hisseleri kimseleri pek de memnun edemedi şu ana kadar. Mutlaka arada dönemsel hareketlerden güzel paralar kazanan şanslı yatırımcılar olmuştur ama genel trend şu ana kadar maalesef “Çarşı tavana karşı!” formasyonunda gelişti.

Biz bu sayfalardan ahkam kesip duralım, gerçek mesleği futbol ve ekonomistlik olan bir takım sayın abilerimiz de yok değil. Berberlerde son derece havalı olduğunu tahmin ettiğimiz bu abilerimizden Futbol Ekonomisti Tuğrul Akşar'ın Futbol Ekonomisi kitabında gerçekten çok entersan tespitler bulunmakta. Akşar’ın hesaplamalarına göre futbol, kendisi için bir birim gelir yaratırken, diğer sektörler için dokuz birim para yaratıyor. Örneğin,

• 2002 yılındaki Dünya Kupası'na Türkiye'den Kore ve Japonya'ya 2 bin 500 kişi gitmiş,
• Türkiye'nin bu kupada yarı finale çıkması, bayrak ve forma satışlarını patlatmış. Tekstil sektörü bir ayda ek 50 milyon dolar gelir elde etmiş. Maç arası reklam yayınlarından medya şirketlerinin elde ettiği gelir, saniye başına 14 kat artmış.
• Türkiye'nin katılamadığı 2006 Dünya Kupası sırasında ise LCD, plazma TV ve uydu anten satışı 190 milyon dolar arttı.
• Bu gerçekten ilginç, Almanya'da yapılan 2006 Dünya Kupası’nın Türkiye turizmini sekteye uğratmasının üzerine Türk turizm şirketleri, Alman kadınlarına yönelik "Kocanı bırak da gel" kampanyaları düzenlemişler. Pek iddialı bir slogan, umarım yanlış anlaşılmamışızdır! 

Gördüğünüz gibi bu büyük ekonomik sistemin karşısında durmaya hiç birşeyin gücü yetmezken, bu inanılmaz büyüklükteki sektör de, bir çoğumuz gibi, sadece tek birşeyden korkuyor: Kadınlardan! Kadınlar da bu pazara girdiği anda futbol endüstrisi tartışmasız dünyanın en büyük pazarı, en önemli sanayisi haline gelir. Başka bir deyişle; Kadınlar ofsaytı öğrendiği gün, futbol endüstrisi dünyayı yönetecek büyüklüğe gelir. Ama neyse ki bu çok yakın bir gelecek gibi görünmüyor değil mi?
Iki fanatik konusuyor: 
- Maça gitmiyor musun? 
- Ne diye gideyim?.. Futbol berbat... Hakemler kötü... 22 adam bi topun peşinde... Saatlerce gisede itiş kakış bekle... Çikista ayrı bir işkence... 
- Haklısın. Beni de senin gibi karim birakmiyor...

"Türkiye’nin ilk şirketleşen futbol klübü 3 büyüklerden birisi değil, bir Anadolu takımı olan Malatyaspor’dur."
[Mayıs 2010 - Esquire Yazımdan..]
Amerika’ydı, Dubai’ydi derken küresel fırtınada şemsiyesi ters dönenler arasına komşu Yunanistan da girdi işte! “Hayır söyle komşuna, hayır çıksın karşına!” diyen bir milletin evlatları olarak gelin şu Yunanistan meselesine ilkokul tarih bilgilerimizden ve tüm ön yargılarımızdan sıyrılarak son derece objektif bir bakış atalım... 

Geceleri Ege’nin diğer tarafından ışıkları göz kırpan, tatil günlerinde radyoları azıcık kurcalandığında başka bir dilde aynı melodileri duyup karışık hisler içine girmemize neden olan, “Aaa bu şarkı bizim şey değil mi ya?” ya da “Rüzgarsız bi günde karşıya yüzülür!” geyiklerinin başlıca muhatabı, zeytin ağaçları ve damla sakızı kokusu içinde, kuvvetle muhtemelen aynı geyiklerle karşıdan bizi seyreden komşu! Ama diğer taraftan da millli güvenlik nedeniyle savaş uçaklarını Ege Denizi üzerinde Türkiye ile geçen sene 1383 kez it dalaşı yaptıran ve bu işe 477 Milyon Euro harcayıp şu anda batma noktasına gelen kardeş ülke...

Euro Bölgesinin en zayıf halkası olan Yunanistan’ın yaşadığı ekonomik sorunları, kriz patlak verince iktidar ve muhalefetin birbirini suçlayışını, galeyana gelen halkın tepkisini ve protestolarını izleyince, hele hele de krizin sebep ve sonuçlarını biraz kavrayınca insan gerçekten bir suyun karşısındaki iki halkın birbirine aslında ne kadar fazla benzediğini de çok daha net görebiliyor. Dünya gerçekten koca bir köy, bizler de minicik bir suyun iki tarafında ayrı ayrı yaşayıp birbirinin her hareketini göz ucuyla kesen kan davalı kuzenleriz galiba! Hani şu meşhur Yeşil Vadi’yi bir türlü paylaşamayan Seferoğulları ve Tellioğulları’ndan hiçbir farkımız yok yani!

Kriz nasıl başladı, nasıl bu hallere gelindi gibi klişe bir başlangıç yapmaya hiç gerek yok. Krizin sebeplerini merak edenler bu sayfalarda daha önceki aylarda detaylarıyla bahsedilmiş olan Amerika ya da Dubai kriziyle ilgili yazıları bulup göz atabilirler. Sebepler üç aşağı beş yukarı aynı çünkü. Amerikalıların hesapsızlığı, Arapların Araplığı yerine bu hikayede Yunanlıların Akdeniz kanını koyun, işte size bambaşka bir coğrafyada karbon kopya tekniğiyle üretilmiş bir başka kriz! Küresel kriz bu, bulaşıcı hastalık işte. Kanınıza girip sizi en zayıf olduğunuz yerinizden vuruyor bu meymenetsiz. Avrupa bölgesinde de yaşlı ama pervasızca dekolteli bayan Merkel’in Alamanyasını, kısa boyuyla asla derdi olmayan komplekssiz lider Sarkozy’nin Fransa’sını, Akdeniz coğrafyasındaki tüm ülkelerin erkeklerinin kıskanarak baktığı alemci Berlusconi’nin Italya’sını atlayarak bizim telaşlı Yorgoları devirdi işte bu kriz mikrobu -ya da bu mikrop kriz!

Birkaç ay önce işlerin ufaktan sarpa sarmaya başlamasıyla birlikte finans piyasalarının her daim pusuda bekleyen akbabaları, yani derecelendirme kuruluşları anında sahneye çıktı. Standard&Poor’s, Fitch ve Moody’s hemen ülkenin kredi notunu indirdi. Kendileri kriz müddetince inandırıcılıklarını bir hayli yitirmiş olsalar da yine de panik havası bekleyen piyasaların fitilini ateşlemeye yettiler. Standard and Poor's, kredi notunu düşürmesine gerekçe olarak, Başbakan Yorgo Papandreu'nun açıkladığı tasarrufla ilgili önlemlerin kamu borç yükünde "sürdürülebilir" bir azalma sağlamasının mümkün olmamasını göstermişti. Yani heyecanla önlem paketini anlatan başbakana bir anlamda “Anlat anlat heyecanlı oluyor” gibi son derece moral bozucu bir cevap vermiş oldular. Bunun üzerine Papandreu da artistik bir hareketle ve süratle topu taca atmayı başardı. Bizlerin çok çok yakından tanıdığı “Enkaz devraldık” edebiyatına sarıldı ve önceki hükümetlerin düzeltilmesi imkansıza yakın bir ekonomik tablo bıraktığını açıkladı. Böylece daha biz girmeden, “Enkaz Edebiyatımız” Avrupa Birliği’ne girmiş oldu.

Tüm Yunanistan Ekonomik Krizi boyunca meydana gelen ve belki bizi de en çok ilgilendiren olay Almanların Yunanistan’a Ege adalarını satmasını tavsiye etmesi oldu. İlkokul tarih bilgilerimiz ve iç güdülerimiz de tam bu noktada şahlandı işte. Zenginlerimiz şöyle bir irkildi, hesap makinelerini çıkardı, sokaktaki adam bile ceplerini yokladı.. Acaba birleşip 12 adaları alabilir miydik? Facebook’tan başlayıp en ciddi ekonomi programları düzeyine varana kadar geniş bir yelpazede bu konu enine boyuna haftalarca tartışıldı! Sosyal iletişimin vazgeçilmez dünyası Facebook’ta gruplar kuruldu “İddiaya girerim 12 Adalar için 1 Lira verebilecek bir milyon kişi bulabilirim!” ya da “Yunan Adalarını satın almak isteyenler” tadında son derece ciddi sermaye grupları oluşmaya başladı bile. 

İlginçtir, bu kriz bize adalarda gözü olan ne kadar fazla ülke olduğunu da gösterdi. Örneğin Almanya. Almanya her zamanki ciddiyet ve disiplinini bu konuda da gösterdi. Konuyu bizim gibi kahvehane muhabbeti seviyesinde bırakmayarak ciddi analizler yapmaya başladı. Bu analizlere göre “Yunanistan'ın 3 bin 54 adaya sahip olduğu ve bunlardan sadece 87'sinde insanların yaşadığına işaret edilerek, adaların satışı konusunda Almanya'da bir pazarın da mevcut olduğunu, Hamburg kentindeki "Vladi Private Islands" adlı emlak şirketinin bir ada için 45 milyon euro teklif ettiği” belirtildi. Almanya ciddiydi! Bunun karşılığında elbette biz de ciddi birşeyler yapmalıydık! Yaptık. Hemen Facebooktaki gruplara daha çok arkadaşımızı davet ettik...

Bu arada Yunanistan’da hükümet hemen duruma el attı ve gerçekten çok sıkı bir önlem paketi açıkladı, “Vur deyince öldürmek” deyiminin Yunancada da sağlam bir karşılığı olduğunu gösterdi. Çalışanların maaş ve primlerinde kesinti, benzin, sigara ve içkiye zamlar, ek vergiler peşisıra geldi. Sendikalar örgütlendi, iş bırakma eylemleri yapıldı, parlemento önünde gösteriler düzenlendi. Bu gösterilerde güvenlik güçlerine bazı cisimlerin atılması polis Yorgo’yla polis Mahmut’un tahammül limitlerinin ne kadar benzeştiğini gösterdi ve polis gruba göz yaşartıcı gazla karşılık verdi. Sayısız gösterici ve bir polis yaralandı. Protestocu gruplar sendika temsilcisini yüzünden yaraladı. Ne kadar tanıdık değil mi?

Ekonominin ne kadar bozulduğunu en güzel ortaya koyan şey de şu oldu; krizin en ağır döneminde ülkede müzeler kapandı, arkeolojik bölgeler bakılamaz hale geldi. Ülkenin en büyük gelir kaynaklarından birisi olan turizm de bu şekilde çok büyük darbe yemiş oldu. Hal böyle olunca, Papandreu atladı uçağa, başladı destek ve tabii ki para aramaya. Gittiği her yerden para değil ama bol bol nasihatlar alarak geri döndü. Avrupa Birliği deyince en mühim kararlarda tüm dünyanın adeta ağzının içine baktığı Almanya tüm süreçte ikna edilmesi gereken en önemli ülkeydi, lakin hal böyleyken Merkel Hanım Yorgo’ya hiç yüz vermiyordu.. Sınıf Başkanı nemrut nemrut konuşsa da sınıfın haşarı ve tembel çocuğunu kurtarmak aslında kaçınılmazdı. Çünkü onun başarısızlığı, tüm sınıfın başarısızlığı sayılacak, hatta sınıfın varlığını bir kez daha sorgulatacak hale gelmişti.

Yunanistan Hükümeti, bir yandan kurtarılmak için beklerken bir yandan da kuyruğu dik tutuyor, adeta Çiçek Abbas naifliğinde herhangi bir yardım istemediklerini de her fırsatta söylüyorlardı. Ama aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyorlardı tabii. Papandreu bir açıklamasında Yunanistan’daki finansal istikrarsızlığın Avrupa, hatta ABD için bile büyük bir tehdit yarattığını ifade ediyordu: "ABD için zayıf euro doların yükselmesi anlamına geliyor. Bunun anlamı da ABD'nin dış ticaret açığının artmasıdır. Halen ABD'nin en büyük ticari ortağı AB sarsılırsa, sonuçları açıkça hissedilebilir" Yani ben batarsam sizi de çekerim, ona göre herkes aklını başına alsın diyordu ki haksız da sayılmazdı. Bu tehdit işe yaradı, böylece şerif Obama’dan da randevuyu kopardı bizim Yorgo.

Amerika’nın da desteği ile Avrupa Birliği destek paketi üzerinde çalıştıktan sonra Almanya’nın itirazlarına rağmen hazır olduklarını, Yunanistan’ın talebi halinde yardımın mümkün olacağını açıkladı. Bu esnada Papandreu’dan yardım istemeyiz mesajları gelmeye devam ediyordu. Yalnız işin enteresan tarafı bu kati mesajları verirken Başbakan’ın tam tamına 66.590 mil uçmuş olmasıydı. Papandreu eğer havayollarından mil toplamaya çalışmıyorsa hala yardım istemediğini söylemesinin ne inandırıcılığı kalıyor bilmiyorum! 

Sonuçta, çok taze bir gelişme olarak taraflar anlaştı, Yunanistan’ı kurtarma paketi açıklandı. 30 Milyar Eurosu AB’den, 15 Milyar Eurosu IMF’den olmak üzere 45 Milyarlık bir paket açıklandı. İstemem yan cebimi doldur’cu komşu “Hadi biz istememiştik ama madem verdiniz ortada kalmasın” anlayışıyla paketi tatmin edici bulduğunu açıkladı. Küresel Krizde berbat bir sınav kağıdı veren Avrupa Birliği, pamuk ipliğine bağlı varlığını sürdürebilmek için bu gerçekten de acı reçeteyi yazdı ve uygulayacak. Ancak hem Euro, hem de artık “içinde bir fakiri de olan zenginler klübü” AB, eski cazibesini ciddi anlamda kaybetmiş görünüyor. Her ne kadar halen girmek için kapıda bekleyen, neden beklediği belli olmayan ülkeler olsa da... 

Türkiye bu gidişle anlamsızca ısrarcı olduğu Avrupa’ya girmek konusunda 12 Adaları satın almaktan başka bir formül bulmalı gibi görünüyor ne dersiniz? 

DURUMİS BETERİS BRE KOMŞİ!

[Mayıs 2010 - Esquire Yazımdan..]
Amerika’ydı, Dubai’ydi derken küresel fırtınada şemsiyesi ters dönenler arasına komşu Yunanistan da girdi işte! “Hayır söyle komşuna, hayır çıksın karşına!” diyen bir milletin evlatları olarak gelin şu Yunanistan meselesine ilkokul tarih bilgilerimizden ve tüm ön yargılarımızdan sıyrılarak son derece objektif bir bakış atalım... 

Geceleri Ege’nin diğer tarafından ışıkları göz kırpan, tatil günlerinde radyoları azıcık kurcalandığında başka bir dilde aynı melodileri duyup karışık hisler içine girmemize neden olan, “Aaa bu şarkı bizim şey değil mi ya?” ya da “Rüzgarsız bi günde karşıya yüzülür!” geyiklerinin başlıca muhatabı, zeytin ağaçları ve damla sakızı kokusu içinde, kuvvetle muhtemelen aynı geyiklerle karşıdan bizi seyreden komşu! Ama diğer taraftan da millli güvenlik nedeniyle savaş uçaklarını Ege Denizi üzerinde Türkiye ile geçen sene 1383 kez it dalaşı yaptıran ve bu işe 477 Milyon Euro harcayıp şu anda batma noktasına gelen kardeş ülke...

Euro Bölgesinin en zayıf halkası olan Yunanistan’ın yaşadığı ekonomik sorunları, kriz patlak verince iktidar ve muhalefetin birbirini suçlayışını, galeyana gelen halkın tepkisini ve protestolarını izleyince, hele hele de krizin sebep ve sonuçlarını biraz kavrayınca insan gerçekten bir suyun karşısındaki iki halkın birbirine aslında ne kadar fazla benzediğini de çok daha net görebiliyor. Dünya gerçekten koca bir köy, bizler de minicik bir suyun iki tarafında ayrı ayrı yaşayıp birbirinin her hareketini göz ucuyla kesen kan davalı kuzenleriz galiba! Hani şu meşhur Yeşil Vadi’yi bir türlü paylaşamayan Seferoğulları ve Tellioğulları’ndan hiçbir farkımız yok yani!

Kriz nasıl başladı, nasıl bu hallere gelindi gibi klişe bir başlangıç yapmaya hiç gerek yok. Krizin sebeplerini merak edenler bu sayfalarda daha önceki aylarda detaylarıyla bahsedilmiş olan Amerika ya da Dubai kriziyle ilgili yazıları bulup göz atabilirler. Sebepler üç aşağı beş yukarı aynı çünkü. Amerikalıların hesapsızlığı, Arapların Araplığı yerine bu hikayede Yunanlıların Akdeniz kanını koyun, işte size bambaşka bir coğrafyada karbon kopya tekniğiyle üretilmiş bir başka kriz! Küresel kriz bu, bulaşıcı hastalık işte. Kanınıza girip sizi en zayıf olduğunuz yerinizden vuruyor bu meymenetsiz. Avrupa bölgesinde de yaşlı ama pervasızca dekolteli bayan Merkel’in Alamanyasını, kısa boyuyla asla derdi olmayan komplekssiz lider Sarkozy’nin Fransa’sını, Akdeniz coğrafyasındaki tüm ülkelerin erkeklerinin kıskanarak baktığı alemci Berlusconi’nin Italya’sını atlayarak bizim telaşlı Yorgoları devirdi işte bu kriz mikrobu -ya da bu mikrop kriz!

Birkaç ay önce işlerin ufaktan sarpa sarmaya başlamasıyla birlikte finans piyasalarının her daim pusuda bekleyen akbabaları, yani derecelendirme kuruluşları anında sahneye çıktı. Standard&Poor’s, Fitch ve Moody’s hemen ülkenin kredi notunu indirdi. Kendileri kriz müddetince inandırıcılıklarını bir hayli yitirmiş olsalar da yine de panik havası bekleyen piyasaların fitilini ateşlemeye yettiler. Standard and Poor's, kredi notunu düşürmesine gerekçe olarak, Başbakan Yorgo Papandreu'nun açıkladığı tasarrufla ilgili önlemlerin kamu borç yükünde "sürdürülebilir" bir azalma sağlamasının mümkün olmamasını göstermişti. Yani heyecanla önlem paketini anlatan başbakana bir anlamda “Anlat anlat heyecanlı oluyor” gibi son derece moral bozucu bir cevap vermiş oldular. Bunun üzerine Papandreu da artistik bir hareketle ve süratle topu taca atmayı başardı. Bizlerin çok çok yakından tanıdığı “Enkaz devraldık” edebiyatına sarıldı ve önceki hükümetlerin düzeltilmesi imkansıza yakın bir ekonomik tablo bıraktığını açıkladı. Böylece daha biz girmeden, “Enkaz Edebiyatımız” Avrupa Birliği’ne girmiş oldu.

Tüm Yunanistan Ekonomik Krizi boyunca meydana gelen ve belki bizi de en çok ilgilendiren olay Almanların Yunanistan’a Ege adalarını satmasını tavsiye etmesi oldu. İlkokul tarih bilgilerimiz ve iç güdülerimiz de tam bu noktada şahlandı işte. Zenginlerimiz şöyle bir irkildi, hesap makinelerini çıkardı, sokaktaki adam bile ceplerini yokladı.. Acaba birleşip 12 adaları alabilir miydik? Facebook’tan başlayıp en ciddi ekonomi programları düzeyine varana kadar geniş bir yelpazede bu konu enine boyuna haftalarca tartışıldı! Sosyal iletişimin vazgeçilmez dünyası Facebook’ta gruplar kuruldu “İddiaya girerim 12 Adalar için 1 Lira verebilecek bir milyon kişi bulabilirim!” ya da “Yunan Adalarını satın almak isteyenler” tadında son derece ciddi sermaye grupları oluşmaya başladı bile. 

İlginçtir, bu kriz bize adalarda gözü olan ne kadar fazla ülke olduğunu da gösterdi. Örneğin Almanya. Almanya her zamanki ciddiyet ve disiplinini bu konuda da gösterdi. Konuyu bizim gibi kahvehane muhabbeti seviyesinde bırakmayarak ciddi analizler yapmaya başladı. Bu analizlere göre “Yunanistan'ın 3 bin 54 adaya sahip olduğu ve bunlardan sadece 87'sinde insanların yaşadığına işaret edilerek, adaların satışı konusunda Almanya'da bir pazarın da mevcut olduğunu, Hamburg kentindeki "Vladi Private Islands" adlı emlak şirketinin bir ada için 45 milyon euro teklif ettiği” belirtildi. Almanya ciddiydi! Bunun karşılığında elbette biz de ciddi birşeyler yapmalıydık! Yaptık. Hemen Facebooktaki gruplara daha çok arkadaşımızı davet ettik...

Bu arada Yunanistan’da hükümet hemen duruma el attı ve gerçekten çok sıkı bir önlem paketi açıkladı, “Vur deyince öldürmek” deyiminin Yunancada da sağlam bir karşılığı olduğunu gösterdi. Çalışanların maaş ve primlerinde kesinti, benzin, sigara ve içkiye zamlar, ek vergiler peşisıra geldi. Sendikalar örgütlendi, iş bırakma eylemleri yapıldı, parlemento önünde gösteriler düzenlendi. Bu gösterilerde güvenlik güçlerine bazı cisimlerin atılması polis Yorgo’yla polis Mahmut’un tahammül limitlerinin ne kadar benzeştiğini gösterdi ve polis gruba göz yaşartıcı gazla karşılık verdi. Sayısız gösterici ve bir polis yaralandı. Protestocu gruplar sendika temsilcisini yüzünden yaraladı. Ne kadar tanıdık değil mi?

Ekonominin ne kadar bozulduğunu en güzel ortaya koyan şey de şu oldu; krizin en ağır döneminde ülkede müzeler kapandı, arkeolojik bölgeler bakılamaz hale geldi. Ülkenin en büyük gelir kaynaklarından birisi olan turizm de bu şekilde çok büyük darbe yemiş oldu. Hal böyle olunca, Papandreu atladı uçağa, başladı destek ve tabii ki para aramaya. Gittiği her yerden para değil ama bol bol nasihatlar alarak geri döndü. Avrupa Birliği deyince en mühim kararlarda tüm dünyanın adeta ağzının içine baktığı Almanya tüm süreçte ikna edilmesi gereken en önemli ülkeydi, lakin hal böyleyken Merkel Hanım Yorgo’ya hiç yüz vermiyordu.. Sınıf Başkanı nemrut nemrut konuşsa da sınıfın haşarı ve tembel çocuğunu kurtarmak aslında kaçınılmazdı. Çünkü onun başarısızlığı, tüm sınıfın başarısızlığı sayılacak, hatta sınıfın varlığını bir kez daha sorgulatacak hale gelmişti.

Yunanistan Hükümeti, bir yandan kurtarılmak için beklerken bir yandan da kuyruğu dik tutuyor, adeta Çiçek Abbas naifliğinde herhangi bir yardım istemediklerini de her fırsatta söylüyorlardı. Ama aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyorlardı tabii. Papandreu bir açıklamasında Yunanistan’daki finansal istikrarsızlığın Avrupa, hatta ABD için bile büyük bir tehdit yarattığını ifade ediyordu: "ABD için zayıf euro doların yükselmesi anlamına geliyor. Bunun anlamı da ABD'nin dış ticaret açığının artmasıdır. Halen ABD'nin en büyük ticari ortağı AB sarsılırsa, sonuçları açıkça hissedilebilir" Yani ben batarsam sizi de çekerim, ona göre herkes aklını başına alsın diyordu ki haksız da sayılmazdı. Bu tehdit işe yaradı, böylece şerif Obama’dan da randevuyu kopardı bizim Yorgo.

Amerika’nın da desteği ile Avrupa Birliği destek paketi üzerinde çalıştıktan sonra Almanya’nın itirazlarına rağmen hazır olduklarını, Yunanistan’ın talebi halinde yardımın mümkün olacağını açıkladı. Bu esnada Papandreu’dan yardım istemeyiz mesajları gelmeye devam ediyordu. Yalnız işin enteresan tarafı bu kati mesajları verirken Başbakan’ın tam tamına 66.590 mil uçmuş olmasıydı. Papandreu eğer havayollarından mil toplamaya çalışmıyorsa hala yardım istemediğini söylemesinin ne inandırıcılığı kalıyor bilmiyorum! 

Sonuçta, çok taze bir gelişme olarak taraflar anlaştı, Yunanistan’ı kurtarma paketi açıklandı. 30 Milyar Eurosu AB’den, 15 Milyar Eurosu IMF’den olmak üzere 45 Milyarlık bir paket açıklandı. İstemem yan cebimi doldur’cu komşu “Hadi biz istememiştik ama madem verdiniz ortada kalmasın” anlayışıyla paketi tatmin edici bulduğunu açıkladı. Küresel Krizde berbat bir sınav kağıdı veren Avrupa Birliği, pamuk ipliğine bağlı varlığını sürdürebilmek için bu gerçekten de acı reçeteyi yazdı ve uygulayacak. Ancak hem Euro, hem de artık “içinde bir fakiri de olan zenginler klübü” AB, eski cazibesini ciddi anlamda kaybetmiş görünüyor. Her ne kadar halen girmek için kapıda bekleyen, neden beklediği belli olmayan ülkeler olsa da... 

Türkiye bu gidişle anlamsızca ısrarcı olduğu Avrupa’ya girmek konusunda 12 Adaları satın almaktan başka bir formül bulmalı gibi görünüyor ne dersiniz? 
[ Nisan 2010 - Esquire Yazımdan..]

Bizler ekonomik krizin tüm suçunu ekonomistlerin ve finans dünyasının profesyonellerinin üzerine atarken onlar boş mu duruyor sanıyorsunuz? Emin olun onlar da tatsız piyasalarda, dalgalı ve stresli günlerde biraz da olsa keyiflenmek için yatırımcıların dedikodularını yapıyorlar! Bu dedikodulara biraz kulak verip piyasa profesyonellerinin yatırımcıları nasıl değerlendirdiğine bir göz atalım istedim. Hatta bununla da yetinmeyip filmleri çekilse onları kim oynardı sorularının cevaplarını da sizler için aradım... 


BİLGE YATIRIMCI 

Bu yatırımcı tipi gerçekten nerede hangi yatırım aracını kullanması gerektiğini, hangi vadede kalması gerektiğini, neyin ne zaman değerleneceğini, hangi dönemlerde hangilerinde kalınmaması gerektiğini çok net bilir ve uygular. Bilge yatırımcı, kendini borsaya asla kaptırmaz, fırsat dönemlerinde çok risk içermeyen hisselerden portföyünü büyük bir profesyonellikle derler. Bir kez yatırım kararını aldıktan sonra etraftan gelecek hiçbir sözün, sağdan soldan duyulan hiçbir yorumun bilge yatırımcının portföy dağılımını ya da konsantrasyonunu dağıtabilmesi imkansızdır. Neyi ne zaman, ne için ve nasıl yapacağını çok iyi bilir. Başarılı yatırımlarıyla hava atmayı sevmez, başarısız yatırımları ve hatalarını yol gösterici olsun diye rahatlıkla paylaşır. Teknik analiz, temel analiz bildiği gibi sokak jargonlarını da çok iyi bilir. Kurusıkı atanların bulunduğu ortamlarda ya bu işleri hiç konuşmaz, ya da söyledikleri birer cümleyle tüm konunun akışını belirler.

Kim Oynar? Tuncel Kurtiz
Repliği: ”Fırtınalı denizde süreceksen gemini, her dalgayı tanıyacaksın yeğen. Tanıyacaksın ki dalga dostun olsun! Günü geldiğinde öyle bir dalga yakalayacaksın ki Fibonacci bile şaşıracak!” 

KURUSIKI YATIRIMCI 

Çevremizde en yoğun şekilde görebileceğimiz yatırımcı tipidir. Bu grup asla kötü hikayelerini, başarısız yatırımlarını paylaşmaz, kırk yılda bir yaptıkları doğru yatırımları da bire bin katarak anlatırlar. Berber dükkanlarının, kahvehanelerin ve spor salonlarının değişmez simalarıdır, ekseriyetle ekonomiden de anladıkları yoktur. Bunların ekonomiden biraz anlayan cinsleri de vardır. Bunlar genellikle başka bir hayatları olmayan tek sohbetleri “Şunu şurdan aldım, bunu burdan yapıştırdım!” ekseninde seyreden kimselerdir. Uzun yıllar tanıyınca bu kişilerin hayat standartlarında herhangi bir yükselme olmadığını görmek zaten hikayelerinin doğruluk payının en güzel ispatıdır. Bu tip özellikle borsa yatırımlarını çok sever, çünkü kar etmek için değil, anlatmak için yatırım yapar. Ekonomik durumla ilgili başlayan borsa sohbetlerini, aynı sallama ve süsleme becerisiyle giriştikleri araba ve hatun muhabbetleri takip eder. Borsa “oynar”, hisse seçmekle at yarışında at seçmek bu tipler için farksızdır. 

Kim Oynar? Şener Şen
Repliği: “Tabandan almışım, tavandan satmışım, yok benden iyisi...”

BOHEM YATIRIMCI

Sessiz sedasız en çok kazanan yatırımcı tiplerinden birisidir. Rahatlığıyla tanınır. Bu rahatlığı giyim tarzından hobilerine, konuşmasından davranışlarına anında kendini gösterir. Genellikle işine motosikletle giden, tatillerini beş yıldızlı oteller ya da tatil köyleri yerine tekne turlarıyla değerlendiren, okuyan, trekking ya da dağcılıkla ilgilenen, doğayı seven, hayat üzerine kafa yoran , özgürlüğüne düşkün tiplerdir. Hayatı daha iyi anladıkları için ekonomiyi de daha iyi bilirler. Rakamlarla, grafiklerle, verilerle değil büyük tabloyla ilgilenirler. Dünya ekonomisi hakkında çok bilgilidirler. Kendilerini gündelik koşturmalardan arındırabildikleri için doğru kararlar verebilir, veremedikleri zaman da dert etmezler. Çok riskli yatırımlar yapsalar bile rahatlıkları yüzünden uzun vadede genellikle kazanırlar. Ekonomi konusunda olsun, hayatla ilgili olsun sohbetleri son derece keyiflidir. 

Kim Oynar? Birol Ünel
Repliği: “Olursa Ekime, olmazsa bir başka yatırıma...” 

PİMPİRİKLİ YATIRIMCI

Finans dünyasının profesyonelleri tarafından köşe bucak kaçılan en belalı yatırımcı tiplerinden birisidir. Çok risk almazlar ama aldıkları her risk, taşıdıkları her pozisyon ve yaptıkları her yatırım uykularını kaçırmaya yeterlidir. Yatırım uzmanlarının korkulu rüyası olan bu tiplerin herşeyden işkillenen müthiş şüpheci bir yapısı vardır. Ömürleri sorgulamakla ve kaygılanmakla geçer. Bankasından, yatırım uzmanından, seçtiği hisseden ya da aldığı pozisyondan hiç bir zaman emin değildir. Sürekli olarak yatırımlarıyla ilgili olarak birileriyle konuşma ihtiyacı içindedir. Dışarıdan duyacakları herhangi bir olumsuz laf, tüm yatırımlarını sonlandırmalarına neden olabilir. Sürekli huzursuzlardır. Genellikle doğru aldıkları yatırım kararlarını bile pimpirikleri yüzünden gereğinden erken sonuçlandırır ve zararla ya da ufak karlarla bi başka yatırım kararsızlığına yelken açarlar. 

Kim Oynar? Altan Erkekli
Repliği: “Yahu içime de hiç sinmedi ama...”

TÜYOCULAR 

Ekonomi dünyasının en eğlenceli tipleri tüyoculardır. Çok büyük oranda borsada bulunurlar. İşleri güçleri “tüyo” almak, “tüyo” vermektir. Bu tüyo kimi zaman kulak misafiri olunmuş bir sohbetten, kimi zaman rakı sofrasından, hatta kimi zaman bir şakadan, ama çoğu zaman “çok önemli birinden” gelir. Tabii ki çoğu zaman patlar! Tüyo doğru çıkmadığında mutlaka söyleyecek bir mazereti, ya da verecek daha iyi bir tüyosu vardır! Tüm tüyocular ve tüyo tipleri son derece tehlikeli olmakla birlikte “Arkadaşımın arkadaşı X’den –burada X; mutlaka finans dünyasının duayenlerinden birisidir- duymuş, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor, mutlaka şunu al demiş!” tüyoların en tehlikelisi ve en çabuk patlayanıdır. Söylediklerine inanmaz, tavsiyelerini kulak arkası edip önemsemezseniz eğlencesine doyum olmaz bu tiplerin. Son derece sosyal olan tüyoculara haftaiçi herhangi bir gün herhangi bir barda rastlayabilirsiniz! 

Kim Oynar? Mehmet Ali Erbil
Repliği: “Bu sefer öyle sıkı bi tüyo geldi ki, gelecek aya işi gücü bırakıp Bodrum’a yerleşiyorum” 

AKADEMİSYEN YATIRIMCI

İşin teorisini eksiksiz bilirler. Paranın davranışını, ekonomik sinyalleri, global etkileşimleri göbek adları gibi bilip üzerine saatlerce konuşabilirler. Büyük bir kısmının para pul gibi dünyevi merakları yoktur. Olanlar ise sükunetle yaptıkları yerinde hamlelerle büyük paralar kazanabilirler. Çevrelerinde kendilerinden yatırım tavsiyesi isteyenler asla eksik olmaz, ama bu konuları çok genel bir çerçevede konuşurlar. Asla hisse ismi telaffuz etmezler, çok nadir yatırım adresi gösterirler, net konuşup çoğu zaman haklı çıkarlar! 

Kim Oynar? Rutkay Aziz

Repliği: “Konjonktür, 1929’daki büyük buhranla büyük parelellik göstermekte...Bu iki grafiği üstüste koyduğumuzda çok açık görülmekte ki..”

GÖLGE YATIRIMCI

Gerçekle efsane arasındaki yatırımcı çeşididir. Yatırımcıların "Keyser Soze"sidir.. Hikayeleri kulaktan kulağa, dilden dile yayılır. Hiç kimsenin yatırım yapmadığı anlarda karanlıklardan çıkıp çok net kararlarla büyük yatırımlara imza atıp geldikleri gibi karanlıkların içinde kaybolurlar. Tipik özellikleri kriz dönemlerini özellikle çok sevmeleri, sürekli yatırım yapmamaları ama her daim yatırıma hazırlıklı olmalarıdır. Kar Oranları genellikle piyasalarda oluşan normal karların çok üzerinde oluşur. Beklenmedik anlarda çıkıp beklenmedik anlarda da yok olurlar. Piyasada pek tanınmaz, genellikle piyasalarla da çok fazla ilgilenmezler. Genel trendlerin aksi yönde hareket etmeyi severler ve müthiş sabırlıdırlar. Bu özellikleri onları ekonomi dünyasında “Keiser Soze”lik mertebesine çıkartmıştır. Borsada diplerden kağıt almak, gayrimenkul piyasasında kimsenin ilgilenmediği lokasyonlarda yatırım yapmak, reel sektörde zor durumda olan şirketleri satın almak en sevdikleri yatırım tarzıdır. Az laf, çok iş düsturuyla yaşar, başarılarıyla övünmezler. Ketumlardır, aileleri bile paralarını nereye yatırdıklarını bilmez. 

Kim Oynar? Tarık Akan 
Repliği: “Ben pek anlamam bu işlerden ama...”

“BEN SÖYLEMİŞTİM”CİLER

Tüm trendleri yakalayan, tüm yatırım fırsatlarını önceden gören onlardır! Karun gibi zengin olmaları beklenirken nedense söylediklerini asla kendileri yapmazlar. Aslında para kazanmaktan değil, ben size söylemiştim demekten keyif alırlar. Kurusıkı yatırımcılar gibi onlarda işin muhabbet kısmıyla beslenirler. Çok net tahminlerde bulunmamaları ve yuvarlak konuşmalar yapmaları karakteristik özellikleridir. Laf kalabalığı ile her yöne çekilebilir ve tüm ihtimallere göz kırpan olasılık tahminleri hep haklı çıkmalarının en önemli sebebidir!

Kim Oynar? Şafak Sezer
Repliği: “Ben size söylememiş miydim abicim?!?!? Söylememiş miydim?!?!?”

BAHTSIZ YATIRIMCILAR 

Latince ismi Investus Cenabetus olan bu grup; dediğini de yapma, yaptığını da yapma tipi yatırımcılardır. Sattıkları herşey sattıkları yerden alınmalı, girdikleri her yatırımdan karına zararına bakmadan kaçarak uzaklaşılmalıdır! Yaptıklarının tamamen tersini yaparak zengin olmak ihtimal dahilindedir. Hisse alırlar savaş çıkar, ev alırlar deprem olur, bono alırlar banka batar. Durumları bilgisizlikten, ilgisizlikten ya da direkt olarak şanssızlıktan kaynaklanıyor olabilir. Artık etraflarınca da bilinen hikayeleri kurusıkı yatırımcıların tam tersine başarısız yatırımlarına dayanır. İlk seferlerde ciddi sinir bozuklukları yaşasalar da bu durumun onlarca kez tekrarlanması artık sinir sistemlerini bir hayli bozmuştur.Genellikle kendilerine gülerler ve bir süre sonra gülünmesinden de rahatsız olmazlar. İsabetsiz yatırım kararları, aile yaşantılarını etkilemediği sürece trajikomiktir. İş hanımdan fırça yeme ve çocuklar tarafından dalga geçilme boyutuna varmışsa komikliği kalmaz, sadece trajik olur. 

Kim Oynar? Kemal Sunal
Repliği: “İçimde de bi sıkıntı var ama, hadi hayırlısı...” 

PİYASANIN AKTÖRLERİ

[ Nisan 2010 - Esquire Yazımdan..]

Bizler ekonomik krizin tüm suçunu ekonomistlerin ve finans dünyasının profesyonellerinin üzerine atarken onlar boş mu duruyor sanıyorsunuz? Emin olun onlar da tatsız piyasalarda, dalgalı ve stresli günlerde biraz da olsa keyiflenmek için yatırımcıların dedikodularını yapıyorlar! Bu dedikodulara biraz kulak verip piyasa profesyonellerinin yatırımcıları nasıl değerlendirdiğine bir göz atalım istedim. Hatta bununla da yetinmeyip filmleri çekilse onları kim oynardı sorularının cevaplarını da sizler için aradım... 


BİLGE YATIRIMCI 

Bu yatırımcı tipi gerçekten nerede hangi yatırım aracını kullanması gerektiğini, hangi vadede kalması gerektiğini, neyin ne zaman değerleneceğini, hangi dönemlerde hangilerinde kalınmaması gerektiğini çok net bilir ve uygular. Bilge yatırımcı, kendini borsaya asla kaptırmaz, fırsat dönemlerinde çok risk içermeyen hisselerden portföyünü büyük bir profesyonellikle derler. Bir kez yatırım kararını aldıktan sonra etraftan gelecek hiçbir sözün, sağdan soldan duyulan hiçbir yorumun bilge yatırımcının portföy dağılımını ya da konsantrasyonunu dağıtabilmesi imkansızdır. Neyi ne zaman, ne için ve nasıl yapacağını çok iyi bilir. Başarılı yatırımlarıyla hava atmayı sevmez, başarısız yatırımları ve hatalarını yol gösterici olsun diye rahatlıkla paylaşır. Teknik analiz, temel analiz bildiği gibi sokak jargonlarını da çok iyi bilir. Kurusıkı atanların bulunduğu ortamlarda ya bu işleri hiç konuşmaz, ya da söyledikleri birer cümleyle tüm konunun akışını belirler.

Kim Oynar? Tuncel Kurtiz
Repliği: ”Fırtınalı denizde süreceksen gemini, her dalgayı tanıyacaksın yeğen. Tanıyacaksın ki dalga dostun olsun! Günü geldiğinde öyle bir dalga yakalayacaksın ki Fibonacci bile şaşıracak!” 

KURUSIKI YATIRIMCI 

Çevremizde en yoğun şekilde görebileceğimiz yatırımcı tipidir. Bu grup asla kötü hikayelerini, başarısız yatırımlarını paylaşmaz, kırk yılda bir yaptıkları doğru yatırımları da bire bin katarak anlatırlar. Berber dükkanlarının, kahvehanelerin ve spor salonlarının değişmez simalarıdır, ekseriyetle ekonomiden de anladıkları yoktur. Bunların ekonomiden biraz anlayan cinsleri de vardır. Bunlar genellikle başka bir hayatları olmayan tek sohbetleri “Şunu şurdan aldım, bunu burdan yapıştırdım!” ekseninde seyreden kimselerdir. Uzun yıllar tanıyınca bu kişilerin hayat standartlarında herhangi bir yükselme olmadığını görmek zaten hikayelerinin doğruluk payının en güzel ispatıdır. Bu tip özellikle borsa yatırımlarını çok sever, çünkü kar etmek için değil, anlatmak için yatırım yapar. Ekonomik durumla ilgili başlayan borsa sohbetlerini, aynı sallama ve süsleme becerisiyle giriştikleri araba ve hatun muhabbetleri takip eder. Borsa “oynar”, hisse seçmekle at yarışında at seçmek bu tipler için farksızdır. 

Kim Oynar? Şener Şen
Repliği: “Tabandan almışım, tavandan satmışım, yok benden iyisi...”

BOHEM YATIRIMCI

Sessiz sedasız en çok kazanan yatırımcı tiplerinden birisidir. Rahatlığıyla tanınır. Bu rahatlığı giyim tarzından hobilerine, konuşmasından davranışlarına anında kendini gösterir. Genellikle işine motosikletle giden, tatillerini beş yıldızlı oteller ya da tatil köyleri yerine tekne turlarıyla değerlendiren, okuyan, trekking ya da dağcılıkla ilgilenen, doğayı seven, hayat üzerine kafa yoran , özgürlüğüne düşkün tiplerdir. Hayatı daha iyi anladıkları için ekonomiyi de daha iyi bilirler. Rakamlarla, grafiklerle, verilerle değil büyük tabloyla ilgilenirler. Dünya ekonomisi hakkında çok bilgilidirler. Kendilerini gündelik koşturmalardan arındırabildikleri için doğru kararlar verebilir, veremedikleri zaman da dert etmezler. Çok riskli yatırımlar yapsalar bile rahatlıkları yüzünden uzun vadede genellikle kazanırlar. Ekonomi konusunda olsun, hayatla ilgili olsun sohbetleri son derece keyiflidir. 

Kim Oynar? Birol Ünel
Repliği: “Olursa Ekime, olmazsa bir başka yatırıma...” 

PİMPİRİKLİ YATIRIMCI

Finans dünyasının profesyonelleri tarafından köşe bucak kaçılan en belalı yatırımcı tiplerinden birisidir. Çok risk almazlar ama aldıkları her risk, taşıdıkları her pozisyon ve yaptıkları her yatırım uykularını kaçırmaya yeterlidir. Yatırım uzmanlarının korkulu rüyası olan bu tiplerin herşeyden işkillenen müthiş şüpheci bir yapısı vardır. Ömürleri sorgulamakla ve kaygılanmakla geçer. Bankasından, yatırım uzmanından, seçtiği hisseden ya da aldığı pozisyondan hiç bir zaman emin değildir. Sürekli olarak yatırımlarıyla ilgili olarak birileriyle konuşma ihtiyacı içindedir. Dışarıdan duyacakları herhangi bir olumsuz laf, tüm yatırımlarını sonlandırmalarına neden olabilir. Sürekli huzursuzlardır. Genellikle doğru aldıkları yatırım kararlarını bile pimpirikleri yüzünden gereğinden erken sonuçlandırır ve zararla ya da ufak karlarla bi başka yatırım kararsızlığına yelken açarlar. 

Kim Oynar? Altan Erkekli
Repliği: “Yahu içime de hiç sinmedi ama...”

TÜYOCULAR 

Ekonomi dünyasının en eğlenceli tipleri tüyoculardır. Çok büyük oranda borsada bulunurlar. İşleri güçleri “tüyo” almak, “tüyo” vermektir. Bu tüyo kimi zaman kulak misafiri olunmuş bir sohbetten, kimi zaman rakı sofrasından, hatta kimi zaman bir şakadan, ama çoğu zaman “çok önemli birinden” gelir. Tabii ki çoğu zaman patlar! Tüyo doğru çıkmadığında mutlaka söyleyecek bir mazereti, ya da verecek daha iyi bir tüyosu vardır! Tüm tüyocular ve tüyo tipleri son derece tehlikeli olmakla birlikte “Arkadaşımın arkadaşı X’den –burada X; mutlaka finans dünyasının duayenlerinden birisidir- duymuş, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor, mutlaka şunu al demiş!” tüyoların en tehlikelisi ve en çabuk patlayanıdır. Söylediklerine inanmaz, tavsiyelerini kulak arkası edip önemsemezseniz eğlencesine doyum olmaz bu tiplerin. Son derece sosyal olan tüyoculara haftaiçi herhangi bir gün herhangi bir barda rastlayabilirsiniz! 

Kim Oynar? Mehmet Ali Erbil
Repliği: “Bu sefer öyle sıkı bi tüyo geldi ki, gelecek aya işi gücü bırakıp Bodrum’a yerleşiyorum” 

AKADEMİSYEN YATIRIMCI

İşin teorisini eksiksiz bilirler. Paranın davranışını, ekonomik sinyalleri, global etkileşimleri göbek adları gibi bilip üzerine saatlerce konuşabilirler. Büyük bir kısmının para pul gibi dünyevi merakları yoktur. Olanlar ise sükunetle yaptıkları yerinde hamlelerle büyük paralar kazanabilirler. Çevrelerinde kendilerinden yatırım tavsiyesi isteyenler asla eksik olmaz, ama bu konuları çok genel bir çerçevede konuşurlar. Asla hisse ismi telaffuz etmezler, çok nadir yatırım adresi gösterirler, net konuşup çoğu zaman haklı çıkarlar! 

Kim Oynar? Rutkay Aziz

Repliği: “Konjonktür, 1929’daki büyük buhranla büyük parelellik göstermekte...Bu iki grafiği üstüste koyduğumuzda çok açık görülmekte ki..”

GÖLGE YATIRIMCI

Gerçekle efsane arasındaki yatırımcı çeşididir. Yatırımcıların "Keyser Soze"sidir.. Hikayeleri kulaktan kulağa, dilden dile yayılır. Hiç kimsenin yatırım yapmadığı anlarda karanlıklardan çıkıp çok net kararlarla büyük yatırımlara imza atıp geldikleri gibi karanlıkların içinde kaybolurlar. Tipik özellikleri kriz dönemlerini özellikle çok sevmeleri, sürekli yatırım yapmamaları ama her daim yatırıma hazırlıklı olmalarıdır. Kar Oranları genellikle piyasalarda oluşan normal karların çok üzerinde oluşur. Beklenmedik anlarda çıkıp beklenmedik anlarda da yok olurlar. Piyasada pek tanınmaz, genellikle piyasalarla da çok fazla ilgilenmezler. Genel trendlerin aksi yönde hareket etmeyi severler ve müthiş sabırlıdırlar. Bu özellikleri onları ekonomi dünyasında “Keiser Soze”lik mertebesine çıkartmıştır. Borsada diplerden kağıt almak, gayrimenkul piyasasında kimsenin ilgilenmediği lokasyonlarda yatırım yapmak, reel sektörde zor durumda olan şirketleri satın almak en sevdikleri yatırım tarzıdır. Az laf, çok iş düsturuyla yaşar, başarılarıyla övünmezler. Ketumlardır, aileleri bile paralarını nereye yatırdıklarını bilmez. 

Kim Oynar? Tarık Akan 
Repliği: “Ben pek anlamam bu işlerden ama...”

“BEN SÖYLEMİŞTİM”CİLER

Tüm trendleri yakalayan, tüm yatırım fırsatlarını önceden gören onlardır! Karun gibi zengin olmaları beklenirken nedense söylediklerini asla kendileri yapmazlar. Aslında para kazanmaktan değil, ben size söylemiştim demekten keyif alırlar. Kurusıkı yatırımcılar gibi onlarda işin muhabbet kısmıyla beslenirler. Çok net tahminlerde bulunmamaları ve yuvarlak konuşmalar yapmaları karakteristik özellikleridir. Laf kalabalığı ile her yöne çekilebilir ve tüm ihtimallere göz kırpan olasılık tahminleri hep haklı çıkmalarının en önemli sebebidir!

Kim Oynar? Şafak Sezer
Repliği: “Ben size söylememiş miydim abicim?!?!? Söylememiş miydim?!?!?”

BAHTSIZ YATIRIMCILAR 

Latince ismi Investus Cenabetus olan bu grup; dediğini de yapma, yaptığını da yapma tipi yatırımcılardır. Sattıkları herşey sattıkları yerden alınmalı, girdikleri her yatırımdan karına zararına bakmadan kaçarak uzaklaşılmalıdır! Yaptıklarının tamamen tersini yaparak zengin olmak ihtimal dahilindedir. Hisse alırlar savaş çıkar, ev alırlar deprem olur, bono alırlar banka batar. Durumları bilgisizlikten, ilgisizlikten ya da direkt olarak şanssızlıktan kaynaklanıyor olabilir. Artık etraflarınca da bilinen hikayeleri kurusıkı yatırımcıların tam tersine başarısız yatırımlarına dayanır. İlk seferlerde ciddi sinir bozuklukları yaşasalar da bu durumun onlarca kez tekrarlanması artık sinir sistemlerini bir hayli bozmuştur.Genellikle kendilerine gülerler ve bir süre sonra gülünmesinden de rahatsız olmazlar. İsabetsiz yatırım kararları, aile yaşantılarını etkilemediği sürece trajikomiktir. İş hanımdan fırça yeme ve çocuklar tarafından dalga geçilme boyutuna varmışsa komikliği kalmaz, sadece trajik olur. 

Kim Oynar? Kemal Sunal
Repliği: “İçimde de bi sıkıntı var ama, hadi hayırlısı...” 
[Mart 2010 - Esquire Yazımdan..]

Düzenli okuyucular, bu sayfanın yazarının daha birkaç sayı önce aynı satırlardan “Paranın rengi olmaz!” diye bas bas bağırdığını iyi hatırlayacaklar. Peki madem paranın dil, dini olmadığı gibi rengi de olmadığını kabul ediyoruz, öyleyse bu “Yeşil Ekonomi” de nesi? Yeşil, tüm dünyanın baskın para birimi Amerikan Dolarının rengi olmasının yanında ekonomi için başka hangi değerleri ifade ediyor? Çevreci ekonomiler, çevreye değer verilerek geliştirilen kalkınma modelleri ve stratejiler gerçekten de “yeşil”ler mi? Yoksa sadece portföyleri daha fazla yeşille doldurmak için mi yeşil görünmekteler? Yeşilden yeşile fark olduğunu, her yeşilin doğanın, çayırın çimenin yeşili olduğunu düşünmenin saflıktan başka birşey olmadığını görmek ve belki de her yeşile aynı gözle bakmamak gerekiyor artık... 


Ülkemiz dışında dünyanın aşağı yukarı her yerinde yeşil ekonomi, çevreci, çevreye duyarlı ekonomiyi temsil eder. Yalnızca güzel ülkemizde aynı zamanda dini sermaye anlamına da gelir. Bu minik saptamayla başladıktan sonra bu yazının tamamen birincisi ile, yani çevreci ekonomilerin ne kadar çevreci olduğu konusu ile ilgili olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Günümüz ekonomik sistemlerinde çevre, ekonomik kaynakları temsil ettiği için ekonomiyi çevresiz, çevreyi ekonomisiz düşünmek imkansızdır. “Yeşil ekonomi”, “Küresel Yeşil Yeniden Yapılanma” gibi havalı ve entel söylemlerin tümünün temelinde aynı şey yatmaktadır: Sürdürülebilir Kalkınma Endişesi. Yani aslında çevreci söylemlerin bir çoğunun son derece sistem karşıtı görünmelerine rağmen uzun vadede Yağmur Ormanlarını değil, dolaylı olarak süregelen kapitalist sistemi devam ettirmeye hizmet ettiğini söylemek pek de yanlış olmaz. Dünya ekonomisi yüzyıllar boyunca sahaya çıkıp oyununu oynadı, takımlardan bazen birisi kazandı, bazen diğeri. Ama şimdi çok daha ciddi bir durum söz konusu; o yemyeşil çim saha kuruyor! O yüzden dünya ülkeleri ne yapıp edip elbirliğiyle bu sahayı yeşil tutması gerektiğinin farkına vardı. Ne de olsa saha bozulursa maç bitecek!

İtiraf edeyim, ağlayarak balinaları okşayan ya da köprülere çevreci örgütlerin bayraklarını asan çevre bilinci yüksek, idealist, yandan cepli bol pantolon ve sarı bot giyen, bıyıklı hanımlardan ve sakallı beylerden oluşan çevreci görüntüsünü fazlasıyla sempatik bulmakla beraber maalesef içtenliğine inanmayı bir türlü başaramayanlardanım. Tıpkı dünya modasında bir sene morun, ertesi sene kahverenginin moda olmasının dünya kumaş devlerinin depolarında kalan artık kumaş toplarının miktarıyla belirlendiğini bilmediğimiz gibi, dönem dönem vejeteryanlığın ya da çevreciliğin bir anda moda olmasının ardındaki daha büyük oyunları da bilmemiz beklenemez. İsterseniz bana sıkıcı derecede gerçekçi deyin ama dünya devi şirketlerin CEO’larının jetlerinden okyanusu keserken “Daha çok yeşil Corç, daha çok yeşil!” dediklerini hayal etmekte biraz zorlanıyorum. Ya da diyorlarsa bile kastettikleri yeşille ilgili olarak en son düşüneceğim çevre ve doğanın yeşili olur, üzgünüm.

Mesela petrolle ilgili olarak herşey yolunda giderken, dünya petrol kaynaklarında hiçbir azalma olmazken, dünya ülkeleri petrol, pardon dünya barışını yaymak, sebebiyle savaşmazken bir gün bir CEO çıkıp da “Yeter artık petrol arkadaşlar, rüzgar ve güneş enerjisi gibi başka kaynaklara da yönelelim” dese ve dünya ülkeleri başta büyük ekonomik oyuncuları olan dev küresel şirketleriyle bu yola yönelseydi bu gerçekten çok saygı uyandırıcı olmaz mıydı? Ama zaten tükenen bir kaynağa alternatif bulmak için yarışmak, doğaya da faydalı olmak gibi dolaylı bir sonucu olsa da aynı amansız yarışın başka bir kulvara kaymasından daha başka bir şey değildir. Bakın ne diyor Deutsche Welle haberi: “Düşük karbonlu, kaynakların etkin kullanımına dayalı sürdürülebilir ekonomiyi oluşturacak Küresel Yeşil Yeniden Yapılanma (Global Green New Deal) de küresel mali krizden etkilenen alanlardan biri. Ancak mali krize rağmen yenilenebilir enerji yatırımları her geçen gün artıyor. BM Çevre Programı (UNEP) tarafından hazırlanan rapor, özellikle güneş ve rüzgâr enerjisi kullanımında Çin gibi gelişmekte olan ülkelerin, diğer dünya ülkelerini geride bıraktığını gösteriyor.” Konu çevre gibi görünse de satır aralarında aynı acımasız rekabetin, aynı tatsız yarışın kokusunu alıyor musunuz? Yoksa hala ben kuruntu mu yapıyorum?
 
Şişme botlarıyla denizleri kirleten dev tankerleri taciz eden çevreci dostlarımız üzülecekler belki ama çevreci ekonomiyi ya da çevreci ekonomik politikaları doğru anlamak için temel felsefelerine baktığımızda temeldeki düşüncenin son derece naif “Balinalar ölmesin, yağmur ormanları tükenmesin” düşüncesinden ziyade daha pragmatist “Sınırlı bir sistemde sınırsız büyüme imkansızdır” cümlesine dayanmış olduğunu görüyoruz. Çevreci düşünceyi büyük ekonomik sisteme son derece muhalif görünmesine rağmen oyunun çok da dışında görememe sebeplerimden bir başkası da örneğin Birleşmiş Milletler tarafından teşvik edilen “Salınım Ticareti”. Buna göre, ABD Çevre Koruma Bürosu'nun 1995'te, asit yağmurlarının ana nedeni olarak bilinen sülfürdioksit salınımları için uygulamaya başladığı "salınım ticareti" uygulaması, her ülkeye belli bir karbondioksit salınım kotası tanıyor. Buraya kadar tablo son derece yeşil. Ama BM, karbondioksit üretimini azaltan bir takım projelerin uygulanması sonucu ortaya çıkan kota fazlasını satma imkanını da veriyor. Rüzgar enerjisi, bio enerji gibi "yeşil" çözümler karbondioksit üretimini azaltmak için en sık başvurulan yöntemler. Böylelikle örneğin, Almanya, Çin'den "artık" kotasını satın aldıktan sonra, Çin'in kirletmediği havayı Çin’in yerine kirletme hakkına sahip oluyor. Yani durum tam olarak, sigara içilmesi yasak alanlara girip “Parası neyse verelim kardeşim, sigaramıza karışmayın!” diyen günümüz nikotin magandalarının daha küresel ölçekteki hali! Yılda 30 Milyar doların üstünde işlem hacmi yapılan bir küresel magandalık borsası kurulmuş, dünyanın geleceği alınıp satılıyor... 

Çevrenin korunmasını teşvik etmek, çevreci politikaları duyurmak ve bilinç oluşturabilmek için yapılan türlü yeşillikteki dev organizasyonların aslında çevreye ne büyük zarar verdikleri, ardında ne büyük çöp yığınları bıraktıkları, ya da çevreci politikaların önde gelen temsilcisi Al Gore’un 20 odalı, 8 banyolu evinde ortalama bir Amerikalı ailenin bir yılda harcadığının üstünde elektriği bir ayda harcaması gibi bazı “Uygunsuz Gerçek”ler de işin magazini şüphesiz. Ama çevrecilik adı altında yapılan tüm eylemlerin büyük resimde ne ifade ettiğini görmek, gerçek çevrecilikle, gerçekten yeşili sevmekle “Çevre Emperyalizmi”nin bir parçası olma arasındaki incecik çizgiyi farkedebilmek gerekiyor. Otomotiv sektörünün bir anda hibrid modellere yönelmesi, dev enerji oyuncularının koşarak doğayla kucaklaşmaları, rüzgara ve güneş enerjisine yönelmeleri acaba yerküreye verdikleri önemin mi yoksa küresel krizlerin bir sonucu mudur? Yani bu tamamen kasti bir seçim midir, yoksa artık yeşil diğer yeşilin içinde mi saklı? 

Dev ekonomiler kurtuluşu burada gördükleri için direksiyonlarını son sürat yeşile çeviredursunlar, saflık göstermeyip bu süslü sözlere, bu cilalı yeni ekonomiye kanmayanlar da var. Norveç, otomotiv sanayiinin ürettiği taşıtları 'yeşil', 'temiz' veya 'çevre dostu' gibi sıfatlarla pazarlamasını yasaklayan yeni ve çok katı bir reklam yönetmeliğini uygulamaya başlıyor. Dünyadaki en sert tanıtım yönetmeliklerinden biri olacak olan bu uygulama, bu tür çevreci sıfatlar kullanan otomobil üreticilerine para cezaları verilmesini öngörüyor. Aslında mantık son derece basit ve bir o kadar da doğru. Norveçliler, otomobillerin çevreye kesinlikle hiçbir olumlu katkıda bulunamayacağını, dolayısıyla, otomobilleri 'temiz' ya da 'çevre dostu' diye tanımlamanın yanıltıcı olduğunu düşünüyor ve resmi düzenlemelerini de bu düşünceye parelel bir şekilde geliştiriyorlar. Ne kadar doğru, mahallenin kabadayı abileri hergün ağız burun dağıtmacasına düzenli olarak bizi pataklıyorlar, biz ise en az pataklayana “Eliniz ne kadar hafifmiş, size baba diyebilir miyim?” diyoruz. Çevreye diğerlerine kıyasla daha az zarar vermesi bir arabayı çevreyle “dost” yapmaya neden yetsin ki? 

Çevre mesajlarının verildiği organizasyonların dev çöp dağları haline gelmeleri, işin önderlerinin kendi hayatlarındaki pervasızlıkları, dünyayı daha çok kirletebilme hakkının alınıp satılabilen bir mal olması, dünya devlerinin ister firma, ister ülke bazında olsun yerkürenin değil, kendi faydalarının bu yönde olmasından ya da tamamen imajlarına katkı için yeşil ekonomiye sarılmaları yeşil ekonomiye olan inancımı kaybetmemin başlıca nedenleri. Ülkelerin, dünya devi firmaların gerçekten çevre bilincinden dolayı mı yoksa bu neo-ekonominin, bu yeni yarışın dışında kalmamak için mi bir anda ve birbirleriyle yarışırcasına yeşerdiklerini kestirmek son derece zor. Ama kesin olan birşey varsa o da bu yeni düzende ne kadar yeşerirlerse, ceplerinin de o kadar yeşilleneceği. 

YEŞEREREK YEŞİLLENMEK - YEŞİL EKONOMİYE FARKLI BİR BAKIŞ..

[Mart 2010 - Esquire Yazımdan..]

Düzenli okuyucular, bu sayfanın yazarının daha birkaç sayı önce aynı satırlardan “Paranın rengi olmaz!” diye bas bas bağırdığını iyi hatırlayacaklar. Peki madem paranın dil, dini olmadığı gibi rengi de olmadığını kabul ediyoruz, öyleyse bu “Yeşil Ekonomi” de nesi? Yeşil, tüm dünyanın baskın para birimi Amerikan Dolarının rengi olmasının yanında ekonomi için başka hangi değerleri ifade ediyor? Çevreci ekonomiler, çevreye değer verilerek geliştirilen kalkınma modelleri ve stratejiler gerçekten de “yeşil”ler mi? Yoksa sadece portföyleri daha fazla yeşille doldurmak için mi yeşil görünmekteler? Yeşilden yeşile fark olduğunu, her yeşilin doğanın, çayırın çimenin yeşili olduğunu düşünmenin saflıktan başka birşey olmadığını görmek ve belki de her yeşile aynı gözle bakmamak gerekiyor artık... 


Ülkemiz dışında dünyanın aşağı yukarı her yerinde yeşil ekonomi, çevreci, çevreye duyarlı ekonomiyi temsil eder. Yalnızca güzel ülkemizde aynı zamanda dini sermaye anlamına da gelir. Bu minik saptamayla başladıktan sonra bu yazının tamamen birincisi ile, yani çevreci ekonomilerin ne kadar çevreci olduğu konusu ile ilgili olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Günümüz ekonomik sistemlerinde çevre, ekonomik kaynakları temsil ettiği için ekonomiyi çevresiz, çevreyi ekonomisiz düşünmek imkansızdır. “Yeşil ekonomi”, “Küresel Yeşil Yeniden Yapılanma” gibi havalı ve entel söylemlerin tümünün temelinde aynı şey yatmaktadır: Sürdürülebilir Kalkınma Endişesi. Yani aslında çevreci söylemlerin bir çoğunun son derece sistem karşıtı görünmelerine rağmen uzun vadede Yağmur Ormanlarını değil, dolaylı olarak süregelen kapitalist sistemi devam ettirmeye hizmet ettiğini söylemek pek de yanlış olmaz. Dünya ekonomisi yüzyıllar boyunca sahaya çıkıp oyununu oynadı, takımlardan bazen birisi kazandı, bazen diğeri. Ama şimdi çok daha ciddi bir durum söz konusu; o yemyeşil çim saha kuruyor! O yüzden dünya ülkeleri ne yapıp edip elbirliğiyle bu sahayı yeşil tutması gerektiğinin farkına vardı. Ne de olsa saha bozulursa maç bitecek!

İtiraf edeyim, ağlayarak balinaları okşayan ya da köprülere çevreci örgütlerin bayraklarını asan çevre bilinci yüksek, idealist, yandan cepli bol pantolon ve sarı bot giyen, bıyıklı hanımlardan ve sakallı beylerden oluşan çevreci görüntüsünü fazlasıyla sempatik bulmakla beraber maalesef içtenliğine inanmayı bir türlü başaramayanlardanım. Tıpkı dünya modasında bir sene morun, ertesi sene kahverenginin moda olmasının dünya kumaş devlerinin depolarında kalan artık kumaş toplarının miktarıyla belirlendiğini bilmediğimiz gibi, dönem dönem vejeteryanlığın ya da çevreciliğin bir anda moda olmasının ardındaki daha büyük oyunları da bilmemiz beklenemez. İsterseniz bana sıkıcı derecede gerçekçi deyin ama dünya devi şirketlerin CEO’larının jetlerinden okyanusu keserken “Daha çok yeşil Corç, daha çok yeşil!” dediklerini hayal etmekte biraz zorlanıyorum. Ya da diyorlarsa bile kastettikleri yeşille ilgili olarak en son düşüneceğim çevre ve doğanın yeşili olur, üzgünüm.

Mesela petrolle ilgili olarak herşey yolunda giderken, dünya petrol kaynaklarında hiçbir azalma olmazken, dünya ülkeleri petrol, pardon dünya barışını yaymak, sebebiyle savaşmazken bir gün bir CEO çıkıp da “Yeter artık petrol arkadaşlar, rüzgar ve güneş enerjisi gibi başka kaynaklara da yönelelim” dese ve dünya ülkeleri başta büyük ekonomik oyuncuları olan dev küresel şirketleriyle bu yola yönelseydi bu gerçekten çok saygı uyandırıcı olmaz mıydı? Ama zaten tükenen bir kaynağa alternatif bulmak için yarışmak, doğaya da faydalı olmak gibi dolaylı bir sonucu olsa da aynı amansız yarışın başka bir kulvara kaymasından daha başka bir şey değildir. Bakın ne diyor Deutsche Welle haberi: “Düşük karbonlu, kaynakların etkin kullanımına dayalı sürdürülebilir ekonomiyi oluşturacak Küresel Yeşil Yeniden Yapılanma (Global Green New Deal) de küresel mali krizden etkilenen alanlardan biri. Ancak mali krize rağmen yenilenebilir enerji yatırımları her geçen gün artıyor. BM Çevre Programı (UNEP) tarafından hazırlanan rapor, özellikle güneş ve rüzgâr enerjisi kullanımında Çin gibi gelişmekte olan ülkelerin, diğer dünya ülkelerini geride bıraktığını gösteriyor.” Konu çevre gibi görünse de satır aralarında aynı acımasız rekabetin, aynı tatsız yarışın kokusunu alıyor musunuz? Yoksa hala ben kuruntu mu yapıyorum?
 
Şişme botlarıyla denizleri kirleten dev tankerleri taciz eden çevreci dostlarımız üzülecekler belki ama çevreci ekonomiyi ya da çevreci ekonomik politikaları doğru anlamak için temel felsefelerine baktığımızda temeldeki düşüncenin son derece naif “Balinalar ölmesin, yağmur ormanları tükenmesin” düşüncesinden ziyade daha pragmatist “Sınırlı bir sistemde sınırsız büyüme imkansızdır” cümlesine dayanmış olduğunu görüyoruz. Çevreci düşünceyi büyük ekonomik sisteme son derece muhalif görünmesine rağmen oyunun çok da dışında görememe sebeplerimden bir başkası da örneğin Birleşmiş Milletler tarafından teşvik edilen “Salınım Ticareti”. Buna göre, ABD Çevre Koruma Bürosu'nun 1995'te, asit yağmurlarının ana nedeni olarak bilinen sülfürdioksit salınımları için uygulamaya başladığı "salınım ticareti" uygulaması, her ülkeye belli bir karbondioksit salınım kotası tanıyor. Buraya kadar tablo son derece yeşil. Ama BM, karbondioksit üretimini azaltan bir takım projelerin uygulanması sonucu ortaya çıkan kota fazlasını satma imkanını da veriyor. Rüzgar enerjisi, bio enerji gibi "yeşil" çözümler karbondioksit üretimini azaltmak için en sık başvurulan yöntemler. Böylelikle örneğin, Almanya, Çin'den "artık" kotasını satın aldıktan sonra, Çin'in kirletmediği havayı Çin’in yerine kirletme hakkına sahip oluyor. Yani durum tam olarak, sigara içilmesi yasak alanlara girip “Parası neyse verelim kardeşim, sigaramıza karışmayın!” diyen günümüz nikotin magandalarının daha küresel ölçekteki hali! Yılda 30 Milyar doların üstünde işlem hacmi yapılan bir küresel magandalık borsası kurulmuş, dünyanın geleceği alınıp satılıyor... 

Çevrenin korunmasını teşvik etmek, çevreci politikaları duyurmak ve bilinç oluşturabilmek için yapılan türlü yeşillikteki dev organizasyonların aslında çevreye ne büyük zarar verdikleri, ardında ne büyük çöp yığınları bıraktıkları, ya da çevreci politikaların önde gelen temsilcisi Al Gore’un 20 odalı, 8 banyolu evinde ortalama bir Amerikalı ailenin bir yılda harcadığının üstünde elektriği bir ayda harcaması gibi bazı “Uygunsuz Gerçek”ler de işin magazini şüphesiz. Ama çevrecilik adı altında yapılan tüm eylemlerin büyük resimde ne ifade ettiğini görmek, gerçek çevrecilikle, gerçekten yeşili sevmekle “Çevre Emperyalizmi”nin bir parçası olma arasındaki incecik çizgiyi farkedebilmek gerekiyor. Otomotiv sektörünün bir anda hibrid modellere yönelmesi, dev enerji oyuncularının koşarak doğayla kucaklaşmaları, rüzgara ve güneş enerjisine yönelmeleri acaba yerküreye verdikleri önemin mi yoksa küresel krizlerin bir sonucu mudur? Yani bu tamamen kasti bir seçim midir, yoksa artık yeşil diğer yeşilin içinde mi saklı? 

Dev ekonomiler kurtuluşu burada gördükleri için direksiyonlarını son sürat yeşile çeviredursunlar, saflık göstermeyip bu süslü sözlere, bu cilalı yeni ekonomiye kanmayanlar da var. Norveç, otomotiv sanayiinin ürettiği taşıtları 'yeşil', 'temiz' veya 'çevre dostu' gibi sıfatlarla pazarlamasını yasaklayan yeni ve çok katı bir reklam yönetmeliğini uygulamaya başlıyor. Dünyadaki en sert tanıtım yönetmeliklerinden biri olacak olan bu uygulama, bu tür çevreci sıfatlar kullanan otomobil üreticilerine para cezaları verilmesini öngörüyor. Aslında mantık son derece basit ve bir o kadar da doğru. Norveçliler, otomobillerin çevreye kesinlikle hiçbir olumlu katkıda bulunamayacağını, dolayısıyla, otomobilleri 'temiz' ya da 'çevre dostu' diye tanımlamanın yanıltıcı olduğunu düşünüyor ve resmi düzenlemelerini de bu düşünceye parelel bir şekilde geliştiriyorlar. Ne kadar doğru, mahallenin kabadayı abileri hergün ağız burun dağıtmacasına düzenli olarak bizi pataklıyorlar, biz ise en az pataklayana “Eliniz ne kadar hafifmiş, size baba diyebilir miyim?” diyoruz. Çevreye diğerlerine kıyasla daha az zarar vermesi bir arabayı çevreyle “dost” yapmaya neden yetsin ki? 

Çevre mesajlarının verildiği organizasyonların dev çöp dağları haline gelmeleri, işin önderlerinin kendi hayatlarındaki pervasızlıkları, dünyayı daha çok kirletebilme hakkının alınıp satılabilen bir mal olması, dünya devlerinin ister firma, ister ülke bazında olsun yerkürenin değil, kendi faydalarının bu yönde olmasından ya da tamamen imajlarına katkı için yeşil ekonomiye sarılmaları yeşil ekonomiye olan inancımı kaybetmemin başlıca nedenleri. Ülkelerin, dünya devi firmaların gerçekten çevre bilincinden dolayı mı yoksa bu neo-ekonominin, bu yeni yarışın dışında kalmamak için mi bir anda ve birbirleriyle yarışırcasına yeşerdiklerini kestirmek son derece zor. Ama kesin olan birşey varsa o da bu yeni düzende ne kadar yeşerirlerse, ceplerinin de o kadar yeşilleneceği.