29 Aralık 2011 Perşembe

[ Ocak 2009 - Esquire ]

Tektaş Ekonomisi 

Siz hiç avcunuzda 5 milyon dolar tuttunuz mu? Ben tuttum. Bu parayla yapabileceklerim bir MTV programı formatında hızla gözlerimin önünden geçti birkaç saniye içinde. Ekonomist yanım sıkıcı hesap kitaplar yaparken, aynı anda içimdeki siyahi rapçi çoktan ortaya çıkmış, evler, arabalar almış hatta havuz partileri vermeye başlamıştı bile..Tüm bu söylediklerim birkaç saniyenin içinde oldu. Sonra ortalık aydınlandı, elimde sımsıkı sıkmış olduğum, terimle ıslattığım,hep anlatıldığı gibi gökkuşağının tüm renklerini olmasa da, hayatın tüm renklerini birkaç saniyede içinde gördüğüm 18.45 karatlık pırlantayı görevlilerin ikazları sonucu mecburen yanımdaki misafire geçirmek zorunda kaldım. Oysa saniyeler içinde aramızda ciddi bir elektriklenme olmuştu, en azından ben bayağı elektriklenmiştim kendisine... 


Geçtiğimiz günlerde De Beers’ in davetlisi olarak, Ortadoğu Sorumlusu Philippe McGarry’yi dinlemeye gittik. Davetiyede yer alan “Pırlantayı Yatırım Aracı olarak Kullanmanın incelikleri nelerdir?” ibaresi ben ve benim gibi 2-3 erkeğin daha dikkatini çekmeyi başarmıştı sanırım. Çünkü davetlilerin geri kalanı gözleri pırlantalardan kat kat fazla parlayan (ve nedense sürekli gülümseyen) bayanlardan oluşuyordu. Bu davet ve sunumun, pırlantanın yatırım aracı olarak kullanabilmesi konusundaki düşünceleri çok değiştirmemiş olsa da bayanların ve erkeklerin mücevherat tayfasına bakışını irdelemek açısından son derece faydalı olduğunu söyleyebilirim. 

Dağ gibi dağ, Taş gibi Taş... 

Bayanların tümünün, erkeklerin de çok şanslı bir azınlığı dışında neredeyse tümünün yolları bu pırlanta denilen çok değerli ve sert (ve pahalı) taşla kesişiyor. Şimdilerde mücevher firmalarını biz erkeklere acımasızca yüklenen reklamlarından dolayı eleştirsek de aslında pırlanta tarih boyunca “Gökten düşen yıldız parçaları”, “Tanrı’nın Gözyaşı” gibi abartılı tanımlamalarla ifade edilen bir değer olmuş. Her dönem gücü temsil ettiği için de ilk olarak biz erkekler tarafından kullanılmış üstelik. Eski çağlarda şövalyeler ve krallar gücü ve ölümsüzlüğü temsil eden bu taşı mutlaka giysilerinde ya da üstlerinde bulundururmuş. Yani ağlamanın, sızlanmanın, mücevher firmalarına söylenmenin hiç gereği yok. Bu belayı biz kendi başımıza sarmışız! Gel zaman git zaman çapkın sövalye ve krallar, yüzyıllar sonra kendileri kadar cesur ve zengin olamayan bizleri hiç düşünmeden, beğenilerinin işareti olarak seçtikleri hanımlara bu taşları takar olmuşlar. Gayet tabii ki akıllarında “Kredi kartına 12+3 taksit olur mu?” , “Daha ucuzunu nerden bulurum, bizim Kapalıçarşıda bi Atilla abi vardı” ,“Satsam da aynı paraya alır mısınız?” gibi soruları olmadığı için ağaçtan meyve toplar gibi pırlantaları çevrelerindeki hanımlara dağıtıp bunun bir gelenek olarak yayılmasına neden olmuşlar. 

Günümüzde, genlerden geçmiş olsa gerek, hepimiz şövalye ve kral soyundan geldiğimiz için(!), biz zavallı modern erkekler etimize budumuza bakmaksızın bu güzide ve son derece lüzumlu geleneği elimizden geldiğince, kanımızın son damlasına kadar koruyup sürdürmeye gayret ediyoruz! Hangi er kişi benim hayatta pırlantalarla işim olmaz, olmayacak diyorsa en hafif ifadeyle safdır, bu yazıyı okumasına da zerrece gerek yoktur, hangi bayan kişi ben pırlanta mırlanta istemem, mutlu olalım yeter diyorsa en hafif ifadeyle gerçeği saptırıyordur, ya da henüz evlilik müessesesinin o tozlu, zorlu, virajlı, şarampollü yollarına girmemiştir. O yüzden iyisi mi biz erkekler bu gerçeği baştan kabullenip karşılaşacağımız o talihsiz gün gelmeden muhatabımızı, rakibimizi, düşmanımızı (artık ne derseniz ismine) iyi tanıyalım... 

Elmas, yeryüzünde bilinen en sert madde ve aynı zamanda pırlantanın işlenmeden önceki hali. Kristalize olmuş karbon atomlarından oluşuyor. Dünya ekonomisinde kıymetli taşların, özellikle de pırlanta ticaretinin büyük bir payı var. Dünya pırlanta mücevher pazarının yüz milyarlarca dolar büyüklüğünde, ülkemizde ise kayıtlara göre 1 milyar dolar civarında. Dünya üzerinde elmas madeni olan ülkeler çok fazla sayıda değil. En büyük üretici Güney Afrika. Rusya, Avustralya, Kanada, Angola ve Kongo ise diğer üreticiler. Global ölçekte elmas satışı ve ticareti büyük ölçüde Londra’daki (DTC) Pırlanta Ticaret Şirketi tarafından yürütülüyor. Dünya ekonomisinde son yaşanan gelişmeler sonucunda başta altın olmak üzere tüm emtiaların ve madenlerin hızla değer kaybettiğini görsek de elmas, lüks ve beğeniye hitap eden bir “zevk tüketimi” olması nedeni ile ekonomik değer olarak diğer metal ve madenlerinden ayrılmayı başarıyor. Son gelişmler ışığında özellikle petrol ve altının hızlı değer kayıplarına şahit olsak da lüks tüketimde fiyatlar eski değerlerini korumakta, hatta artmakta. Pırlanta üreticileri, geçmiş değerleri de gözönüne alınca pırlantanın her dönemde yükselen trendini korumayı başardığını belirtiyor. Taşın değerinin zaman geçtikçe arttığı ve artacağını savunuyorlar. En değerli taşın en eski taş olduğunu belirtirken, çoğu elmasın en az 100 milyon yaşında olduğunu da bilmekte de fayda var. 

Taşa Güvenme, Allahına Güven! 

Taşın değerini sadece büyüklüğü ya da eskiliği vermiyor. Kıymetli bir taşı değerlendirirken meşhur 4C Kriterini gözetmek gerekiyor. Bunlar; renk (color), kesim (cut), berraklık (clearity) ve ağırlık (carat weight). Alınan taşın manevi değeri bir kenara koyulunca gerçekten “yatırım aracı olarak kullanılabilmesi” ya da en azından değer kaybetmemesi aslında bu kriterlere bağlı. Bu alışveriş illa ki yapılacaksa ve illa bulunmamız gerekecekse kriterleri bilerek gitmek en azından bu alışverişteki “etkisiz eleman-kurban” rolümüzü bir nebze de olsa kırmaya yarayabilir, hatta sıkı bir çalışmayla muhabbete dahil bile olabilirsiniz. 

Derginizden ve yazarınızdan sizlere birkaç çok kıymetli tüyo! Sevgili Esquire okuyucuları, değerli taş piyasası tamamıyla harfler üstüne kurulu..G,H,F, VS, VVS, VVS2... kendilerince bir dil geliştirmişler ve biz anlamayalım diye ellerinden geleni yapmışlar! Esas şaşılacak şey, hanımların bu dile korkunç aşina olmaları. Mücevher satıcıları ve hanımlar arasında adeta bir doktor-eczacı ilişkisi var. Biri söylüyor, diğeri şıp diye anlıyor, cevap veriyor arada biz erkekler bön bön bakmaya devam ediyoruz! Yahu hani biz şövalyeydik, kraldık? Hiç öyle görünmüyoruz şu an? Neticede, teorik ve pratik tüm mücevher eğitimlerimden sonra, ki buna pek talihli dostlarım için yapılan evlilik öncesi tektaş alışverişleri, sayısız esnaf sohbeti ve son olarak da De Beers sunumu dahil, bu harflerden sadece VS ve VVS harflerine bir anlam verebildim. Burda ödemeyi yapacak olan bizlerden bahsedildiğine eminim, VS= Very stupid, VVS = Very Very Stupid’in kısaltması, eminim buna. 

Bayanların olayın estetik, erkeklerin ise daha ziyade ekonomik tarafını merak ettiğini özellikle Philippe McGarry’nin sunumundan sonra çok daha net söyleyebilirim. McGarry’ye göre iyi bir taşın “Yatırım” değerini alabilmesi için milyon dolarlık bir taş olması gerekiyor. Yani bunun altındaki değerdeki taşların yatırım aracı olarak düşünülmesi finansör beylerin kendi içlerini rahatlatmasından başka birşey değil. O zaman zenginin malı-züğürdün çenesi teoremi gereğince bizlere şu anda susmak düşüyor... 

Son Umut: Kanlı Elmas 

Hanımların bu anlaşılmaz pahalı zevkleri konusundaki ısrarlarını değil çürütmemiz, hafifletmemizin bile imkansız olduğunu anladığımız ümitsiz bir anda bir film çıkageldi:Kanlı Elmas! İzlememiş olabilecekler için; film bir Afrika ülkesi olan Sierra Leone’de geçiyor. Bu ülkenin birkaç özelliği var, verilere göre dünyanın en fakir ve en yaşanmak istenmeyen ülkesi ama aynı zamanda dünyanın en büyük elmas madenlerinin bulunduğu bir ülke... Elmas kaçakcılığı ve çevresinde gelişen insanlık suçlarını çok etkileyici dille anlatmış bir filmdi. Filmin, pırlanta tüketicisi olan hanımların hızını keseceğini düşünmek iyimserlikmiş meğerse. Filmden çıktıktan sonra kız arkadaşına dönüp “Bak sevgilim insanlar ölüyor sizin bu taş merakınızdan dolayı” diyen bir erkeğe sevgilisinin cevabı “Aman canım onlar yumruk kadar taşlar için, bu benimki kadarcık taş için insan mı ölürmüş hiç?!” olabiliyor mesela! Eee, bu lafın üstüne söylenecek şey aslında meşhur pırlanta firmasının sloganıyla nerdeyse aynı: 


“Kadınlar...sonsuza kadar!” 


TEKTAŞ EKONOMİSİ

[ Ocak 2009 - Esquire ]

Tektaş Ekonomisi 

Siz hiç avcunuzda 5 milyon dolar tuttunuz mu? Ben tuttum. Bu parayla yapabileceklerim bir MTV programı formatında hızla gözlerimin önünden geçti birkaç saniye içinde. Ekonomist yanım sıkıcı hesap kitaplar yaparken, aynı anda içimdeki siyahi rapçi çoktan ortaya çıkmış, evler, arabalar almış hatta havuz partileri vermeye başlamıştı bile..Tüm bu söylediklerim birkaç saniyenin içinde oldu. Sonra ortalık aydınlandı, elimde sımsıkı sıkmış olduğum, terimle ıslattığım,hep anlatıldığı gibi gökkuşağının tüm renklerini olmasa da, hayatın tüm renklerini birkaç saniyede içinde gördüğüm 18.45 karatlık pırlantayı görevlilerin ikazları sonucu mecburen yanımdaki misafire geçirmek zorunda kaldım. Oysa saniyeler içinde aramızda ciddi bir elektriklenme olmuştu, en azından ben bayağı elektriklenmiştim kendisine... 


Geçtiğimiz günlerde De Beers’ in davetlisi olarak, Ortadoğu Sorumlusu Philippe McGarry’yi dinlemeye gittik. Davetiyede yer alan “Pırlantayı Yatırım Aracı olarak Kullanmanın incelikleri nelerdir?” ibaresi ben ve benim gibi 2-3 erkeğin daha dikkatini çekmeyi başarmıştı sanırım. Çünkü davetlilerin geri kalanı gözleri pırlantalardan kat kat fazla parlayan (ve nedense sürekli gülümseyen) bayanlardan oluşuyordu. Bu davet ve sunumun, pırlantanın yatırım aracı olarak kullanabilmesi konusundaki düşünceleri çok değiştirmemiş olsa da bayanların ve erkeklerin mücevherat tayfasına bakışını irdelemek açısından son derece faydalı olduğunu söyleyebilirim. 

Dağ gibi dağ, Taş gibi Taş... 

Bayanların tümünün, erkeklerin de çok şanslı bir azınlığı dışında neredeyse tümünün yolları bu pırlanta denilen çok değerli ve sert (ve pahalı) taşla kesişiyor. Şimdilerde mücevher firmalarını biz erkeklere acımasızca yüklenen reklamlarından dolayı eleştirsek de aslında pırlanta tarih boyunca “Gökten düşen yıldız parçaları”, “Tanrı’nın Gözyaşı” gibi abartılı tanımlamalarla ifade edilen bir değer olmuş. Her dönem gücü temsil ettiği için de ilk olarak biz erkekler tarafından kullanılmış üstelik. Eski çağlarda şövalyeler ve krallar gücü ve ölümsüzlüğü temsil eden bu taşı mutlaka giysilerinde ya da üstlerinde bulundururmuş. Yani ağlamanın, sızlanmanın, mücevher firmalarına söylenmenin hiç gereği yok. Bu belayı biz kendi başımıza sarmışız! Gel zaman git zaman çapkın sövalye ve krallar, yüzyıllar sonra kendileri kadar cesur ve zengin olamayan bizleri hiç düşünmeden, beğenilerinin işareti olarak seçtikleri hanımlara bu taşları takar olmuşlar. Gayet tabii ki akıllarında “Kredi kartına 12+3 taksit olur mu?” , “Daha ucuzunu nerden bulurum, bizim Kapalıçarşıda bi Atilla abi vardı” ,“Satsam da aynı paraya alır mısınız?” gibi soruları olmadığı için ağaçtan meyve toplar gibi pırlantaları çevrelerindeki hanımlara dağıtıp bunun bir gelenek olarak yayılmasına neden olmuşlar. 

Günümüzde, genlerden geçmiş olsa gerek, hepimiz şövalye ve kral soyundan geldiğimiz için(!), biz zavallı modern erkekler etimize budumuza bakmaksızın bu güzide ve son derece lüzumlu geleneği elimizden geldiğince, kanımızın son damlasına kadar koruyup sürdürmeye gayret ediyoruz! Hangi er kişi benim hayatta pırlantalarla işim olmaz, olmayacak diyorsa en hafif ifadeyle safdır, bu yazıyı okumasına da zerrece gerek yoktur, hangi bayan kişi ben pırlanta mırlanta istemem, mutlu olalım yeter diyorsa en hafif ifadeyle gerçeği saptırıyordur, ya da henüz evlilik müessesesinin o tozlu, zorlu, virajlı, şarampollü yollarına girmemiştir. O yüzden iyisi mi biz erkekler bu gerçeği baştan kabullenip karşılaşacağımız o talihsiz gün gelmeden muhatabımızı, rakibimizi, düşmanımızı (artık ne derseniz ismine) iyi tanıyalım... 

Elmas, yeryüzünde bilinen en sert madde ve aynı zamanda pırlantanın işlenmeden önceki hali. Kristalize olmuş karbon atomlarından oluşuyor. Dünya ekonomisinde kıymetli taşların, özellikle de pırlanta ticaretinin büyük bir payı var. Dünya pırlanta mücevher pazarının yüz milyarlarca dolar büyüklüğünde, ülkemizde ise kayıtlara göre 1 milyar dolar civarında. Dünya üzerinde elmas madeni olan ülkeler çok fazla sayıda değil. En büyük üretici Güney Afrika. Rusya, Avustralya, Kanada, Angola ve Kongo ise diğer üreticiler. Global ölçekte elmas satışı ve ticareti büyük ölçüde Londra’daki (DTC) Pırlanta Ticaret Şirketi tarafından yürütülüyor. Dünya ekonomisinde son yaşanan gelişmeler sonucunda başta altın olmak üzere tüm emtiaların ve madenlerin hızla değer kaybettiğini görsek de elmas, lüks ve beğeniye hitap eden bir “zevk tüketimi” olması nedeni ile ekonomik değer olarak diğer metal ve madenlerinden ayrılmayı başarıyor. Son gelişmler ışığında özellikle petrol ve altının hızlı değer kayıplarına şahit olsak da lüks tüketimde fiyatlar eski değerlerini korumakta, hatta artmakta. Pırlanta üreticileri, geçmiş değerleri de gözönüne alınca pırlantanın her dönemde yükselen trendini korumayı başardığını belirtiyor. Taşın değerinin zaman geçtikçe arttığı ve artacağını savunuyorlar. En değerli taşın en eski taş olduğunu belirtirken, çoğu elmasın en az 100 milyon yaşında olduğunu da bilmekte de fayda var. 

Taşa Güvenme, Allahına Güven! 

Taşın değerini sadece büyüklüğü ya da eskiliği vermiyor. Kıymetli bir taşı değerlendirirken meşhur 4C Kriterini gözetmek gerekiyor. Bunlar; renk (color), kesim (cut), berraklık (clearity) ve ağırlık (carat weight). Alınan taşın manevi değeri bir kenara koyulunca gerçekten “yatırım aracı olarak kullanılabilmesi” ya da en azından değer kaybetmemesi aslında bu kriterlere bağlı. Bu alışveriş illa ki yapılacaksa ve illa bulunmamız gerekecekse kriterleri bilerek gitmek en azından bu alışverişteki “etkisiz eleman-kurban” rolümüzü bir nebze de olsa kırmaya yarayabilir, hatta sıkı bir çalışmayla muhabbete dahil bile olabilirsiniz. 

Derginizden ve yazarınızdan sizlere birkaç çok kıymetli tüyo! Sevgili Esquire okuyucuları, değerli taş piyasası tamamıyla harfler üstüne kurulu..G,H,F, VS, VVS, VVS2... kendilerince bir dil geliştirmişler ve biz anlamayalım diye ellerinden geleni yapmışlar! Esas şaşılacak şey, hanımların bu dile korkunç aşina olmaları. Mücevher satıcıları ve hanımlar arasında adeta bir doktor-eczacı ilişkisi var. Biri söylüyor, diğeri şıp diye anlıyor, cevap veriyor arada biz erkekler bön bön bakmaya devam ediyoruz! Yahu hani biz şövalyeydik, kraldık? Hiç öyle görünmüyoruz şu an? Neticede, teorik ve pratik tüm mücevher eğitimlerimden sonra, ki buna pek talihli dostlarım için yapılan evlilik öncesi tektaş alışverişleri, sayısız esnaf sohbeti ve son olarak da De Beers sunumu dahil, bu harflerden sadece VS ve VVS harflerine bir anlam verebildim. Burda ödemeyi yapacak olan bizlerden bahsedildiğine eminim, VS= Very stupid, VVS = Very Very Stupid’in kısaltması, eminim buna. 

Bayanların olayın estetik, erkeklerin ise daha ziyade ekonomik tarafını merak ettiğini özellikle Philippe McGarry’nin sunumundan sonra çok daha net söyleyebilirim. McGarry’ye göre iyi bir taşın “Yatırım” değerini alabilmesi için milyon dolarlık bir taş olması gerekiyor. Yani bunun altındaki değerdeki taşların yatırım aracı olarak düşünülmesi finansör beylerin kendi içlerini rahatlatmasından başka birşey değil. O zaman zenginin malı-züğürdün çenesi teoremi gereğince bizlere şu anda susmak düşüyor... 

Son Umut: Kanlı Elmas 

Hanımların bu anlaşılmaz pahalı zevkleri konusundaki ısrarlarını değil çürütmemiz, hafifletmemizin bile imkansız olduğunu anladığımız ümitsiz bir anda bir film çıkageldi:Kanlı Elmas! İzlememiş olabilecekler için; film bir Afrika ülkesi olan Sierra Leone’de geçiyor. Bu ülkenin birkaç özelliği var, verilere göre dünyanın en fakir ve en yaşanmak istenmeyen ülkesi ama aynı zamanda dünyanın en büyük elmas madenlerinin bulunduğu bir ülke... Elmas kaçakcılığı ve çevresinde gelişen insanlık suçlarını çok etkileyici dille anlatmış bir filmdi. Filmin, pırlanta tüketicisi olan hanımların hızını keseceğini düşünmek iyimserlikmiş meğerse. Filmden çıktıktan sonra kız arkadaşına dönüp “Bak sevgilim insanlar ölüyor sizin bu taş merakınızdan dolayı” diyen bir erkeğe sevgilisinin cevabı “Aman canım onlar yumruk kadar taşlar için, bu benimki kadarcık taş için insan mı ölürmüş hiç?!” olabiliyor mesela! Eee, bu lafın üstüne söylenecek şey aslında meşhur pırlanta firmasının sloganıyla nerdeyse aynı: 


“Kadınlar...sonsuza kadar!” 


[ Aralık 2008 - Esquire ]

Küresel Krizin suçlusu bulundu! Atariler!

Global kriz Amerikan seçimlerinin gündemdeki etkisiyle biraz geri plana düşmüş, piyasaların ilk anki ateşi biraz düşmüş olsa da tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de iş dünyasının tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmakta...İlk önlemler alındı, yangına su sıkıldı, kimi binalar tahliye edildi, kimileri yanmaya bırakıldı...Ancak mahallede ilk panik bitince şu soru sorulmaya başlandı: Kim çıkardı bu yangını? Yangın o kadar büyüdü, suç mahali o kadar kirlendi ki bulunan suçlular yetmedi. Dahası lazımdı...ama sonunda öyle enteresan bir suçlu bulundu ki hepimiz şaştık kaldık! Hani şu bizim neslin sokakla bağlantısının kopmasına ilk neden olan, birdirbir’in, uzuneşşeğin, çelik çomağın ve hatta taştan kalelerle yaptığımız o doyumsuz futbol maçlarının bir anda pabucunu dama atan Atariler! Bunca şeyin sorumluluğu binmişti zavallı Atarilerin omzuna.. Obeziteden tutun da göz bozukluklarına kadar. Ama Küresel Finans Krizi??? Yok artık! 



Atarime dokunma! 

Atari tanımı bizim nesil için bir fenomendir ve kapsamı çok geniştir. Biz erkeklerin traş bıçağına jilet dememiz gibi bir genellemedir, tek bir markayı değil, tüm 1. nesil bilgisayar oyunlarını, commodore’ları, sonra gelen gameboy’ları ve Play Stationları da kapsar...kısacası annelerimizin, kız arkadaşlarımızın hatta evli olanların hanımlarını da dahil edersek hayatımızdaki tüm bayanların gıcık olduğu, sabahlara kadar bizi kilitleyen bilgisayar oyunlarının tümü Atari’dir ve hep öyle kalacaktır bizim nesil için...

Gelelim canım Atari’mizin ve “Atari Nesli” denilerek genellenen bir neslin Küresel Finans Krizi isimli korku filmine hem de en itibarlı iktisatcılar tarafından nasıl dahil edildiğine. Aslında bu tartışma kriz öncesinde de var olan, ancak kriz nedeniyle tüm geçmiş ekonomi teorilerinin yeniden tartışılmasıyla yeniden gündeme gelen bir konu. Çalışanların, iş hayatında içine düştükleri krizleri, karşılaştıkları sorunları aşma şekilleri üstünde yetişme koşullarının, kişilik gelişimlerinin oluşumu esnasında içinde bulundukları dönemlerin, sosyoekonomik ve kültürel koşulların etkilerini irdeliyor. Buna göre şu an iş hayatında faal olan 3 nesil var;

Baby-boomers (1946 – 1964) Nesli : 

İkinci Dünya Savaşı sonunda, şimdilerde bizde de “En az 3 çocuk yapınız!” çağrısıyla tartışılan “çoğalalım güzelleşelim” felsefesi benimsenmişti. Bu dönemde bebek yapmanın teşvik edilmesi nedeniyle döneme bu ad verilmiştir. Şu an tüm dünyada şirketlerde en üst yönetici seviyesinde bulunan bu neslin karakteristik özelliği kendisinden sonra gelen nesillere göre daha muhafazakar olması, en üretken ve toplumsal bilinci en yüksek nesil olması.

X Nesli (1964-1975 arası doğanlar)

Bitiş tarihi konusunda kesin bir fikir birliği olmamakla beraber bu neslin 1977 doğumlularla bittiği genel olarak kabul gören kanı. Kendisinden önce gelen neslin işi herşeyin önünde tutmasına tepki olarak X nesli özel yaşantısını ve ailesini ön plana koymuştur. Buna rağmen, seçim aşamasında ve karar süreçlerinde kriterlerinin en başında para gelmektedir. Kendisinden önce gelen nesillere benzemediği için X nesli adını alan nesil, formaliteden nefret etmesiyle öne çıkıyor. X neslinin dikkatini çekebilmek için televizyonu kullanmak yeterli oluyor.

Y Nesli (1977 ve sonrasında doğanlar) (Generation Why – “Neden?” Nesli) 

En çok benzeştiği X Neslinin aksine Y Neslinin dikkatini çekebilmek çok kolay değil. Uzmanlar bu nesli “pazarlama yapılabilmesi ve dikkatinin çekilebilmesi en zor nesil” olarak tanımlıyorlar. Bunun nedeni algısının büyük kısmına hitap eden televizyonun başında yetişmiş X neslinin aksine Y Neslinin bir elinde TV kumandası, kulağında walkman-mp3 çalar ya da şimdilerde ipod, diğer elinde bilgisayar oyunu olması, algısının son derece bölünmüş olması ve hem tüketimde hem seçimlerinde açgözlü davranmaları. “Fişe bağlı bir jenerasyon” olarak da tanımlanan Y Neslinin dikkatini tek bir mecrada toplayamaması ve açgözlülüğü, durağan görüntüler yerine sürekli ve büyük bir süratle değişen görüntüler görmek istemesi en tipik özelliklerinden. (Şu anda hepimizin kulağında “Bi kanalda kalsana yavruum!” sözü çınlamıştır herhalde!) Y Nesli şüpheci ve sürekli olarak “Neden?” sorusunu soruyor. Bu nedenle de iş hayatında alışılageldik çalışma biçimlerini ve kalıpları sürekli sorguluyor. Bu da ya serbest çalışma oranını artırıyor, ya da daha nadir de olsa iş hayatında kalıplaşmış çalışma şekilleri olan köklü kurumlarda değişime yol açıyor. 

Finans Piyasasında Kamikaze Nesli

Atari Nesli, MTV Nesli, Kamikaze Nesli, Commodore Nesli de bu popüler nesle verilen isimlerden bazıları... İstatistiksel olarak günümüz iş hayatında genellikle serbest çalışmayı tercih ettiğini ya da reklam, sanat gibi yaratıcılık gerektiren işlerde yoğunlaştığını görsek de finans dünyası içinde de Y Nesli büyük ve çok önemli bir yer tutmakta. Özellikle günde ortalama 10 saatini bilgisayar ekranı başında geçirmek önceki nesil çalışanlar için yorucu, yıpratıcı ve hatta sıkıcı olabilecekken Y Nesli çalışanlar için bu durum normalin çok da dışında bir koşul oluşturmuyor. Kendi özel yaşantısında da sürekli “online” yaşayan bir jenerasyon için gün içerisinde ekran karşısında geçen saatler önceki nesil çalışanlara oluşturduğu kadar büyük bir sıkıntı oluşturmuyor..Buna ilaveten hızlı karar alma, gelişen teknolojiye çok hızlı adapte olma gibi özellikler bu neslin içinde bulunduğumuz dönemde özellikle finans piyasasında brokerlık gibi hız ve stres yönetimi gerektiren, ağır koşulları olan zor işlerde başarılı olmasını sağladı. 


Ha Pac-man, Ha Borsa !

Bu yoğun finansal işlerde elde edilen gözle görülür başarılar, hızlı karar alabilme yeteneği ile birleştiğinde bu jenerasyon finans piyasasında hızla “karar verici” seviyelerde yer almaya başladı. Trader, broker, portföy yöneticisi, fon yöneticisi gibi kademelerde hızla Y Nesli çalışanları yer almaya başladı. Bu neslin finans piyasasındaki yükselişi korkunç bir hızla gerçekleşiyor, Atari karşısında büyümüş, çocukluklarında parmakları Joysticklerle bütünleşmiş Y Nesli tam da işini bulmuş gibi görünüyordu. Gürültülü seans salonları, bağrış çağrışlar, ışık hızında yanıp sönen rakamlar, hiç durmadan hareket eden ekranlar.. Bir bilgisayar oyunundan çok da farklı görünmüyordu.
İşler iyi giderken herkesin hoşuna giden bu tempo, işler sarpa sarmaya başlayınca değişti. Küresel kriz baş gösterip finans piyasasında yüz yıllarca süren efsaneler yerle bir olmaya başladıkça teker teker zararlar gün yüzüne çıkmaya başlıyordu. Batan şirketler, biten fonlar, gizlenen milyarca dolarlık zararlar, yanlış yatırım kararları, suistimaller, yanlış stratejiler, kişisel hatalar..saadet zincirinin kırılmasıyla su yüzüne birer birer çıktı. Her geçen gün bir yeni haberle, yeni bir batış ya da zarar haberiyle piyasalar çalkalanıyordu. Herkes yeni suçlular bulmaya çalışıyordu, zarar öylesine büyüktü ki bulunan suçlular yetmiyordu. CEO’lar, fon yöneticileri, hatta ülke yöneticileri (İzlanda bu süreçte ülke olarak iflas etti) suçlandı. Beyaz saçlı-beyaz yakalıların yanlış kararlarının yanında yeni jenerasyon finans sektörü çalışanları da çok ani ve hızlı pozisyon değiştirmekle, sorumsuzca davranmakla, büyük para hırsı sahibi olmakla ve gereğinden büyük riskler taşımakla suçlandılar. Bu davranış tarzının bu jenerasyona ait bir davranış bozukluğu olduğu ve finans piyasalarının bu denli büyük yaralar almasında da en büyük pay sahibi olduğu dahi en ciddi ekonomislerce tartışılmaya başlandı. 

Köklü Fransız Bankası Societe Generale, 31 yaşındaki broker Jerome Kerviel’in neden olduğu işlemler dolayısıyla 7.1 milyar $ ‘lık zarara uğradığını duyurdu. Banka, Kerviel’in bu işlemlerden maddi bir çıkar sağlamadığını ancak komplike vadeli işlemler sonucunda bankayı zarara soktuğunu söylüyor. Para ve adrenalin hırsı nedeniyle yapılan kişisel hataların bu denli büyümesi ihtimal dahilinde olabileceği gibi bankaların prestij kaybına uğramamak adına günah keçisi seçip büyük zararları bu şekilde geçiştirebilecek olması da şu dönem piyasalarda sorgulanmakta..Belki komplo teorisi ya da belki gerçek kim bilir? Sadece bir şüphe...

Ama şüphe etmek ve “Neden?” diye sormak bizim işimiz. Ne de olsa “Generation (Y) Why?” yani “Neden?” Nesliyiz.

KRİZİN SORUMLUSU : ATARİLER !!!

[ Aralık 2008 - Esquire ]

Küresel Krizin suçlusu bulundu! Atariler!

Global kriz Amerikan seçimlerinin gündemdeki etkisiyle biraz geri plana düşmüş, piyasaların ilk anki ateşi biraz düşmüş olsa da tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de iş dünyasının tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmakta...İlk önlemler alındı, yangına su sıkıldı, kimi binalar tahliye edildi, kimileri yanmaya bırakıldı...Ancak mahallede ilk panik bitince şu soru sorulmaya başlandı: Kim çıkardı bu yangını? Yangın o kadar büyüdü, suç mahali o kadar kirlendi ki bulunan suçlular yetmedi. Dahası lazımdı...ama sonunda öyle enteresan bir suçlu bulundu ki hepimiz şaştık kaldık! Hani şu bizim neslin sokakla bağlantısının kopmasına ilk neden olan, birdirbir’in, uzuneşşeğin, çelik çomağın ve hatta taştan kalelerle yaptığımız o doyumsuz futbol maçlarının bir anda pabucunu dama atan Atariler! Bunca şeyin sorumluluğu binmişti zavallı Atarilerin omzuna.. Obeziteden tutun da göz bozukluklarına kadar. Ama Küresel Finans Krizi??? Yok artık! 



Atarime dokunma! 

Atari tanımı bizim nesil için bir fenomendir ve kapsamı çok geniştir. Biz erkeklerin traş bıçağına jilet dememiz gibi bir genellemedir, tek bir markayı değil, tüm 1. nesil bilgisayar oyunlarını, commodore’ları, sonra gelen gameboy’ları ve Play Stationları da kapsar...kısacası annelerimizin, kız arkadaşlarımızın hatta evli olanların hanımlarını da dahil edersek hayatımızdaki tüm bayanların gıcık olduğu, sabahlara kadar bizi kilitleyen bilgisayar oyunlarının tümü Atari’dir ve hep öyle kalacaktır bizim nesil için...

Gelelim canım Atari’mizin ve “Atari Nesli” denilerek genellenen bir neslin Küresel Finans Krizi isimli korku filmine hem de en itibarlı iktisatcılar tarafından nasıl dahil edildiğine. Aslında bu tartışma kriz öncesinde de var olan, ancak kriz nedeniyle tüm geçmiş ekonomi teorilerinin yeniden tartışılmasıyla yeniden gündeme gelen bir konu. Çalışanların, iş hayatında içine düştükleri krizleri, karşılaştıkları sorunları aşma şekilleri üstünde yetişme koşullarının, kişilik gelişimlerinin oluşumu esnasında içinde bulundukları dönemlerin, sosyoekonomik ve kültürel koşulların etkilerini irdeliyor. Buna göre şu an iş hayatında faal olan 3 nesil var;

Baby-boomers (1946 – 1964) Nesli : 

İkinci Dünya Savaşı sonunda, şimdilerde bizde de “En az 3 çocuk yapınız!” çağrısıyla tartışılan “çoğalalım güzelleşelim” felsefesi benimsenmişti. Bu dönemde bebek yapmanın teşvik edilmesi nedeniyle döneme bu ad verilmiştir. Şu an tüm dünyada şirketlerde en üst yönetici seviyesinde bulunan bu neslin karakteristik özelliği kendisinden sonra gelen nesillere göre daha muhafazakar olması, en üretken ve toplumsal bilinci en yüksek nesil olması.

X Nesli (1964-1975 arası doğanlar)

Bitiş tarihi konusunda kesin bir fikir birliği olmamakla beraber bu neslin 1977 doğumlularla bittiği genel olarak kabul gören kanı. Kendisinden önce gelen neslin işi herşeyin önünde tutmasına tepki olarak X nesli özel yaşantısını ve ailesini ön plana koymuştur. Buna rağmen, seçim aşamasında ve karar süreçlerinde kriterlerinin en başında para gelmektedir. Kendisinden önce gelen nesillere benzemediği için X nesli adını alan nesil, formaliteden nefret etmesiyle öne çıkıyor. X neslinin dikkatini çekebilmek için televizyonu kullanmak yeterli oluyor.

Y Nesli (1977 ve sonrasında doğanlar) (Generation Why – “Neden?” Nesli) 

En çok benzeştiği X Neslinin aksine Y Neslinin dikkatini çekebilmek çok kolay değil. Uzmanlar bu nesli “pazarlama yapılabilmesi ve dikkatinin çekilebilmesi en zor nesil” olarak tanımlıyorlar. Bunun nedeni algısının büyük kısmına hitap eden televizyonun başında yetişmiş X neslinin aksine Y Neslinin bir elinde TV kumandası, kulağında walkman-mp3 çalar ya da şimdilerde ipod, diğer elinde bilgisayar oyunu olması, algısının son derece bölünmüş olması ve hem tüketimde hem seçimlerinde açgözlü davranmaları. “Fişe bağlı bir jenerasyon” olarak da tanımlanan Y Neslinin dikkatini tek bir mecrada toplayamaması ve açgözlülüğü, durağan görüntüler yerine sürekli ve büyük bir süratle değişen görüntüler görmek istemesi en tipik özelliklerinden. (Şu anda hepimizin kulağında “Bi kanalda kalsana yavruum!” sözü çınlamıştır herhalde!) Y Nesli şüpheci ve sürekli olarak “Neden?” sorusunu soruyor. Bu nedenle de iş hayatında alışılageldik çalışma biçimlerini ve kalıpları sürekli sorguluyor. Bu da ya serbest çalışma oranını artırıyor, ya da daha nadir de olsa iş hayatında kalıplaşmış çalışma şekilleri olan köklü kurumlarda değişime yol açıyor. 

Finans Piyasasında Kamikaze Nesli

Atari Nesli, MTV Nesli, Kamikaze Nesli, Commodore Nesli de bu popüler nesle verilen isimlerden bazıları... İstatistiksel olarak günümüz iş hayatında genellikle serbest çalışmayı tercih ettiğini ya da reklam, sanat gibi yaratıcılık gerektiren işlerde yoğunlaştığını görsek de finans dünyası içinde de Y Nesli büyük ve çok önemli bir yer tutmakta. Özellikle günde ortalama 10 saatini bilgisayar ekranı başında geçirmek önceki nesil çalışanlar için yorucu, yıpratıcı ve hatta sıkıcı olabilecekken Y Nesli çalışanlar için bu durum normalin çok da dışında bir koşul oluşturmuyor. Kendi özel yaşantısında da sürekli “online” yaşayan bir jenerasyon için gün içerisinde ekran karşısında geçen saatler önceki nesil çalışanlara oluşturduğu kadar büyük bir sıkıntı oluşturmuyor..Buna ilaveten hızlı karar alma, gelişen teknolojiye çok hızlı adapte olma gibi özellikler bu neslin içinde bulunduğumuz dönemde özellikle finans piyasasında brokerlık gibi hız ve stres yönetimi gerektiren, ağır koşulları olan zor işlerde başarılı olmasını sağladı. 


Ha Pac-man, Ha Borsa !

Bu yoğun finansal işlerde elde edilen gözle görülür başarılar, hızlı karar alabilme yeteneği ile birleştiğinde bu jenerasyon finans piyasasında hızla “karar verici” seviyelerde yer almaya başladı. Trader, broker, portföy yöneticisi, fon yöneticisi gibi kademelerde hızla Y Nesli çalışanları yer almaya başladı. Bu neslin finans piyasasındaki yükselişi korkunç bir hızla gerçekleşiyor, Atari karşısında büyümüş, çocukluklarında parmakları Joysticklerle bütünleşmiş Y Nesli tam da işini bulmuş gibi görünüyordu. Gürültülü seans salonları, bağrış çağrışlar, ışık hızında yanıp sönen rakamlar, hiç durmadan hareket eden ekranlar.. Bir bilgisayar oyunundan çok da farklı görünmüyordu.
İşler iyi giderken herkesin hoşuna giden bu tempo, işler sarpa sarmaya başlayınca değişti. Küresel kriz baş gösterip finans piyasasında yüz yıllarca süren efsaneler yerle bir olmaya başladıkça teker teker zararlar gün yüzüne çıkmaya başlıyordu. Batan şirketler, biten fonlar, gizlenen milyarca dolarlık zararlar, yanlış yatırım kararları, suistimaller, yanlış stratejiler, kişisel hatalar..saadet zincirinin kırılmasıyla su yüzüne birer birer çıktı. Her geçen gün bir yeni haberle, yeni bir batış ya da zarar haberiyle piyasalar çalkalanıyordu. Herkes yeni suçlular bulmaya çalışıyordu, zarar öylesine büyüktü ki bulunan suçlular yetmiyordu. CEO’lar, fon yöneticileri, hatta ülke yöneticileri (İzlanda bu süreçte ülke olarak iflas etti) suçlandı. Beyaz saçlı-beyaz yakalıların yanlış kararlarının yanında yeni jenerasyon finans sektörü çalışanları da çok ani ve hızlı pozisyon değiştirmekle, sorumsuzca davranmakla, büyük para hırsı sahibi olmakla ve gereğinden büyük riskler taşımakla suçlandılar. Bu davranış tarzının bu jenerasyona ait bir davranış bozukluğu olduğu ve finans piyasalarının bu denli büyük yaralar almasında da en büyük pay sahibi olduğu dahi en ciddi ekonomislerce tartışılmaya başlandı. 

Köklü Fransız Bankası Societe Generale, 31 yaşındaki broker Jerome Kerviel’in neden olduğu işlemler dolayısıyla 7.1 milyar $ ‘lık zarara uğradığını duyurdu. Banka, Kerviel’in bu işlemlerden maddi bir çıkar sağlamadığını ancak komplike vadeli işlemler sonucunda bankayı zarara soktuğunu söylüyor. Para ve adrenalin hırsı nedeniyle yapılan kişisel hataların bu denli büyümesi ihtimal dahilinde olabileceği gibi bankaların prestij kaybına uğramamak adına günah keçisi seçip büyük zararları bu şekilde geçiştirebilecek olması da şu dönem piyasalarda sorgulanmakta..Belki komplo teorisi ya da belki gerçek kim bilir? Sadece bir şüphe...

Ama şüphe etmek ve “Neden?” diye sormak bizim işimiz. Ne de olsa “Generation (Y) Why?” yani “Neden?” Nesliyiz.